İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Pınar Saip ile geçen hafta, daha çok asistan doktorların uzun nöbetleri üzerine konuşmuştuk. Zira gencecik bir tıp insanı 36 saatlik nöbetin ardından yaptığı kazada hayatından olmuştu. Ülkemizde sağlık sisteminin önemli sorunlarından biri bu, ancak o kadar çok sorun var ki, bu hafta onları masaya yatırdık. Basit bir aritmetik değil mi bu hocam? Yani bir doktor, bir hastaya 5 dakika bakıp nasıl hem teşhis hem de tedavi sunabilir? Bir hekim nasıl böyle bir tempoda sağlıklı kalabilir? Her şey bu kadar açıkken, niye böyle bir sistem? Son 11 yıldır ülkemizde ‘sağlıkta dönüşüm’ adı verilen bir program uygulanıyor. Bu program Dünya Bankası’nın sadece bize değil, bütün ülkelere önerdiği bir program. Sağlık hizmetinin devletlere ekonomik olarak fazla yük oluşturduğu gerekçesiyle ‘sosyal devlet’ kavramından vazgeçilmesini, özel sektöre kaydırılmasını öngörüyor… Şu anda sağlık hizmeti ister kamuda olsun, ister özelde olsun performans üzerinden işleyen bir sistemle veriliyor. Yani ne kadar çok hasta bakarsanız, ne kadar çok tetkik isterseniz, o kadar çok maddi geri dönüşü oluyor. Aslında yapılmak istenen, kamuya ait sağlık kurumlarının birer ticari işletmeye dönüştürülüp zaman içinde özelleştirilmesi ve sağlıkta özel sermayenin önünün açılmasıydı. Oldukça da yol alındı. Bunun için özel-yarı kamu ortaklığı ile yapılan şirket, yani şehir hastaneleri açıldı. Bu hastaneleri yapan holdinglere dolar bazlı kira bedellerinin ödenebilmesi için hasta garantileri verildi. Kamu ihalesiyle yapılmış olsalar çok daha ucuza mal olabilecek bu hastaneler için 25 yıl boyunca kira ödenecek. Son 10 yılda özel hastane zincirleri de çok arttı. Çünkü hastaların artık özel hastaneleri tercih etmeleri sağlanmaya çalışılıyor. Peki 5 dakikada bir hasta bakılması da bu yüzden mi? Şu anki sağlık sisteminde bütün amaç sizi bir doktorun karşısına çıkarmak. Hastalarda gerçekle bağdaşmayan beklentiler, kışkırtılmış bir sağlık talebi oluşturulmuş durumda; sık sık hekime başvurun, tetkikler yaptırın, bütün sorunlarınız çözülür ya da başvurduğunuz hekim size parmağını değdirdiğinde, size şikayetinizi sorduğunda bütün şikayetleriniz hallolacaktır gibi... Bir vatandaşımızın bir yıl içinde hekime başvuru sayısı 2011’de 3.6 iken, şimdi bu 9’lara çıkmış durumda. Çünkü sistem sürekli hastaneye başvuruyu teşvik ediyor. 5 dakikalık muayeneyle beklentiler karşılanmayınca da özel sağlık kurumlarına başvurular artıyor. Son bir yılda ülkemizin nüfusundan fazla acillere başvuru var demiştiniz... Çünkü acil olmayan bir sürü hasta acile başvuruyor. Hekimler eskisine nazaran çok daha ağır şartlarda çalışmak durumunda kalıyor. Nüfus artışına paralel bir sağlık hizmetlerine başvuru artışı değil bu. Sağlık bir ticari meta haline getirildiği için, sağlığınız için ne olursa olsun hastaneye başvurun denildiği için böyle. Maalesef bu sistem halk sağlığına da zarar veren bir sistem. Olması gereken, bir hastaya en az 20 dakika ayırmak, onu detaylıca dinlemek, ayrıntılı bir şekilde muayene etmek, ondan sonra ihtiyaç varsa tetkik istemek. Ama şu anda sistem böyle değil. Hasta bankalardaki gibi bir numara alarak hekimin bulunduğu odaya giriyor, 5 dakikası var. Adını, soyadını, şikayetini söylüyor, doktor bilgisayara bilgileri hızla giriyor ve tetkik istiyor. Zaman ancak bu kadarı için yeterli. Muayeneye zaman yok yani, hiç el sürmeden, uzaktan bakılıyor hastaya öyle mi? Öyle… İş o hale geldi ki, hastaya özel butik hizmet verilmesi gerekirken artık fabrikasyona geçildi. Ve bu bizi, değerlerimizi çok yıpratıyor. Bu şekilde hekimlik yapılmaz. Peki ya hastaların tarafından bakarsanız? Onlar da doğru düzgün sağlık hizmeti alamıyor. Doğru tanı mümkün mü bu kadar sürede? Size bir sürü tetkik yapılması bedenen zarar bile verebilir. İşte bütün bu sorunlar yüzünden şu anda herkes meslekten kaçıyor. Ülkemizde son 18 ayda 8 bin hekim çalışma koşulları nedeniyle kamudan istifa etti. Bunların bir kısmı erken emekli olarak mesleği bıraktı, bir kısmı da kamudan ayrılıp özel hastanelere geçti. Ayrıca çok ciddi beyin göçü var. Sadece İstanbul’da son bir yılda 500’ün üzerinde genç hekim yurt dışına gidebilmek için bizden belge aldı. Bu sayı 2011 yılında sadece 32'ydi. Yurt dışına göçün bu kadar artmasının nedeni ise, genç hekimlerde çok büyük bir yılgınlık, yorgunluk, gelecek kaygısı ve tükenmişlik olması. Her 5 dakikada bir, günde ortalama 80-90, hatta 100 hastaya tekabül eden bir hasta yoğunluğundan, uzun çalışma saatlerinden bahsediyoruz. Normali nedir? Bir hekimin günde 20-25 hasta bakması gerekir. Kontrollerle birlikte bu sayı en fazla 30-35 olabilir. Günde 80-90 hastaya baktığınızda ne oluyor? Mekanikleşiyorsunuz, empati yapmamaya, dinlememeye başlıyorsunuz. Ne kadar dinleyebilirsiniz ki 5 dakikada? Kapasiteniz en fazla 35 hastadır. Bu sayının üstünde baktığınız hastalarda yorgunluktan hata yapabilirsiniz. Doktorların maaşlarının da düşük olduğu söyleniyor… Maaşlar o kadar düşük ki, ek ödeme ve nöbetlerle bir asistan hekim ayda ancak 7- 8 bin lira kazanabiliyor. Emekiliğe yansıyan sabit ek ödemesiz maaş mesleğe yeni başlayan pratisyen hekimlerde aylık 4 bin 900 lira, 30 yıllık uzman hekimlerde ise 5 bin 800 lira. Bağkur ve SGK’dan emekli hekim maaşları ise 2 bin 300-4 bin lira arasında, yani açlık sınırında. Üstelik bu maaşları 6 yıl zorlu bir eğitim sonrası 2 yıl mecburi hizmet yaptırdığınız hekimlere veriyorsunuz. Uzmanlaşmak isterseniz zor bir sınava giriyorsunuz. Kazanırsanız, 4 yıl ihtisasınızı yapıyorsunuz. Bitince yeniden 2 yıl mecburi hizmete gidiyorsunuz. Yani toplam 4 yıl mecburi hizmet yapıyorsunuz? Evet. Ama eğer uzmanlık sonrası bir yan dal uzmanlığı yapmak isterseniz, yine 2 yıl mecburi hizmet yapıyorsunuz. Toplam 6 yıl mecburi hizmet ediyor. Artı bir de askerlik hizmeti var. O zaman genç doktorlar niye Türkiye’de kalsınlar ki? Bu koşullarda doktorluk kesinlikle yapılacak bir iş değil. Siz bir de bunun üstüne hastalardan hakaret görüyorsunuz, üstlerinizden mobbing görüyorsunuz, sizi anlamayan yöneticilerle boğuşuyorsunuz. Ayrıca hekimlik değerlerinizle, aldığınız eğitimle çelişkili işler yapmak zorunda kalıyorsunuz. Bu da sizi gerçekten yıpratıyor, tüketiyor, hastalarla karşı karşıya bırakıyor, şiddete maruz bırakıyor. Eskiden hastaların hekime karşı bir saygısı, sevgisi ve hürmeti vardı. Çünkü sizin ona ayıracağınız bir zaman da vardı. Ama maalesef bu koşullar sizi artık sıradan bir makinanın parçası haline getirmiş durumda. Yazdığınız reçeteyi bile sistem sınırlıyor. Ancak geri ödemesi olan ilacı yazmak zorundasınız. Bir sürü ilacın da geri ödemesi yok maalesef. Hasta bunların geri ödemesi olmadığında hesabı kime soruyor? Karşısında siz varsınız, size soruyor. Öyleyse sizce acilen ne yapılmalı? Öncelikle performans sisteminin kaldırılması, birinci basamak koruyucu hekimlik hizmetlerinin güçlendirilmesi, hastanelere yönelik kışkırtılmış talebin azaltılması lazım. Popülist politikalar nedeniyle sağlık kurumlarından karşılanması mümkün olmayan gerçek dışı beklentiler yaratılmış durumda. Sonsuza kadar yaşanan, yaşlanmanın olmadığı, tüm hastaların iyileştiği bir dünya hayali pazarlanıyor insanlara. Sanki böyle bir şey mümkün de doktorlar yapmıyormuş gibi… Her şeyin doğal bir zemine dönmeye ihtiyacı var. Beş dakikada sağlık hizmeti ne verilebilir ne alınabilir. Ve sevk zincirinin mutlaka işlemesi gerekiyor. Yani hasta önce aile hekimine başvurmalı, ihtiyacı varsa devlet hastanelerine, en son eğitim ve araştırma veya üniversite hastanelerine gitmelidir. Ama bugün ülkemizde sevk zinciri yok. Herkes birinci, ikinci basamağı atlayarak doğrudan üçüncü basamağa gitmek istiyor. Gidiyor da… Bu yüzden de hasta yükümüz çok artıyor. Ve 'Ne kadar çok hasta bakarsan, ne kadar çok nöbet tutarsan sana o kadar para veririm' kıskacından hekimleri ve hastaları kurtaracak, gerçekten hekimlik yapacağımız bir sistemin oluşturulması gerekiyor.
Hızlı hasta bakma sağlıkta şiddeti beraberinde getiriyor
Siz hastaya gerçek anlamda hekimlik yapıp, hekimlik sanatınızı gösteremiyorsunuz. Ona dokunamıyorsunuz, dertleşemiyorsunuz, dinleyemiyorsunuz. Bütün bunları yapamadığınızda da hastanın size saygısı azalıyor… En çok sorun da acillerde yaşanıyor. Hasta geldiği anda çözüm istiyor. Hiç beklemeye tahammülü yok. Ama mecburen bekliyor. Bir sürü tetkik için pek çok yere gönderiliyor. Sorunu da çözülemediyse sonunda doktora patlıyor. Halbuki doktor ve hasta aynı tarafta. İkisi de mağdur!
Ataerkil düzenin resmidir!
İstanbul Tabip Odası’nın bir duvarında her başkanın fotoğrafı asılı... Onlarca fotoğraf arasında tek bir kadın, Dr. Süha Göksel çerçeve içinde, gerisi hep erkek. Görevi bittiğinde bir de Prof. Pınar Saip’in fotoğrafı eklenecek, olacak iki kadın! Şaşkınlık içinde, “Niye böyle, hiç kadın yok neredeyse?” diyorum. Buruk gülümsüyor Prof. Saip, “Bu duvar bu mesleğin hala ataerkil olduğunun bir kanıtı. Ama kadın hekimler olarak yönetime daha çok talip olarak bu durumu değiştireceğiz” diyor.
“Daha çok ameliyat yap baskısına dayanamadım!”
Ürolog Dr. Can Arat, meslek değiştirmiş. Artık organik tarım yapıyor. Ama hala aklı hastalarında ve bu sistemin altında ezilen meslektaşlarında... Şimdi Gelibolu’da, mutlu, bir teknesi var bazen denize açılıyor, bir de tarlası organik tarım yapıyor. En verimli olacağı dönemde kendi deyimiyle ‘hastayı soyulacak müşteri gibi gören’ özel sağlık sistemine dayanamamış ve mesleği bırakmış. Ürolog Dr. Can Arat, hekimlik hayatının yarısını devlet hastanelerinde geçirmiş, sonrası ise bir acıya dönüşen özel hastanelerde geçmiş. Aslında hem devletten dertli hem de özel hastane yönetimlerinden. Ama özellikle de ikincisinden... “Ben hekimlik yapmak için okudum, hastayı bir müşteri olarak görmek için değil. Özellikle çalıştığım son üç yıl acı içinde geçti. Özel hastane sahipleri iyice saldırganlaştılar, her gün daha fazla MR, daha fazla tahlil ve daha fazla ameliyat ister oldular. Ben bunları yapacak insan değildim” diye başlıyor anlatmaya... Sonunda tüm bunlara dayanamamış ve henüz 55 yaşındayken erken emekli olmayı tercih etmiş. Oysa ki yüzlerce hastaya şifa verecek deneyim ve birikime sahipken... Ama baskı tahammül edilebilir gibi değilmiş... “Her gece o gerilimle ‘Yarın ben de değişeceğim, patronların istediği gibi bir doktor, daha doğrusu bir bezirgan olacağım’ diye karar alırdım. Sabah ilk hastamın vizitesinde bu karardan anında cayardım” diyor Dr. Arat. İşte bu yüzden hastaların çok sevdiği, patronların hiç sevmediği bir hekim olmuş. NİYE SİSTOSKOPİ YAPMIYORSUN? En son çalıştığı hastanede iş artık dayanılmaz bir hal almış. Sürekli aynı soruyla karşı karşıya kalıyormuş, “Niye sistoskopi yapmıyorsun Can?” İşte cevabı; “Tabii ki gerekliyse yapıyordum. Ama her zaman değil, çünkü iki riski var. Sistoskopi hastanın özellikle kanaması varsa, bir tümörden şüpheleniliyorsa ya da idrar yolunda bir darlık varsa yapılır. O aleti idrar yollarına, mesaneye başka türlü sokmamak gerekir. Çünkü enfeksiyona ya da idrar yolu darlığına sebep olabilir. İdrar yolu darlığı dediğiniz hastayı öldürmez ama hayat boyu süründürür ve hastaneye bağımlı kılar.” TEŞHİS HASTANIN AĞZINDAN DÖKÜLÜR! Peki özel böyle de, devlet hastanelerinde sağlık sistemi sorunlu değil mi?.. “Şu anda doktorlar 5 dakikada hastaya ellerini bile sürmeden teşhis koymak zorunda. Oysa ki vakit olsa, zaten hasta derdini anlatacak, zaten ağzından dökülecek teşhis. Buna zaman verilmiyor ki! Bu sebeple gereksiz tetkikler isteniyor, MR, röntgen, tahlil, o bu... Hepsi de hastaya zarar verecek şeyler eğer gereksiz yapıldıysa... Performans sistemi diye dayatılan bu sisteme bir an önce son verilmeli” diyor Dr. Arat ve ekliyor: “Bu sistem Almanya’da da denenmeye çalışıldı, baktılar ki safra kesesi alınmamış insan kalmadı, vazgeçtiler. ABD’de hala böyle... ABD’li bir profesör, ‘Bu hastayı ben radyoterapiyle de tedavi edebilirim ama ameliyat yapmazsam nereden para kazanacağım?’ dedi. Sistem özetle böyle işliyor.” Kısacık bir görüşme yapacaktık ki, öyle içten sıraladı ki sistemin sorunlarını, uzadı gitti sohbetimiz. Gördüm ki, kendisi bu cendereden çıkmış, kurtulmuş ama hastaların halini ve tabii ki kendisinin yaşadığı sıkıntıyı hala yaşayan meslektaşlarını düşünüp dertleniyor...