Beyaz yaka, mavi yaka…
Kimi için statü, kimi için emek hiyerarşisi… Aslında bu kavramların kapitalizmin en büyük illüzyonlarından biri olup olmadığı hep tartışıldı. Gerçekten emekçinin yakası renklere ayrılır mı veya emekçinin yakasını kim boyadı? Bugün bu tartışmalara girmeyeceğim. Çünkü konuşmamız gereken daha çıplak, daha net bir mesele var. Beyaz yakalı olmak, özellikle gençler için, hızla cazibesini yitiriyor.
Evet, kabul edelim, artık beyaz yakalı olmanın havası sönüyor. Eskiden plaza çalışanı olmak, cebinde kurumsal kartvizit taşımak, şık ofis giyim kuşamlarımızla işe gidip gelmek bir ayrıcalık gibi görünürdü. Bugünse aynı kartvizit, aynı plaza, aynı sözleşme hâlâ duruyor ama genç beyaz yakalılar için çoktan bir illüzyon simgesine dönüşmüş durumda.
Önce sorunun temelinden başlayalım, beyaz yaka ekonomisindeki erozyon.
Beyaz yakalılar B’den C1’e düştü
Yaptığımız araştırmalar gösteriyor ki genç beyaz yakalıların sosyoekonomik statüsü son yıllarda hızla geriliyor. Geçmişte iyi eğitim almış, iyi şirketlerde çalışan bu gençler doğrudan B sosyoekonomik grubuna kodlanırdı. Yani bugünün orta sınıfı, geleceğin ise orta-üst sınıfı. Oysa bugün verilerimiz açıkça gösteriyor ki aynı genç beyaz yakalılar giderek daha çok C1 grubunda tanımlanıyor.
C1 sosyoekonomik grubuna ait bireylerde, lisans eğitimi çoğu zaman söz konusu değildir. O zaman nasıl iyi eğitim alan genç beyaz yaka C1 oluyor?
En son yaptığımız alışverişçi araştırmamızda ortaya çıkan tablo, genç beyaz yaka grubunun ekonomik davranışlarını çarpıcı şekilde gözler önüne seriyor. Bu kitlenin önemli bir kısmı, yani yüzde 38’i C1 sosyoekonomik grupta kodlanmış durumda. Bu bulgu, aslında genç profesyonellerin önemli bir bölümünün hâlâ alt ve orta sınıf sınırlarında mücadele ettiğini ve gelir seviyeleri açısından kırılgan bir noktada olduklarını işaret ediyor. Yani, artık beyaz yaka olmak otomatik olarak ekonomik güvenceye kavuşmak anlamına gelmiyor.
Daha da dikkat çekici olan ise, bu kitlenin yüzde 64’ünün borçlarını kredi kartı üzerinden yönetiyor olması idi. Bu durum, günlük harcamaların dahi borçlanma ile karşılandığını, ekonomik dalgalanmalara karşı ciddi bir hassasiyetin var olduğunu gösteriyor. Nitekim, kişisel gelirinin olası artışlara yetmeyeceğini düşünenlerin oranı yüzde 61 gibi yüksek bir seviyede. Genç beyaz yakalıların geleceğe dair güven duygusunun zayıf olduğu, artan enflasyon ve yaşam maliyetleri karşısında kendilerini savunmasız hissettikleri net biçimde okunabiliyor.
Dönelim asıl meseleye, eğitimleri yüksek olmasına rağmen, nasıl C1 olmuşlardı? Verilere yakından baktığımızda meselenin özünde barınma krizinin yattığını görüyoruz.
Enflasyonun yükünü taşıyamıyor
Geçmişte kurumsal bir şirkette iş bulan genç bir beyaz yaka, işe girer girmez kendi hanesini kurabiliyordu. Maaşı kiraya, masraflara, temel ihtiyaçlara yetiyor, bağımsız bir hayatın kapısı hızla aralanıyordu. Bugünse tablo tamamen değişti. Kariyerine en az beş yılını vermiş bir genç, hâlâ ailesinin yanında yaşamak zorunda kalıyor. Çünkü aldığı maaş, büyükşehirlerdeki barınma maliyetlerini ve enflasyonun gündelik hayata sızan yükünü karşılamıyor.
Bu da verilerimizde ironik bir tablo ortaya çıkarıyor.
Araştırmalarda kişinin sosyoekonomik grubu belirlenirken hanedeki en yüksek gelire bakıldığı için, genç beyaz yakalıların yaşadığı evlerde çoğunlukla hâlâ babanın gelirinin önde olduğunu görüyoruz. Böyle olunca, tüm eğitimine, kurumsal deneyimine rağmen genç beyaz yaka otomatik olarak babasının grubuna, yani C1 kategorisine kodlanıyor.
Buradaki mesele yalnızca ekonomik bir düşüş değil. Aynı zamanda sembolik bir erozyon. Sosyoekonomik rollerin yerle bir olması. Eğitim, kariyer, çaba… Bütün bunların sosyal sınıf atlamada eskisi kadar belirleyici olamaması. Ve bu tablo, genç beyaz yakalılar için gelecek hayallerinin giderek daha da bulanıklaşması anlamına geliyor.
Çalışma hayatında bozulan sözleşme
Burada kritik bir nokta var, tüm çalışma düzeni aslında bir sözleşmeye dayanır. Emekçi emeğini verir, kurum da karşılığını vermek zorundadır. Emek değerini bulursa denge kurulur. Ama bugün bu sözleşmeler bozulmuş durumda.
Şirketler mutsuz. Çünkü çalışanlarından hâlâ yüksek performans, sınırsız aidiyet, her koşulda bağlılık bekliyorlar. Ancak bunun karşılığında güveni, ücreti, motivasyonu sağlayamıyorlar.
Genç beyaz yaka mutsuz. Çünkü o çok övülen kariyer basamaklarının artık hiçbir yere çıkmadığını düşünüyorlar. Maaşlar nominal olarak artsa bile alım gücü artmıyor. İş güvencesi yok. Ev araba sahibi olma hayali yok. Kendisini tüketen, sonu görünmeyen bir çark içinde sıkışmış hissediyorlar.
Önce bu yaşanan erozyonun adını koyalım: Beyaz yakalı olmak artık pek de havalı değil.
Bir zamanlar beyaz yakalı bir evlada sahip olmak, aileler için büyük bir gurur kaynağıydı. Oğlum-kızım kurumsal bir şirkette işe girdi cümlesi, adeta bir statü göstergesiydi. Bugünse aynı cümle, gençler için düşük maaş, uzun mesai, sahip olamama duygusu ve geleceksizlik anlamına geliyor. Yani bir zamanların statü sembolü, artık ağır bir yüke dönüşmüş durumda.
Sessiz istifa
İğneyi kendimize,çuvaldızı başkasına olmasın. Aynı sorunlar benim de çalıştığım, kurucusu olduğum şirkette yaşanıyor. Aslında durum her yerde aynı. İster büyük olsun ister küçük, yok bu aralar birbirimizden farkımız. Aynı sorunlarla boğuşuyoruz.
Dahası, gençler bu düzeni artık kabullenmiyor. Sessiz istifalar, kurumsaldan kaçışlar, kendi girişimini kurma hayalleri, bağımsız çalışma (freelance) ekonomisine yöneliş… Bunlar yalnızca bireysel tercihler değil, beyaz yakalı düzenin sarsıldığının toplu işaretleri.
Artık şu gerçeği kabul etmeliyiz, yakamız ne olursa olsun, hepimiz aynı çarkın dişlileri arasında eziliyoruz.
Bugün yaşadığımız tablo, çalışma hayatının krizidir. Yaka renkleri, kartvizitler, unvanlar… Hepsi birer yanılsamaya dönüşüyor. Ortada giderek derinleşen bir eşitsizlik ve geleceksizlik duygusu var.
Bu yüzden mesele, iş yerlerinde alınacak küçük önlemlerle çözülecek kadar basit değil, çok daha büyük bir ihtiyaçtan söz ediyoruz. Yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyaç var. Yakası hangi renkten olursa olsun, emeğin karşılığı onurlu bir yaşam olmalı.
Ve belki de artık yakaların rengini değil, ortak umutsuzluğumuzu konuşarak başlamamız gerekiyor.