20 Nisan 2024, Cumartesi
25.06.2021 04:30

Karantina Günlüğü’nün ardındaki hayat

Hayko Cepkin’i “vahşi” şeylerden bu “dingin” albüme getiren, 11 yıldır İstanbul’dan uzak olması. Uğraşması gereken bir bahçesi, altı köpeği, üç kedisi ve bir eşeği var. Ya gökte süzülüyor ya da stüdyosunda çalışıyor. Bu formülden ortaya huzur çıkıyor

Rengârenk, çok yönlü bir karakter Hayko Cepkin. Yaptığı o sert, biraz da karanlık tınlayan müziğinin ardında fazlasıyla aydınlık, son derece pozitif bir dünyası var. Bunda uzun yıllardır hayatını Ege’de hayvan dostlarıyla, mutluluk içerisinde sürdürüyor olmasının da payı var. İstanbul’dan erken kaçışının ardından huzuru doğada bulanlardan Cepkin. Gerçi sadece İstanbul’dan değil, dünyadan kaçmanın ve hayata meydan okumanın yollarını da arıyor. Gökyüzüne, paraşütlere, atlamaya olan tutkusu biraz da bu arayıştan geliyor. Onunla Kuşadası’nda geçirdiği hayatını, Fethiye’deki yamaç paraşütü girişimlerini, Beşiktaş tribünlerinde davul çaldığı yılları, pandemi döneminde yayınladığı Karantina Günlüğü albümünü konuştuk. Bir yandan müzik yapmaya devam ediyor, bir yandan da ekstrem sporlarla profesyonel olarak ilgileniyorsunuz. Hayatınızın nasıl bir dönemindesiniz? Yaptığım şeyler için “Bunlar karın doyurmayan hobiler, önce mesleğini seç” derlerdi. Tüm bunları mesleğe dönüştürdüğüm için çok şanslıyım. Müzisyen olarak endüstrinin en güzel dönemlerini deneyimledim. Pek çok insanın yapmaya cesaret edemeyeceği bir spor dalını, profesyonel olarak hayatıma ekledim. Şimdi bir de hava sporları şirketimiz var. Birine söylesen “Oğlum yapma” denilecek işlerdi hepsi. Tüm bu hayallerinizi gerçekleştirirken size ne yardımcı oldu? Hayallerimin hepsini gerçekleştirmiş bir insanım ben. Kimileri hayaline hiç ulaşamaz; istikrarlı, hırslı, dirençli değildir. Birçok sebepten dolayı, insanlar önlerindeki yol çatallaştığında, hayallerinden vazgeçip diğer yola sapabiliyor. Ama ben çok inatçı bir insanım. Başaramayacağım şeyleri hayal etmedim. İçinde olmak istemeyeceğim hiçbir şeye elime sürmedim. Bu dönem sizi nasıl etkiledi? Çok yorulduğumu fark ettim. 24 yıl oldu sahneye çıkalı. Milyonlar dinlenmiş şarkılarımız varken, aslında teliflerle hayatımızı idame ettirecek durumumuzun olması gerekiyor. Yorgunluk hissettiğimiz anda nadasa çekilme lüksümüz olmalıydı. Ama bu hiç olmadı. Beste yap, albüm yap, klip çek, konser ver, her şeyi aynı anda yaptık. İnsanların gözünde sanatsal konular basite indirgendiği için zannediliyor ki, bir tarafta sen konserleri yaparken, diğer tarafta besteler oluşuyor. Hem zihinsel, ben bedensel olarak bir tatil gibi geldi bana bu dönem. Benzer bir yorgunluk sizi yıllar önce İstanbul’dan uzaklaştırıp Ege’ye götürmüştü. Selçuk’a 2010 yılında geldim. Buranının yerlisiyim artık. Büyük şehirde başarabileceğimi umduğum hiçbir şeyi başaramayacağımı anlamıştım. Bir de bunalmıştım elbette. Sokağa çıktığımda kaldırımda bile yürüyemiyordun. Motorla trafiğe takıldığım gün, İstanbul’dan taşınmaya karar verdim. Bizim sektörde vardır; “Gidelim buradan” denir ama hep lafta kalır. Sanırım ben “Yeter” deyip gittim. Kuşadası’ndaki hayatınız nasıl? Şehir yorgunluğu, yaptığım koşturmaca zordu. Her şey zamanından çalıyor. Büyükşehirde uyanmak bile zor. En erken 11’de kalkıyordum. Gündüzü kullanmak olgunlaştıktan sonra çok önemli oluyor. Bütün işlerini göreceğin zaman o. Ergenlikte sabahlara kadar oturulur ya, çok tersmiş. Hiç hoşlanmıyorum artık. Kalkınca hayvanlarımı besler, bahçe işlerimi hallederim. Stüdyo hayatım ise hep aynı dört duvar arasında. Nerede olsa fark etmez. Kendimi bedensel ve zihinsel olarak çok iyi hissediyorum. Hayvan dostlarınız kimler? Altı köpek, üç kedi, bir eşekle birlikte hayatımızı sürdürüyoruz şu an. 20’lerimden bu yana evimde hep kedi, köpek vardı. Bahçede koşsunlar isterdim. O hayalimi gerçekleştirdim. Kişisel bağı en fazla bu sayıda hayvanla kurabiliyorsun. Hepsini evladın gibi seviyorsun. Barınak gibi fazla hayvan olsa aynı sevgiyi veremezsin. Bizimkiler ideal. Bu değişim, ruh haliniz müziğinize de yansımış. Son albümünüz Karantina Günlüğü kariyerinizdeki diğer çalışmalara göre farklı bir yerde duruyor. Bilinçli bir tercih miydi bu? Seyirci yeni çıkmış isimlere sahnede çok saygı göstermiyor. Bir uğultu sesi mutlaka olur konserde. Ben müziğe ilk başladığımda önce o uğultuyu bastırmak niyetindeydim. Konuşamayacakları kadar gürültülü bir müzik yapmak istiyordum. Bunu başardım. Şimdi o şarkıların ilk bestelendikleri ham hallerini sunmak istedim. Ben piyano eğitimi aldım. O şarkılar önce piyano ile kaydedildi. Müziğimin içerisinde tasavvufi bir kültür de vardır. Bu işin tasavvuf, mana tarafını öne çıkartmak istedim. Karantina Günlüğü’ndeki şarkılarla bunu yaptım. Müziğe dair neler planlıyorsunuz? Bir senedir evde, bunları düşündüğüm anlardayım. Çok vahşi de, çok dingin şeyler de geliyor aklıma. İçim müzik konusunda bipolar. Müzik sektörünün bir süre aksiyon alamayacağını düşündüğüm için “Yak ortalığı” diyorum içimden.  Türkiye’deki müzik endüstrisinin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Neyi bulursa onun suyunu çıkarma derdi olan bir endüstri. O yüzden gençlere hep derim ki; arkanızda duranlar, hızla çekilecektir. Pandemi sürecinde de anladık ki, biz “lüks tüketim” diye görülüyoruz. İnsanların yaşamaya güçleri varsa sizle ilgilenmeye başlıyorlar. Ama gözden kaçan şey, müzisyenler de aynı yaşam mücadelesi içerisinde. “Bu işler düzelince nasıl olsa birileri şarkı söyler” diye düşünüyor insanlar.

Beşiktaş tribünündeki davulculuğun acılı hikayesi

Karakanatlar adlı bir uçuş şirketi kurdunuz. Hikayesi nedir? Benim on senelik bir paraşütle atlama geçmişim var. ‘Skydive’da mutlaka bir uçağa, hangara ihtiyaç var. Meşakkatli bir spor. Bisiklete binmeye benzemiyor. Aktif olarak yapman ve bedenini çok iyi kontrol etmen gerekiyor. Çünkü hata payın yok. Pandemi döneminde uzak kaldım. Ölüdeniz, Babadağ’da yamaç paraşütü öğrenmeye karar verdim. Bir şekilde uçayım yani. Lisansımı aldım. Her biri çok başarılı pilot arkadaşlarımızla; “Bizim neden şirketimiz yok?” dedik. 10 Kasım’da, Atatürk’ün ölüm yıldönümünde, “İstikbal Göklerdedir” mottosuyla Extreme-G Karakanatlar’ı kurduk. Çok da manalı oldu. Gökyüzüne dair neyi bu kadar seviyorsunuz? Hayata meydan okumayı seviyorum diyebilirim. Her atlayışta meydan okuyorsun. Her seferinde çok korkuyorsun. Meydan okuduğun şeyin şakası yok çünkü. Aşağıya her indiğinde bir savaş kazanmış gibi hissediyorsun. Bu duygu da hiç geçmiyor. Hep onu yaşamak istiyorsun. Zeytinli Rock Festivali’ndeki konserinize paraşütle inmiştiniz. Sizin için nasıl bir deneyimdi? Hem binlerce seyirci vardı, hem de televizyon canlı yayınlıyordu. Ölüme meydan okuma işiydi. Bunu gerçekleştirmek için yedi sene plan yaptım. Birçok festivale teklif götürdüm. Kimisi korktu, kimisi vizyonu yakalayamadı. Zeytinli Rock Festivali’ne o kadar çok çıkmıştım ki, rüzgar raporlarına kadar ezbere biliyordum. Ama çok sıkıntılı bir yer. Antrenman yapsam da, binlerce seyirci karşısına paraşütle inip konser vermek... Nasıl desem, çok saçma bir şey. Çılgınlık mı desek? Bir daha olmaz. İçinden çıkılır bir duygu değildi. Daha fazla ses getirebilirdi. Yapılmış en büyük şovda bile belki bir ip bağlarsın. Bunda hiçbir şey yok. Havadan uzaylı gibi geliyorsun. Ben çok atlayış yaptım ama indiğimde konser vermedim. Normal bir atlayıştan çok daha büyük bir heyecan vardı. Her şeyi kusursuz yapmaya çalışıyorsun. Atladım, iner inmez sahneye çıktım, şarkılar başladı. Hızlı şarkılarla konsere başlarım. Fakat şarkılar çok yavaş geliyor. Sanki Türk sanat müziği söylüyoruz. Tonmaystere gittim; “Ya abi bu şarkılar niye yavaş, sıkıntı mı var?” diyorum. “Abi şu an sen çok yükseksin, şarkılar gayet normal, sahnene bak sen” dedi. Hayatımın en yavaş konseriydi benim için. (Gülüyor) Böyle başka planınız var mı? Fethiye’de olur bu iş. Uluslararası Fethiye Hava Oyunları Festivali esnasında olabilir. Babadağ’dan kendi paraşütümüzle yola çıkarız. Bildiğimiz, hep indiğimiz sahil. İner başlarız konsere. Bence muhteşem bir festival vizyonu da olur. Tedirgin olmadan bir tek orada yapılır. Fethiye’de yapılırsa grup da uçabilir, ama herkesin adrenalini yüksek olacak. Davulcu ekstra hızlı çalabilir? Ben hızlı söyleyebilirim? Nasıl olacak? Tam bilmiyorum. Uçuş demişken, Kara Kartallarla, Beşiktaş’la da bağınız güçlü. Babadan oğula geçme Beşiktaşlıyım. Senelerce tribünde, açıkta davul çaldım. Geçmişim karanlık benim (gülüyor). Tribün sever beni. Seyircinin içinde durmayı tercih ederim, çünkü arkadaşlarım orada. Bu seneki şampiyonluk kutlamasında da çok güzel karşıladılar beni. Bir müzisyene tribünün üçlü çektirmesi harika.  Beşiktaş tribünlerinde davul çalma hikayeniz nasıl başladı? 1994-1997 arasında, üç sene açık tribünde davul çaldım. Kapalıya transfer anım tuhaftır. Yağmurlu bir gündü. Davul ayağımda duruyor. Islanıyoruz diye bizi açıktan kapalıya alacaklar. Tribünleri ayıran demir kapıyı açtılar. Herkes yer kapmak için koşuyor. Koşarken davul ağzıma bir vurdu. İki dudağım da patladı. Kanlar içinde kapalıya vardım. Davul varken önde durursun ama kapalıya sonradan geldik diye arkaya geçtim ben. Davulun sesi duyulunca “Geç lan öne!” dediler. Bir baktılar ağzım, burnum kan içinde. Psikopat, fanatik bir davulcu gibiyim. Kapalıya da öyle transfer oldum. (Gülüyor).