İstanbullu bir babanın, İrlanda ve Barbados asıllı bir annenin kızları Nilüfer Yanya. Londra’da doğup büyüyen, son yılların gözdesi genç müzisyen, yeni albümü Painless’ı geçen haftalarda yayınladı. Bu albümle The New York Times’a ve Guardian’a röportajlar veren, Jimmy Fallon’dan Stephen Colbert’e birçok ismin şovlarında ağırladığı Yanya, bu sene dünyanın dört bir yanında sahne alacak. Nilüfer’le yeni albümünde neleri anlattığını, sanatçılarla dolu bir ailede büyümenin onu nasıl etkilediğini, Türk kültürüyle son yıllardaki meşguliyetini, mülteci çocukları destekledikleri Artists In Transit projesini konuştuk.
Yeni albümünüz Painless’ta nelerden bahsediyorsunuz?
Duygusal açıdan çok açık ve kırılgan bir albüm. Romantik ilişkilerimizdeki ve arkadaşlıklarımızdaki mesafelerden bahsediyorum. İlişkilerde her zaman dürüst davranamıyorsunuz. Karşınızdakinin sesi sizin sesinizden daha fazla da duyulabiliyor. Dostlukta da, aşkta da dengeyi bulmak kolay değil. Bunu bulduğunuzda çok şanslısınız. Bir metropolde olmak, Londra’da yaşamak ve şehir hayatının üzerimdeki etkileri de albüme yansıdı.
Radiohead ve Nirvana’ya benziyor
Albümü kaydederken neler dinliyordunuz? Size ilham veren isimler var mı?
Çocukluğumdan bu yana beni erkeklerden oluşan rock, punk ve ska grupları şekillendirdi. O zamanlar bu işi yapan kadın sayısının az olmasını pek de düşünmemiştim. Fakat karşıma Amy Winehouse’un Frank albümü çıkınca müziğe dair fikrim değişmeye başladı. Albümüm üzerinde çalışırken şarkıların Radiohead ve Nirvana şarkılarına, 1990’lar ‘grunge’ kayıtlarına benzediğini de fark ettim. Halbuki bunları o sıralar pek dinlemiyordum. Son zamanlarda da en çok Big Thief dinledim.
İlk albümünüzü yayınlanmanızın ardından müziğe ve hayata yaklaşımınız nasıl değişti? Bu yenisine nasıl hazırlandınız?
Sanırım hedeflerim değişti. İlk albüme kadar her şey o ilk çalışmanızı yayınlamak üzerine kurulu oluyor. Albüm etrafında düşünüyorsunuz. Fakat sonrasında nelerin beni heyecanlandırdığını yeniden düşündüm. Müziğimi de ona göre inşa ettim. Çocukken sadece turneye çıkma hayali bile benin için yeterli olurdu. Ama artık nasıl bir turneye çıkacağımı tasarlamak da önemli.
ABD’yi de da kapsayan büyük bir turnedesiniz. Nasıl hissediyorsunuz?
Pandemi döneminde dış dünyadaki etkileşime ne kadar ihtiyaç duyduğumu, ilhamımı bu etkileşimden aldığımı anladım. Son birkaç yılda müziğin gerçek, canlı bir şey olduğunu biraz unuttuk. Tekrardan sahneye çıktığım için çok heyecanlıyım. Aynı zamanda kaygılıyım da. Turnede olmak zorlu bir durum. Kimse durup dururken her gün farklı bir şehre gitmez. Kendini konfor alanının dışına çıkartıyorsun. Ama bunu deneyimlediğim, her gün farklı bir şehirde müziğimi paylaşabildiğim için çok mutluyum.
Parçası olduğunuz genç neslin gündeminde neler var? Dünyaya baktığınızda neleri sorun olarak görüyorsunuz?
Hem kadın hakları, hem de ırk ayrımcılığı açısından daha iyi bir yere gittiğimizi düşünüyorum. Ama hâlâ işin başındayız. Daha fazla şeyi sürdürülebilir hale getirmemiz gerekiyor. Bugün olduğumuz yer gelecekte olacağımız yerin garantisi değil. Belki de 10 yıl sonra daha da geride olacağız. Bu konularda daha fazla şeye açık olmak, daha fazla şeyi anlamak gerekiyor. Bunları şarkılarıma da yansıtmaya çalışıyorum.
Mültecilere yardımcı olduğunuz Artists In Transit adlı bir oluşum var. Neler yapıyorsunuz?
Sivil toplum örgütleriyle ve sosyal hizmetlerle de bağı olan ablamın fikriydi. Son yıllarda Avrupa’daki mülteci krizinin hepimiz farkındayız. Bir yerlerde, kamplarda sıkışıp kalıyorlar. Bu insanlarla tanışıp özellikle çocuklara bir şeyler verebilmek istedik. Aileleri çocuklarının mutlu olmasını istiyor. İçinde bulundukları durumdan çıkmalarını direkt olarak sağlayamasak da, bir bağ kurmalarına yardımcı olabilmek istedik. Bunu da sanat ve müzik atölyeleri düzenleyerek gerçekleştirmeye çalıştık. Müzik ve sanat eğitimine herkesin, özellikle de çocukların ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Babanız Türk, annenizse İrlanda ve Barbados asıllı. Bu çok kültürlülük sizi nasıl etkiledi?
Ben çocukken kimse Türk tarafımla ilgili konuşmak istemezdi. Londra’da büyürken zaten buralı olmaya çalışıyorsunuz. Köklerinizi pek de düşünmüyorsunuz. Fakat elbette müzikle ilişkim sonrasında bu konuyu daha fazla konuşmaya ve düşünmeye başladım. Bunu daha önceden pek de tanımadığım Türk kültürüyle kaynaşmanın bir fırsatı olarak da görüyorum. Bir yandan Türkçe dersleri alıyor, bir süre de İstanbul’da yaşamayı planlıyorum.
“Kendimi işe adamayı anne-babamdan öğrendim”
Aileniz de yaratıcı endüstride yer alıyor. Onlardan neler öğrendiniz?
Annem de babam da sanatçı. Özellikle babamın (Ali Yanya) çizdiği şeylerin büyük çoğunluğu Türk kültüründen de besleniyor. Her ikisi de işlerine çok fazla adanmış durumdalar. İşlerine ne kadar fazla vakit harcadıklarını bilerek büyüdüm. Yaptıkları şeyin çok büyük bir ilgi görmediği anda bile, onu yapmaktan vazgeçmediler. Başarılı olmalarının arkasında bence bu yatıyor. Bu bana çok ilham verdi. Müzikle ilişkimde de payları var. Annem piyano çalmamı sağladı. Sayesinde klasik müzikle ilgilendim. Beethoven ve Chopin çalardım. Ama sonradan daha havalı olduğunu düşündüğüm için gitara geçtim. Babam ise klasik Türk müziği dinlerdi. Saz da çalardı. Hatta o sazı albümdeki bir şarkıda (L/R) kullandım.