26 Nisan 2024, Cuma Gazete Oksijen
05.11.2021 04:30

Artık geri dönüş yok, aslan balığıyla yaşamayı öğreneceğiz

Aslan balığı ilk kez 8 yıl önce İskenderun’dan sularımıza girdi, en son İzmir Karaburun’da görüldü, yakında Karadeniz’e çıkması bekleniyor. Şu anda dünyanın en sıcak aslan balığı noktası Türkiye. Akdeniz Koruma Derneği Başkanı Zafer Kızılkaya, “Bu tek yönlü bir bilet. Artık aslan balığı bizde ve sonsuza kadar bu sularda olacak. Tek çaremiz tüketmek, bu balıktan kaçma şansımız yok” diyor

Akdeniz Koruma Derneği Başkanı Zafer Kızılkaya’yla söyleşimizi sayfaya sığdırmak için çıkarmak zorunda kaldığım bilgileri görseniz bana kızarsınız. O yüzden hiç giriş paragrafı, tanıtım yazısı vs. eklemeden hemen soru-cevaba geçiyorum: -Ankara’da büyümüş, inşaat mühendisliği bölümü mezunu bir sualtı araştırmacısı… Nasıl oldu bu? Ailem biyolog olmama izin vermediği için, diye kısaca yanıtlayayım. Ama daha okurken bile “Hayatım boyunca sadece denizlerin korunmasıyla ilgili bir iş yapacağım” diyordum. Kafamdaki tek şey bir an önce kameralarımı alıp, Uzakdoğu’ya gidip, araştırmalara katılmaktı, başka hiçbir planım yoktu.  -Suyun altını ilk ne zaman görmüştünüz? Çocukken tatillerde Marmaris’te, ama ilk aletli dalış eğitimimi ODTÜ’de aldım. Tesadüf okula girdiğim 1986’da Sualtı Dalış Grubu kurulmuştu. Hemen katıldım ve sonraki yıllarda teknik dalış hocası, paramedik, sualtı fotoğrafçısı oldum, kıyı alanları yönetimi üzerine yüksek lisans yaptım. -Uzakdoğu’nun yolu nasıl açıldı? Bir ilana başvurdum, mülakata çağrıldım, o mülakat sırasında başka bir masadaki bir kağıt yığınını gördüm, üzerinde siyah beyaz balık çizimleri vardı, bunlar ne dedim, aslında biz balık biyoloğu arıyoruz, Endonezya’daki resiflerde yaklaşık iki bin balık sayılacak dendi. Dedim, “Ben balıklara çok meraklıyım, bu sınavı merak ettim”; iyi al bak, dediler. -Niye balıklara meraklısınız? Doğduğumda başlamış olabilir, onunla ilgili net bir şey söyleyemiyorum, balık gördüğüm anda mood’um değişiyor, tamamen içgüdüsel bir şey… Kağıtları aldım önüme, sadece siyah beyaz balık çizimleri var, altına o balığın Latince aile adını yazmanız gerekiyor. 50 sorudan 36’sını bilmişim. Adam baktı baktı, sen şaka mısın, dedi. Niye? Şu ana kadarki en yüksek skor 22. Balık biyoloğu olarak çalışır mısın dedi, çalışırım dedim. Yıl 1995, Endonezya’nın Sulawesi adasının da güneydoğusunda ıssız bir adaya gittik.

AKD’nin amblemindeki balık Dülger veya Peygamber Balığı. Nesli hem azaldığı hem de Sait Faik Abasıyanık’ın bir hikayesine atfen. Ortasındaki mavi nokta da okyanuslar için bir mavi boncuk olsun niyetiyle…
AKD’nin amblemindeki balık Dülger veya Peygamber Balığı. Nesli hem azaldığı hem de Sait Faik Abasıyanık’ın bir hikayesine atfen. Ortasındaki mavi nokta da okyanuslar için bir mavi boncuk olsun niyetiyle…
-Araştırma konusu neydi? “Mercan Üçgeni” denen bir yer var; Filipinler-Endonezya-Avustralya.  Dünyada sualtı biyolojik çeşitliliğinin en fazla olduğu yer. Sulawesi de tam o üçgenin merkezinde bulunuyor. 4 bin çeşit balık, 700 tür mercan var. O üçgenden dünyanın başka taraflarına doğru gittikçe biyoçeşitlilik azalıyor, peki merkez niye burası diye bir araştırmaydı. Süresi ve ölçeği bakımından o noktada yapılan ilk büyük araştırma bizimkiydi. -Siz ne yaptınız? Birincisi çok şey öğrendim, inanılmaz bilim insanlarıyla çalıştım, okyanusu, mercanları, omurgasızları, DNA toplanmasını, deliler gibi her şeyi öğrendim. Her gün sabahtan geceyarılarına kadar daldım. Aslında gördüğüm her şeyi zaten tanıyormuşum gibi geliyordu, ki hakikaten de tanıyordum. Herhalde bir tür otizm olmalı bu, durduk yere bir insan neden bu kadar balığın Latince adını hatırlar, hala bilmiyorum. Araştırmayla beraber orasının sualtı milli parkı olması için de çalıştık, projenin üçüncü yılında ben yöneticisi oldum ve beş yıl sonunda başardık. Bu arada 1996’da projeyi ziyarete National Geographic (NG) ekibi geldi. Onlarla ben ilgilendim, daha sonra NG iş teklif etti, araştırma ve ekspedisyon komitesi Pasifik danışmanı oldum. Böylece NG’nin bütün sualtı ekspedisyonlarına tanıklık etme, bilimsel araştırmaları izleme, onları filme çekme gibi bir süreç başladı hayatımda. Paranız olsa bu kadar vaktiniz, vaktiniz olsa bu kadar paranızın olamayacağı inanılmaz bir deneyimdi.
Aslan balığı çok yiyip çok üreyen bir tür. Yılda yaklaşık 2 milyon yumurta döküyor. Midesi dört katına kadar genişleyebildiği için çok fazla beslenebiliyor. Mönüsü ağırlıklı olarak yengeç, ahtapot, iskorpit gibi balık ve kabuklu türlerin yavruları.
Aslan balığı çok yiyip çok üreyen bir tür. Yılda yaklaşık 2 milyon yumurta döküyor. Midesi dört katına kadar genişleyebildiği için çok fazla beslenebiliyor. Mönüsü ağırlıklı olarak yengeç, ahtapot, iskorpit gibi balık ve kabuklu türlerin yavruları.

Denizler karalardan daha önemli

-Nasıl etkiledi bu sizi, özellikle yaşam felsefeniz bakımından soruyorum… Bir insanın hayatta yapabileceği -bunu çok kuvvetle iddia ediyorum- tek ve bir tane güzel şey var; o da bu gezegenin hala sahip olduğu inanılmaz biyolojik çeşitliliği bugün değil, şu saniye gidip görmek, şu saniye tanık olmak. Gezegenin zenginliğini gerçekten algılayabilmek bir insanın hayatında yapabileceği en güzel şey. Ve bunu yaparken de gördüğünüz her şeyi “niye böyle” diye sürekli sorgulamak… Çünkü NG ekspedisyonları hep yeni bir üniversiteye başlamak gibidir. Her projeye yeni bilim insanları gelir, daha önce hiç araştırılmamış konuları araştırırlar. Çünkü dünyadaki kimse bakmamış bu konulara, denizlerdeki virüse, bakterilere kimse bakmamış… Düşünün 1 santimetre küp suda 100 milyon, 1 santimetre kare mercan yüzeyinde 1 milyar tane bakteri ve virüs var ve bizim bunlardan hiç haberimiz yoktu. Ancak DNA örnekleme teknolojisi 2000’lerden sonra ucuzladı da mikrobiyoloji denizlerle ilgili çalışmaya başladı, bu bilim insanları sahneye çıktı ve bizler de ağzımız açık onların keşfettiği şeyleri öğreniyor durumuna geldik. -Uzaya çıkmışız, ama denizler için çok geç kalmışız? Tabii, çünkü dünya hiçbir zaman önem vermemiş Okyanus’a… En basitini söyleyeyim size, dünyadaki karaların toplamında gerçek anlamda etkili koruma alanı yüzde 7’dir. Dünya denizlerinin ise gerçek korunan alanı yüzde 0.03. Oysaki denizler o kadar önemli ki sadece bir örnek vereyim, oksijenimizin yüzde 60’ı denizdeki küçük fitoplanktonlar tarafından üretiliyor; karasal bitkilerin üretimi yüzde 35-40’larda. -Niye bu ihmal sizce? Çünkü uzak, çünkü ulaşılması zor, kimse karışmıyor… O yüzden değil korumak, tüm dünya talan ediyoruz ve durum sürekli kötüye gidiyor. Mesela benim Endonezya’dayken gördüğüm o biyoçeşitliliğin yüzde 90’ı, gözlerimizin önünde yedi sene içinde yok oldu. Biz daha o zamandan görmüştük, “2030’da bu iş bitecek” diye. Ve 2030’da gerçekten bitecek, resiflerdeki çeşitliliğin yüzde 80’i sonsuza dek tarih olacak. https://www.youtube.com/watch?v=9bqLi2TV53g -Nasıl becerdik bunu? Karbondioksit atmosferde arttığı zaman denizde de çözülüyor. Deniz suyunda artınca suyun pH’ı değişiyor, asidikleşme başlıyor. Asidikleşme de kabukluların kabuk yapmasına engel oluyor. 2030’a geldiğimizde atmosferdeki karbondioksit miktarı kesinlikle 600 ppm’i aşacak, artık bunun geri dönüşü kalmadı. O ppm’de okyanusta mercan büyümez. Oysa bu dünya için mercanlar o kadar önemli ki, hem karbon tutuyor hem de denizlerdeki besin zincirinin sağlıklı olmasını sağlıyor. Düşünün, denizlerde 3 milyar yıldır yaşam var ve mercan resiflerinin yaşı 3 milyar. -Aslında denizel canlılık, karadakinden daha mı önemli? Karasal biyoçeşitliliğin denizlerle boy ölçüşmesi mümkün değil. Amazonlar veya yağmur ormanları bile denizlerdeki çeşitliliğin arkasından gelir.  -Peki şöyle sorayım; bu çeşitliliğin “insan”a faydası ne? Çok doğru bir soru: Şu anda 2 milyar insanın günlük tek protein kaynağı denizden tuttuğu üç-beş balık. Eğer 10 tane tutabiliyorsa beş tanesini takas yapıp, karşılığında pirinç veya kıyafet alıyor. Denizdeki canlılığın ana merkezi ise mercanlar. Milyonlarca türe ev sahipliği yapıyor. 4 bin tür balığın tek esprisi orada mercanların olması. Hepsi mercanlarda besleniyor, saklanıyor. Mercanları sistemden çektiğiniz anda tüm bu ekoloji kaybolup gider. Dolayısıyla o 2 milyar insanın her gün yemek zorunda olduğu o beş balık da sistemden kaybolur. Yani 2030 yılında dünyada en az 2 milyar insanın tamamen aç kalmasıyla sonuçlanabilecek bir felaket senaryosu var önümüzde. Biz daha insan göçü dalgasını sadece politik olaylardan dolayı gördük, onun çok küçük bir miktarı iklim değişikliği yüzündendi. Esas iklim değişikliğiyle ilgili kısım başlayınca bunun önüne kimse geçemez. Milyonlarca ve milyonlarca insan çok yakın bir zamanda Afrika’dan, Ortadoğu’dan bu taraflara kaçmak zorunda.

Senin annen bir Pasifikliydi Sokkan

-2030’a sadece sekiz yıl kaldı, ama denizlerdeki biyoçeşitliliğin azalmasının mesela bu cuma günü Oksijen’i alıp koltuğunda bizi okuyacak olan okura etkisi nedir? Cumayı beklemeyin, bir saat sonra bile etkisi var, şu an bile etkisi var.  Şimdi dünya küreselleşti, küreselleşince 1869’da Süveyş Kanalı açıldı. Şu anda bizim sularımıza biyokütle olarak baktığımızda oradan gelen, o denizlere ait, burada “istilacı” diye hükmettiğimiz balıklar bizim denizlerimizde hakim olmaya başladı. -Ne oldu da şimdi gelmeye başladılar? Eskiden Süveyş Kanalı’ndan balık göçü çok zordu, çünkü Kızıldeniz’in önünde Nil’in yaklaşık 70 kilometrelik bir tatlı su bariyeri vardı. Pasifik ve Hint Okyanusu kökenli balık türlerinin çok azı o bariyeri aşıp Akdeniz’de bir yer edinebiliyordu. Ama ne zamanki 1974’te Aswan Barajı yapıldı, Nil’in suları artık hiçbir şekilde Akdeniz’e ulaşmayınca o tatlısu bariyeri kayboldu. Üzerine bir de küresel iklim değişikliğine bağlı olarak deniz suyundaki ısınma da eklenince kapılarımız bütün Pasifik balıklarına açıldı. Bu neye benziyor biliyor musunuz; 20 tane İspanyol’un ellerinde kılıçlarla Aztek ve İnka uygarlıklarının tamamını yok etmesi gibi bir şey. O gelen Pasifik balıkları o kadar güçlüler ki, gelen her türün elinde kılıç var, bizim Akdeniz’deki balıkların elinde sopa bile yok, öyle düşünün. Rekabet gücü, beslenme alışkanlığı falan; bizimkiler o istilacı balıkların yanına yaklaşamaz.  https://www.youtube.com/watch?v=3UrwoKkJNwM -İlk ne zaman görüldü bir istilacı balık? Türkiye’de kimse bunun farkında değil, ama “rabbitfish” denen, Egelilerin “sokkan” ya da “sokan” dediği balığın ilk kaydı 1945’tir.  -Ama Gökovalılar onu bizim yerli balığımız diye tanıtıyor... Artık öyle zannediyor insanlar tabii. Oysa Pasifik’ten gelen tam bir istilacı balık. Üstelik bu balık otçul olduğu için bizim makroalg dediğimiz, kayaların üzerinde olması gereken en önemli ekosistem üreticisini de yiye yiye bitirdiler. Denizde güneş ışığını alan bir kayanın üzeri ister Antartika’da olsun ister Türkiye’de, boş olamaz. Mutlaka üzerinde makroalg örtüsünün olması lazım. Ama gelin bizim suların altına bakın kayaların üstü bomboş. Sanki nükleer savaş olmuş gibi. Böyle bir şey olamaz. Bu neye benziyor biliyor musunuz, yarın sabah kalkıyoruz ve Türkiye’de bir tane ağaç kalmamış. Fakat işte bu suyun altında olduğu için kimse farkında değil. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en büyük biyolojik çeşitlilik kaybı aslında makroalg örtümüzün kaybolmasıyla sualtında yaşandı. 

Tarihin en büyük yıkımı yaşandı

-Hangi tarihler arası? Son 15-20 sene çok daha yoğun. Çünkü daha önce bu sokkanları yiyen balıklar vardı. Kimdi bunlar? Sinaritti, orfozdu, lagostu… E siz bunların üzerinde baskı kuracak balıkların tamamını avlayıp yok ettiğiniz zaman sokkanların önlerinde hiçbir engel kalmadı ve bütün makroalgleri bitirdiler. İkinci neden sular ısınıyor; sular ısındığı için eskiden yılda bir kez üreyen sokkan artık bir yılda üç kez yumurta döküyor. Ekonomik değeri var mı? Popüler bir balık mı? Hayır, sadece yerliler bilir, yer. Yunanistan’da kilosu 25 Euro’yken bizde kilosu 25 TL.  -Ama bu Süveyş Kanalı’ndan ve iklim değişikliğinin yoğunlaşmasından önce girmiş bir balık… Evet, büyük olasılıkla gemilerin balast tanklarına tropikal bölgelerden almış oldukları deniz suyunu Akdeniz’de basmaları sonucu larva ve yumurtalarla gelen bir tür. Denizde güçlü balık bırakmadığımız için de hızla çoğaldılar.  -Peki şu an denizlerimizde istilacı ne var? Çok var, kılkuyruk mercan, asker balığı, lokum balığı, deniz kestanesi ama en güçlü olanı “aslan balığı”. İlk kez 2014 yılında İskenderun’da görüldü, ama şu an bütün biyokütlenin yarısına yakınını kaplamış durumda. Daha da artacak. Çünkü aslan balığının bir özelliği var, soğuk sularda da yaşayabiliyor, 8 dereceye kadar bana mısın demiyor.  -En son sınır neresi? En son İzmir Karaburun’da görüldü, ama Karadeniz’e kadar çıkacak. -Nasıl bu kadar hızlı yayılıyor? Gececi bir balık, gündüzleri kayaların altında yatıyor, gece olduğu zaman çıkıp, uyuyan balıkları tık tık tık tık yakalıyor. Bizim yerli balığın bütün yavrularını bu balıklar tüketiyor.  -Aslan balığının avcı balığı var mı? Başta orfoz ve lagos gibi bütün karnivor balıklar avlayabilir, ama bu türler çok azaldığı için aslan balığı üzerinde bir etkileri olmuyor. -Büyüklüğü ne kadar? Bir kiloya kadar çıkıyor.  -Tadı nasıl? Çok lezzetli, deneyen tüm şefler aynı şeyi söylediler. Lagosa çok benziyor. Ancak sırt dikenleri ciddi zehirli.  -Denizde yüzerken karşılaşırsak tehlikeli mi? Hayır gündüzleri kayaların altında saklanıyor, temas etmek mümkün değil. Yakaladıktan sonra sırt dikenlerini dikkatlice kesmek gerekiyor, o kadar. Artık buna herkes alıştı, balıkçısı da restorancısı da… Şu an en az 29 lüks lokantanın mönüsünde. -Siz yiyor musunuz? Ben artık sadece istilacı balık tüketiyorum.  -Biz her balıkçıda bulabilir miyiz? O seviyeye daha gelmedik, ama gidin bir balıkçıya, bana aslan balığı getirir misiniz deyin, hemen yarın size geldi diye telefon ederler.  -Büyük market zincirlerine girer mi? Şu anda bizden istiyorlar, ama daha tam network’ümüzü oluşturamadık. Bugün veririm, yarın istediklerinde veremezsem diye o işe giremiyoruz. Restoranlar da öyle. Mönüme koyduktan sonra aksaklık olmaması lazım diyorlar. Bozburun ve Datça’daki balıkçılardan alıp, depoluyoruz ama henüz sürekli akış sağlayacak bir organizasyonumuz yok. Sonuçta biz de bu işi Akdeniz Koruma Derneği’nin mevcut kadrosuyla yapmaya çalışıyoruz. Oysa ki hepimizin deniz alanlarını korumak gibi başka başka işleri var. Bir anda durduk yere “kayyaf” olduk. Sonunda artık bir satış müdürü aldık. Yurt dışından sırf bununla ilgili fon bulduk. Ayrıca BM Tarım ve Gıda Örgütü’yle de bu balığı hem izleme hem daha fazla tanıtılmasıyla ilgili çok daha büyük bir proje yapacağız. -Dondurulmuş olarak pazarlamayı düşündünüz mü? Düşündük, hatta büyük bir firma bizimle temasa geçti. Ama hem akışı sağlayamamaktan çekindik, hem de şeflerimiz, ki görüştüklerimizin hepsi Türkiye’nin çok tanınan şefleri, bakın biz bu balığı bir yere getirdik, tabakta inanılmaz bir görüntüye kavuşturduk, eğer siz bunu torbalarda satılan donmuş bir balık haline getirirseniz bu balık degrade olur dediler. Dolayısıyla şimdilik o proje duruyor, ama yarın bir gün aslan balığı korkunç miktarlara ulaştığı zaman soğuk zincire de yönelebiliriz.

Tezgahta “kırmızı balık” seksapeli

-İş kedi mamasına kadar gider mi? Gitmez çünkü çok değerli bir balık bu. Bir kere herkes tezgaha baktığı zaman psikolojik olarak kırmızı balık yemek ister. Çünkü kırmızı balık her zaman daha lezzetlidir. Aslan balığı da kırmızı bir balık ve görüntü itibarıyla o seksiliğe sahip. Ayrıca zaten çok lezzetli. İnsanlar deniz aslan balığını yedikten sonra zaten çiftlik balıklarını bırakır. -İstila ettiği dünyanın başka bir yeri var mı? Bir kasırga sırasında akvaryumun denize karışması sonucu Orta Amerika’da var. Mesela Belize, Kadıköy’den biraz büyük bir ülke, ama aslan balığından yılda 10 milyon dolar kazanıyorlar. Bizim daha fazlasını yapmamamız için bir sebep yok çünkü şu anda dünyada aslan balığının en sıcak noktası Türkiye. Sayı ve artış hızı bakımından birinci ülkeyiz. Artık geri dönüşü yok. Bu tek yönlü bir bilet. Artık aslan balığı bizde ve sonsuza kadar bu sularda olacak. Tek bir yöntem var, birlikte yaşamayı öğreneceğiz.  -Yani “tüketeceğiz”? Tek çaremiz bu, aslan balığından kaçma şansımız yok. Üstelik bundan herkes faydalanacak. Küçük balıkçı, bugün ağından çıkan yüzde 50-60 oranındaki istilacı türü bütün gün ağından temizleyip denize geri atmaktansa ondan para kazanacak. Lokantalar çok lezzetli, doğal yetişmiş bir deniz balığını daha ucuza alıp, mönülerine sokacak. Büyük balıkçılar bizim korumaya çalıştığımız balıklarla hiç uğraşmayıp, zaten yakalaması çok kolay olan istilacı balıklara yönelecekler. Böylece istilacı türlerin üzerinde hiçbir baskı yokken bir anda insan baskısıyla beraber denizlerimizdeki biyokütlesi azalacak.  -Siz 12 yıldır deniyorsunuz; bu baskılama yöntemi gerçekten işe yarıyor mu? Bakın bizim Gökova’da ilan ettirdiğimiz balıkçılığa kapalı alanlarda kimse gelip avcılık yapamayınca lagos, orfoz, sinarit inanılmaz bir şekilde büyüdü. İçerisi lagos, orfoz kaynıyor. Ve hepsi oradaki sokkanlarla besleniyorlar. Her sene sayım yaptığımız zaman bakıyoruz, balıkçılığa kapalı alan içinde çok az sokkan varken dışarıda tonlarca var.  -Peki kapalı alanda makroalgler de çıkmaya başladı mı? Onlar da çıkmaya başladı. Demek ki koruyup eko sistemi en sağlıklı noktaya doğru yönlendirdiğiniz zaman zaten istilacılarla bir mücadele modeliniz kendi kendine ortaya çıkmış oluyor. Bunu bir bağışıklık sistemi gibi düşünün. C vitamini veriyorsunuz. Denize C vitaminini nasıl veriyorsunuz? Orayı koruyarak ve kimseyi avlandırmayarak. https://www.youtube.com/watch?v=i0zxwF83G-o

 Dünyanın en faydalı yağ içeren proteinini tavuk yemi yapıyoruz

-Yediklerimizin “deniz levreği” olma ihtimali nedir? Yüzde 99.9999’u çiftlik. Denizde öyle bir levrek yok. Ama tabii ben çiftlik balığı yemeyin demiyorum, piyasadaki şu an en ucuz balık o. Ayrıca gayet yağlanmış, lezzetli balıklar da üretiliyor ancak çoğu soya bazlı besleniyor. İçinde ne kadar Omega 3 konsantrasyonu var o balığın, onu bilmiyoruz. O balıkların yetiştiği kalabalık kafesleri, o suların kirlilik derecesini bilmiyoruz. Dolayısıyla asla doğadaki bir balıkla kıyaslanamaz. -Ne yiyelim? Türkiye’de yakalanan balığın yüzde 80’i hamsi. Ve Karadeniz hamsisi dünyada en yararlı yağları içeren tek balık, açık ara. Hamsinin yanına yaklaşacak kenarından geçecek başka bir balık yok. -Sardalya? Sardalya da belli bir ölçüde, ama sardalya 2 ise hamsi 30. Hamsi bir mucize tek başına. Peki biz ne yapıyoruz? Yakalanan hamsinin yüzde 90’ı un fabrikalarına gidiyor. Hamsi unu oluyor. Onunla da ya tavuk ya balık yemi yapıyoruz, ya da tarlalara gübre olarak veriyoruz. Dünyanın içinde en sağlıklı yağ olan proteinini, uğruna AB’yle müzakerelerde en sert anlaşmazlıkları yaşadığımız hamsiden yaptığımız şey bu. Böyle bir örnek dünyada daha yok. Halbuki bizim yatıp kalkıp hamsi yememiz lazım, lezzet söz konusuysa yine hamsi yememiz gerekiyor. Ama bir tane bile o hamsiyi 12 ay önümüze getirecek bir fabrika yok. Urla’da yaşıyorum, Karadeniz hamsisi bulamıyorum. Halbuki avladığımızın yüzde 80’i hamsi. DİKKAT: 9 cm altında hamsi satışı yasaktır. https://www.youtube.com/watch?v=mAyIQD1kg6U

Her şey Badem’in sayesinde başladı

• 2006’da Endonezya’dan ailemi ziyarete geldiğim günlerde tesadüfen Didim kıyılarına vurmuş bir yavru Akdeniz foku bulundu: Badem! Hemen yakın görüştüğüm rahmetli Mustafa’yla Caroline Koç’u aradım, nesli tükenmek üzere, bunu bizim büyütmemiz lazım dedim. Tamam dediler, ne gerekiyorsa yapalım. NG’den dört ay izin aldım. O zamanlar Sualtı Araştırmaları Derneği kurucusu üyesiyim. Foça’da Badem için bir rehabilitasyon merkezi kurduk, rehabilitasyon bitince denize geri gönderdik, sonra ben de Endonezya’ya döndüm. Kısa bir süre sonra beni aradılar, senin Badem Datça’da bir okul bahçesinde çocuklarla oyun oynuyor, diye. Tabii hemen döndüm. Badem’i takip etmeye başladık, insanlarla fazla iletişimi kesmesi için ona büyük bir havuz yaptırdık vs.  • O dönem ben de Gökova’da dalmaya başladım. Bir baktım aşağıda savaş olmuş. Ne balık var ne makroalg, hiçbir şey yok. Gördüklerimi NG’yle paylaştım. Yaklaşık 3 milyon dolarlık bir proje yaptık. İspanya’dan bizim Suriye sınırına kadar Akdeniz’deki kayalık resiflerin ne kadar sağlıklı olduğuyla ilgili büyük bir çalışma. Sonuçlar bir çıktı Gökova Körfezi bütün Akdeniz’de en az balık olan yer. Metrekareye 4 gram. Dünyanın neresine giderseniz gidin kayalık bir resifte metrekareye düşen balık miktarı bir numaralı sağlık göstergesidir. İspanya ve İtalya’da 130 gram/metrekare olan yerler var. Fark o kadar korkunç ki… Bir de aşağısı tamamen kopmuş, kaybolmuş, atılmış ağlar misinalarla dolu, ağlarsınız ortama.  • Dernek üzerinden BM’ye ilk kez Türkiye’de deniz koruma alanları (DKA) yaratılmasıyla ilgili bir proje yazdım, yıl 2009. 20 bin dolarlık bir fon aldık. Bir yıl bütün balıkçıları tek tek ziyaret ettik, anlattık. Gökova’da zaten balıkçılık çökmüş durumdaydı. Dolayısıyla bizim gösterdiğimiz koruma alanları kavga dövüş de olsa kabul edildi. Gökova Körfezi 1400 kilometrekaredir. Biz bunun altı noktada 30 kilometrekarelik alanını her türlü balıkçılığa, 300 kilometre kareyi de gırgır ve trol avcılığına kapattık. Çünkü balık bitmiş, ama hala o son balığa kadar peşinde olan yasadışı avcılar var. • Kağıt üzerinde ilan ettik, ama peki buraları kim koruyacak? Teknik olarak Sahil Güvenlik Komutanlığı (SGK), ama onların da bütün mesaileri mülteci meselesiyle geçiyor. Gökova körfezinde bir tane bot bile yok, ne personel var ne de tekne. O zaman ben rahmetli Mustafa Koç’a dedim ki bu alanları biz kendimiz koruyacağız. 2012 yılında Caroline-Mustafa Koç, Ayşegül Dinçkök, Gökovalı balıkçılar ve Ege Üniversitesi’nden akademisyenlerle birlikte Akdeniz Koruma Derneği’ni (AKD) kurduk. Merkezi Cambridge’te olan Fauna&Flora International’dan yılda 30 bin dolarlık bir fonla işe başladık. • En büyük giderimiz yakıt. Çünkü sürekli bir botumuz 7/24 yasadışı avcılara karşı devriye yapıyor. Sekiz adet botumuz, 10 korucumuz var. Korucularımızın ceza kesme yetkisi yok, ama bütün yasadışı eylemleri anında özel yazılımlı telefonlarıyla sisteme kaydediyorlar. Biz de eş zamanlı olarak SGK’ya veya Tarım Bakanlığı’na bildiriyoruz. Bazen SGK personeli de bizim korucularımızla devriyeye çıkıyor. Dolayısıyla bir AKD’nin botunu uzaktan gördüğünüz zaman içinden kimin çıkacağı belli değil. Bu da çok caydırıcı oluyor. • Sistem artık oturdu. Denizin içine ve dışına kurduğumuz kameralarla 24 saat çok net görüntü alıyoruz. Oturduğumuz yerden bütün koruma alanımızı izleyebiliyoruz. Bu koruma alanını Antalya’ya kadar yaymak istiyoruz.  • Tabii bugüne kadar korucularımıza ateş edenler, karada yakalayıp dövenler, açılan davalar gibi çok üzücü olaylar da oldu. Bu iş cengaverlik istiyor maalesef. Yasadışı balıkçılık deyip geçmeyin, o kadar korkunç paralar kazanıyorlar ki… • Mesela Japonya’da balıkçılar kapalı alanları kendileri ilan ediyorlar. Şu alanları şu kadar süre biz kapatacağız, burada balıklar artsın ki öbür taraflara gitsin, daha çok balık avlayalım, diyorlar. Şu an Japonya’da 1.300 tane balıkçılığa kapalı alan var ve tek bir avcı da oraya girmiyor. Tamamen kültürel ve ahlaki bir olay.  • Akdeniz Koruma Derneği’nin işlerliğini artırmak için iki hedefimiz var: 1-Devleti sahaya çekmek. Böylece daha büyük bir ortak yönetim kurmak istiyoruz. Devlet, biz, küçük balıkçı, yerli halk, masanın başına hepimiz eşit oturmalıyız. Ama bu işi yapmak için sürdürülebilir finansmanı olan devlet. 2-İstilacı balıkları restoranlara ulaştırarak biz de eğer bu işten bir para kazanabilirsek kendimize denizleri korumak ve ekosistem restorasyonu için sürdürülebilir bir fon yaratmak. Çünkü biz aldığımız projelerle bu korumayı bir yere kadar götürebiliriz. Düşünün, bir koruma botunu 100 saatte bir bakıma almanız gerek ve her bakım 10 bin lira demek. Projeler bittiği anda biz bunları nasıl karşılayacağız? İngiltere’deki, ABD’deki veya BM’deki fonlara hiç ihtiyaç duymadan Akdeniz’i korumayı nasıl sürdüreceğiz, hep bunun için çalışıyoruz. NOT: Badem, 2016’dan beri Türkiye kıyılarında görünmedi. En son kafasında ve yüzünde yara izleri bıraktığımız Badem’in Yunan Adaları’nda olduğu tahmin ediliyor.

Akdeniz Koruma Derneği 12 yılda ne başardı?

1- Dünyada koruma alanları ilan ederek denizi koruyan tek STK’yız.  2- Gökova’da koruduğumuz alanlardaki balık biyokütlesini 4 gram/metrekareden 140 gram/metrekareye çıkardık. Şu an korunmayan alanların en az 10 katı kadar balık var içeride. 3- Kapalı alandaki balıkların yüzde 80’i lagos ve orfoz. Onlar içeride olduğu için istilacılar azaldı, kayalarda yeniden makroalgler çıkmaya başladı.  4- Balık koruma alanı yapmak bankadaki para gibidir; balık arttıkça bir süre sonra dışarı taşıyor, dışarı taşan balık da sizin faiziniz oluyor. Koruma devam ettikçe hem ana para büyüyor hem faiz. 2010’da proje başladığında Gökova’daki küçük balıkçıların tekne başına geliri 1.400 lirayken şu anda 14 bin lira. Enflasyona oranladığınızda bu değer elbette azalır, ama dün balıkçılığı bırakmayı düşünen insanlar artık yarına umutla bakabiliyorlar. 5- 12 yıl boyunca dünyada ve ülkemizde pek çok ödül aldık. Bunlardan biri “Yeşil Oscar” olarak bilinen 2017 Whitley Doğa Koruma Altın Ödülü. Bizim alanımızda bundan daha büyük bir ödül yok. Ama ödüllerden bile daha önemlisi 2019’da Cambridge Conservation Initiative’in (CCI) derneğimizi davet edip, bize “Yaptığınız iş çok başarılı, bunu çok daha büyük ölçeğe taşıyabilir misiniz” demesidir. CCI, dünyanın en büyük 12 vakfının oluşturduğu bir girişim. Avrupa’nın sekiz büyük ölçekli ekosistem restorasyonu projesini seçtiler. Biz o sekiz projeden biriyiz ve seçtikleri tek denizel projeyiz.

Köpekbalığının girdiği resife hastalık girmez

-Köpekbalıklarını niçin korumalıyız? Çünkü İngilizce “apex” dediğimiz, Türkçesi besin zincirinin en üstündeki balıklar bunlar. Köpekbalığı, Akdeniz foku, orfoz, lagos, sinarit… Bunları sistemden aldığınız anda zincirin en altındaki virüse kadar yıkım başlatıyorsunuz. Bilhassa Okyanus’ta dengeyi sağlayan en önemli taş köpekbalığı. Elinizde bir iskambil destesi varsa hepsinin en üstünde köpekbalığı var. O olmadığı zaman elinizde bir güç yok, ekosistemi kaybediyorsunuz, aşağıda sağlık tamamen çöküyor, bütün balık kompozisyonu bozuluyor. NG olarak 2005’te çok büyük bir ekspedisyon yaptık ve sonuç şöyle çıktı: Nerede köpekbalıkları var, resifte hiçbir hastalık, patojen yok. Nerede büyük balıklar alınmış resif hastalık içinde. -En büyük meraklısı Çinliler? Çin, Uzakdoğu… Yılda 200 milyon köpekbalığı öldürülüyor. Çoğunluğu sırt yüzgecinden çorba yapmak için, geri kalanı atılıyor. -Türkiye’de durum nedir? Akdeniz’de deniz koruma alanı içinde köpek balığı olan tek ülke Türkiye ve tek yer de Gökova Körfezi. Hakikaten çok iyi korunuyor, ama köpek balığı pelajiktir. Uzun mesafeler yüzüp başka yerlere de gidiyorlar, dolayısıyla oralarda başlarına ne geliyor, nasıl bir avlanma baskısı var, orası meçhul. Çünkü Türkiye’de bu balıkları yakalayıp tanklarda besleyip yasadışı yollarla yurt dışına satan insanlar olduğunu da duydum, biliyorum. Hangi biriyle mücadele edeceksiniz…

Ankara’da satış başladı

Akdeniz Koruma Derneği Başkanı Zafer Kızılkaya’nın bundan sonra birlikte yaşamayı öğrenmemiz gerektiğini söylediği “istilacı” balıklar için aslında artık daha pozitif bir ifade kullanılıyor; “yeni balık”. Kızılkaya, AKD olarak denizlerimizdeki bu yeni balıkların tanıtımında Mey Diageo, dağıtımında Hadi Balık Bodrum ve iletişim danışmanlığında Tohum İstanbul’un da kurucusu olan Emel Erden’den gönüllü destek aldıklarını belirtti. 1 Kasım itibariyle Su Ürünleri Kooperatifleri Merkez Birliği’nin Ankara’daki balık satış dükkanında ilk defa aslan balığının tezgaha çıktığını belirten Kızılkaya, “Yakında pek çok balık satışı noktasında aslan balığı bulabileceksiniz” dedi. 

İki şeften iki tarif

İlk kez 8 yıl önce sularımızda görülüp sofralarımıza girmeye hazırlanan aslan balığı için iki şef iki farklı tarzda tarif verdi.  1-Deniz kestaneli aslan balığı ceviche:
  • Şef Deniz Temel/Alef-Kuruçeşme
  • (Bu bir yaz yemeğidir baştan uyarı) 
  • 4 kişilik
  • 4 adet deniz kestanesi 
  • 2 kg aslan balığı bütün, eğer temizlenmiş ise 1 kg 
  • Limon 2 adet
  • Lime 2 adet 
  • Domates tarla 300 gr 
  • Taze kişniş 3-4 dal 
  • Zeytinyağı orta sert 100 ml 
  • Simit veya tereyağlı ekmek banmalık şart 
Deniz kestanelerinizi mümkünse son dakika toplayın, değilse buzlu bir kutuda dolapta saklayın.  Servis etmeden önce balıklarınızı küp şeker büyüklüğünde doğrayın, limon ve lime suyunu sıkıp içine yatırın, bir tutam tuz ekleyin.  Balıklar limonda beklerken domatesleri ellerinizle iyice sıkıp suyunu alın, posayı yemeğe kullanabiliriz, ancak bu yemekte çekirdeklerin çok patlamasını istemiyoruz, o yüzden elle sıkıp alıyoruz domates suyunu, bu da hazır.  Servis ederken balıklarımızı geniş bir servis kabına alalım. Üzerine domates suyumuzu, tuz ve zeytinyağımızı, onun üzerine de banacağımız ekmeklerimizi atıp masaya alalım .  Ve şovumuzu masada yapacağımızdan kestanelerimizi masaya alalım, bir iki geniş kase suyla… Kestanelerin dişli tarafını bulun ve makasla etrafından açın 1 lira büyüklüğünde. Açtıktan sonra çay kaşığı yardımıyla turuncu yumurtalar etrafında olan deniz yosunları, küçük taşları ayıklayın ve suya daldırıp çıkararak iyice temizlenmesini sağlayın. Ardından güzel aslan balığı ceviche üzerine ikinci bir balık katmanı, lezzet gövdesi olarak ekleyin. Yanında bir kadeh prosecco ile mis!  NOT: Fileto aslan balığı almadıysanız kemikleri kömürde közleyip biraz zeytinyağı ve suyla ocağa alın, kaynatın, kemiklerin üçte biri kadar su kalınca dolaba alın. Aynı oranda zeytinyağı ile blendırda çekip bir çeşit balık suyu mayonez yapın. 2-Moolaleyn
  • Şef Eniz Tunca Özsoy /Agape-Akyaka
  • Aslan balığı filetosu (bütün olarak)
  • Bulamak için un
  • 1 yumurta
  • Ekmek kırıntısı (ya da galeta)
  • 2 diş sarımsak
  • Yarım limon suyu
  • Zeytinyağı
  • Tuz
  • Kapari turşusu
  • Garnitür için;
  • Bal kabağı, pancar, patates
  • Tereyağı, 
  • Sarımsak
  • İnce kıyım maydanoz
Aslan balıkları sırasıyla una, yumurtaya ve ekmek kırıntısına bulanıp kızartılır. Bu işleme başlamadan parizyen kaşığı ile şekillendirilmiş sebzeler pişme sırasına göre zeytinyağı ve tereyağı karışımında kavrulmaya başlanır. Kızaran balıklar servis tabağına alınarak kızgın yağa sarımsak, limon suyu ve bir tatlı kaşığı kapari turşusu ilave edilerek birkaç sefer tavada karıştırıldıktan sonra blender yardımıyla sos haline getirilir. Kavrulup kızaran sebzelere dövülmüş bir diş sarımsak, tuz ve maydanoz eklenerek karıştırılır. Servis tabağında sos ve sebzelerle balıklar buluşturulur. 

“Balıkleyn” Muğla’da “Balık gibi” demek

Moolaleyn, Muğla’nın yerel tariflerinden “Balıkleyn”in tarafımdan yeniden yorumlanmış halidir. Muğla’da genel balık pişirme yöntemi, balığın una bulanıp kızgın zeytinyağında kızartıldıktan sonra kalan yağ içine sarımsak ve limon suyu eklenerek hazırlanan sosla sunulması şeklindedir. Bu yöntemle hazırlanan, ancak ana malzemesi balık yerine ciğer, çıntar mantarı veya bal kabağı olan yemeklere “Balıkleyn” denir. Balıkleyn, Muğla’nın yerel dilinde “balık gibi” anlamındadır. Aslan balığı ile Balıkleyn tarifini kendi yorumumuzu katarak yaptık. Ancak tarifi balıktan yapınca adı Balıkleyn (balık gibi) olamazdı; Muğla gibi olabilirdi. Bunun için ismi “Moolaleyn” oldu.