06 Ekim 2024, Pazar Gazete Oksijen
12.11.2021 04:30

“Babamla şu anda daha yakın hissediyorum”

Timur Selçuk’un 1’inci ölüm yıldönümünde Hazal Selçuk’la konuştuk...

Paris’te doğuyor, İstanbul’da büyüyor. Dedesi Münir Nurettin Selçuk, babaannesi Şehime Erton, annesi Ayşegül Betil, babası Timur Selçuk. O hepsinden bir şey almış; müzisyen, dansçı, tiyatro yazarı ve oyuncusu, öğretmen... Üstelik psikoterapist. Geçtiğimiz yıl bu tarihlerde San Francisco’da çalıştığı klinikte babasının ölüm haberini alıyor. Covid-19 nedeniyle cenazeye gidemiyor, şarkılarla ona ulaşmaya çalışıyor.  Bu hafta San Francisco’dayız. Konuğumuz Hazal Selçuk. Selçuk ile hem bilinmeyen öyküsünü konuştuk, hem de ölümünün birinci yılında değerli sanatçımız Timur Selçuk’u andık.

Hazal Selçuk, San Francisco’daki klinikte hastalarıyla seansta... (Fotoğraf danışanların izniyle yayınlanmıştır.)
Hazal Selçuk, San Francisco’daki klinikte hastalarıyla seansta... (Fotoğraf danışanların izniyle yayınlanmıştır.)
Sanatçı bir ailenin içinde büyümek sizi nasıl etkiledi? Ben herkesin ailesi böyle sanıyordum. Annem dansçı, babaannem oyuncu, amcam caz müzisyeni. Dedem ve babam zaten malum. Biri çalıyor, biri söylüyor, biri dans ediyor. Evin günlük hali buydu. Ama sanılmasın ki, hep eğlenceliydi. Sadece herkes aşkla işini yapıyordu. Küçük yaşta, bir işi tutkuyla yapmak ve çilesini çekmek ne demek onu öğrendim. Unutamadığınız bir anı... 1973-1983 arası babam politik olarak çok aktifti. Sene 1977 olmalı. Eve bir gün bir hediye sepeti geldi. Ama içi gözükmüyor. Acaba bomba mıdır diye babamı ve ev ahalisini bahçede sopayla sepeti dürterken hatırlıyorum. Neyse sepet açıldı. İçinden meyveler çıktı. Ama o görüntü aklımda kazılı kaldı. Siz de doğal bir akışla müziği seçtiniz anladığım kadarıyla... Çok küçük yaşlardan beri kendimi eğlendirmek için şarkı söylerdim. Sınıfın güzel seslilerindendim. Müziğe odaklanmamın nedeni hem şarkı söylemeyi çok sevmem, hem de sanırım babamla daha da yakın olmaktı. Müzik ortak dilimizdi.  Müzik harici nasıldı ilişkiniz? Müzik hep vardı hayatımızda. Taa Yasaklar müzikaline kadar gider hikayemiz. O müzikalin ilk kaydında stüdyoda korodaydım ben. Sonra dershanede solfej, piyano, şan öğrencisi oldum. Çok güzel yıllardı. Babamın mizahı doruktaydı. “La Minor akorunu nasıl kuruyoruz?” diyen bir öğrenciye, “Geceden ıslayarak...” cevabı hala aklımdadır. Birlikte dünyanın farklı yerlerinde konserler verdik. Sonra birlikte “Su Yeşili” albümümü yaptık. Bir ay boyunca sabahtan akşama kadar çalıştık. Bugün şarkı yazabiliyorsam, bu albüm sayesindedir. Babamın muhteşem bir hediyesidir bana. Ben ünversite için evden ayrıldıktan sonra ise zaman içinde iki yakın arkadaş olduk. Pek çok konuda sohbet ederdik. Son güne kadar da bu böyle devam etti. Ne güzel. Dedeniz Münir Nurettin Selçuk’la böyle bir ilişkiniz oldu mu? Dedemin önemini yıllar sonra anladım. Bize misafir geldiğini, annemin o seviyor diye ayva tatlısı pişirdiğini, babamla balkonda şarkı söylemelerini, albümlerini imzaladığını çok iyi hatırlıyorum. Yakın bir dede torun ilişkimiz olmadı. Müzik benim hayatımda önemli bir yer aldıktan sonra, tüm albümlerini dinledim, bazı şarkılarını seslendirdim. Onun öğrencisi olabilmek, onunla yetişkin halimle sohbet edebilmek çok isterdim. Tiyatro ne zaman girdi hayatınıza? Viyana Devlet Konservatuarı’na hazırlanırken tiyatro eğitimi almamın iyi olacağını düşündüm. Fakat sonradan o kadar sevdim ki... Büyük bir duygusal şemsiye oldu bana, kendimle bağlantı kurmamı sağladı. Tüm yollarımın sebebi ve sonucunu tiyatro olarak görüyorum.  Boston’a ne zaman gittiniz? Hem şarkı söylemek, hem tiyatro yapmak, hem de dans etmek istediğim için müzikal okumaya karar vermiştim. Viyana Devlet Konservatuarı Müzikal Bölümü’nde bir sene okuduktan sonra, Boston Konservatuarı’ndan burs kazandım. İçimden bir ses Boston’a gitmemi söyledi. Orada kendi işlerini kendileri yapan insanlarla tanıştım. Kendi oyunlarını yazan tiyatrocular, koreografilerini yapan dansçılar. Kimsenin ünlü olmak gibi bir derdi yok ama çok iyi işler yapıyorlar. Boston’da kendim gibi olabileceğimi gördüm. Sanatçı olarak belli bir kalıba uymam gerekmiyordu. Bu bana çok iyi geldi ve kendi işlerimi yapmaya başladım. Uzun sürdü ama sonrasında üç oyun yazdım. Üstüne Kanada York Üniversitesi’nde hareket tiyatrosu üzerine master’ımı tamamladım.  Kendinizle ilgili keşifleriniz oldu mu oyun yazarken? Tabii, o sıralar terapi de alıyordum. Derin bir duygusal süzgeçten geçtim. Kendi içimde bana önemli gelen soruları cevaplamaya çalışarak, bu cevapları başka hayat hikayeleriyle birleştirerek yazdım oyunları. Tüm isteğim de oyun bittikten sonra seyirci beni konuşmasın, onun yerine kendiyle kalabilsin ve kendi içine baksın.  Terapi neden gördünüz? Oyun yazma sürecinize katkısı olsun diye mi yoksa kişisel nedenlerle mi? Boston’da bedeni hissetmeyle ilgili çok çalışma yaptım. Bu çalışmalar sırasında duygularınızla temas etmemeye imkan yok. Ben içimde çuvalla gözyaşı görüyordum. Ama nedenini bilmiyordum. Anlamak için terapiye başladım. Oyunu da eş zamanlı yazdım. İlk oyunum “Ev nedir? Yuva nedir?” üzerine bir göç hikayesiydi. “Ben niye evimde değilim, niye bu yaptıklarımı ülkemde yapamıyorum, niye ana dilimde oyun oynayamıyorum?” Terapi ile birlikte oyun da böyle şekillendi. Sadece kendimle değil, atalarımla da ilişki kurduğumu, onların acılarını da hissettiğimi fark ettim. Çok faydalı bir süreçti. Teorik bilgileri okuyup öğrenebiliriz ama içten bilgiye varmak çok değerli. Çünkü o bilgi sizin içsel kütüphanenizden çıkıyor. Bir tek size ait. Bu deneyim yaptığım işlerde psikolojinin hep işin mutfağında olmasına ve sonradan benim de terapist olmama yol açtı.  Anlatır mısınız? 2013 yılında yine çok içsel bir dürtüyle sanat terapisi eğitimi almaya karar verdim. 40 yaşına gelmiştim ama hala öğrenme isteğim vardı. Bu sefer San Francisco’da bir üniversiteden burs alarak “Psikolojik Danışmanlık ve Drama Terapi” okumak üzere buraya geldim. 6 yıl okudum ve staj yaptım. Psikoloji eğitimi almamı mutfağın duvarını kırıp mutfakla salonu birleştirmeye benzetiyorum. Şimdi her şey tamamlandı. Psikoterapist olarak çalışıyorsunuz değil mi? Tabii. Lisansımı alana kadar psikiyatri hastanesinde psikoterapi stajı yaptım. İnsan dramının ve travmasının boyutlarını gördüm. Dosyalarını okuyup ağladığım kişiler oldu. Bir insan bu kadar ağır şey yaşar ve hala mı umudunu kaybetmez! Orada gerçek yıldızlarla, kahramanlarla tanıştım. İçim kat kat derinleşti. Hayat dönüştürücü bir deneyim oldu. Son bir yıldır da psikoterapist olarak çalışıyorum, isteyenlerle sanat terapisi de yapıyorum.  Covid-19 mental olarak insanların çok zorlandığı bir dönem oldu. Sizin tecrübeniz ne yönde? Tüm seanslar Zoom’a döndü. Bu, dünyanın birçok yerinden danışanla çalışmama yol açtı. Depresyon ve anksiyete dünya genelinde çok arttı. Kılavuz olsun diye ince bir kitap yazdım: Tüneldeki Işık. Sinir sisteminde neler oluyor da depresyon ve anksiyete oluyor, kendi kendimize nasıl yardımcı olabiliriz. İnsanın kendisini çok çaresiz hissettiği durumlar bunlar, yardımcı olmak istedim. Çünkü pandemi azalsa da depresyon ve anksiyete vakaları artmaya devam ediyor. Kitabın İngilizce’si ve Türkçe’si bitti. Yakında çıkmasını umuyorum. Tam bu karışık dönemden geçerken babanızın vefat haberini aldınız. Son konuşmanızda bir şey hissettiniz mi? Babamla son konuşmam ölümünden 10 saat önce oldu. Çok iyi olduğunu, yapacak bir sürü işi ve projesi olduğunu söyledi. Geldiğimde birlikte konser yapmak istiyordu. Fakat tam kapatırken Nazım Hikmet dizeleriyle bir şarkı mırıldandı; “Giderayak işlerim var bitirilecek.” Sesi billur gibiydi. Çok garipmiş. Uzaktan nasıl yaşadınız bu acıyı? Geçen yıl bu tarihler, Covid’in en kötü zamanlarıydı. Cenazeye gidemedim. Kardeşime, anneme, müzisyen arkadaşlarımıza sarılamadım. Babamla çocukluktan beri ortak dilimiz olan müziğe sarıldım. Ona şarkılarla ulaşmak istedim. Bir yıl boyunca her ay bir şarkı yaptım. Sonuncusu geçen hafta bitti. Toplam 12 şarkıyı, babama ithafen albüm haline getireceğim. Geceleri çok geç saatlere kadar, sabah erkenden kalkıp saatlerce büyük bir heyecanla çalıştım. Bana çok iyi geldi bu üretim. Konuşarak bir terapi sürecine girmek istemedim. İlk şarkınız “Yas” bir tür ağıt mı? Ortaya ne çıkacağını bilmeden yazdım Yas’ı. Can havliyle, sesim babama ulaşsın diye. Sonradan fark ettim ki bir tür ağıt olmuş. O çıkmış içimden. Bir psikoterapist olarak aynı durumu yaşayan danışanınıza ne önerirdiniz? “Kalbinden ne geçiyor? O insanla ilişkinde en değerli şey neydi? Onu çoğaltmak ister misin?” İstiyorsa o yönde yürümesini desteklerdim. Bazen de insan hiçbir şey yapmak istemiyor. Herkesin ilacı ve yas süreci farklı. Önemli olan kendinize iyi gelen neyse onu bulmak ve yasın bir süreç olduğunu kabullenmek. Günümüzde her şeyi çok hızlı tüketiyoruz. Ancak doğa Instagram gibi işlemiyor. Bir mevsimin geçmesi üç ay, daha erken olmuyor. Yas da ne kadar gerekiyorsa, yaşanmalı. Benim de 12 şarkı yaptım diye yasım bitmedi. Ama belki bundan sonra başka bir şekilde ulaşmak isteyeceğim babama, henüz bilmiyorum. Sizce sesiniz ulaştı mı, peki? Ölüm bana göre bir sır, insan bir gizem. Bu gizemin kaybolmasını istemiyorum. Öte tarafla bağlantı kuruluyor mu bilmiyorum ama öyle bir şey varsa ben mutlaka kurmuşumdur ve sesimi duyurmuşumdur. Hayattayken babamı pandemiden dolayı bir sene görememiştim. Şu an bana daha yakın. İçimde her gün onu dolu dolu hissediyorum, ilişkimiz tertemiz.  Babanızın en sevdiğiniz şarkısı. “Bir gün.” Apansız uyanırsan gecenin bir yerinde, Gözlerin uzun uzun karanlığa dalarsa, Bir sıcaklık duyarsan üşüyen ellerinde, Ve saatler gecikmiş zamanları çalarsa, Bil ki seni düşünüyorum.