22 Kasım 2024, Cuma Gazete Oksijen
03.09.2021 04:30

İstanbul’u mücevherlerine sığdırdı, mücevherlerini İstanbul’a sığdıramadı

Kapalıçarşı’nın 600 yıllık mücevher geleneğine kafa tutarak, kendisine özgü yöntemlerle mücevherlerini tasarlıyor. Ona “çılgın” diyorlar, tasarımlarına “büyük, pahalı...”. Şeytanın bacağını kırmasıyla, kendisine “Yüzüklerin Efendisi” isminin yakıştırılması bir oluyor.  Bu hafta Kapalıçarşı’dayız. Konuğumuz mücevherlerinin içine İstanbul’u sığdıran, şu sıralar Kral Kobra tasarımı Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nde sergilenen Sevan Bıçakçı. Bıçakçı ile hayal kurarak, risk alarak, yoktan var ettiği kariyerini, Cate Blanchett, Whoopi Goldberg, Brooke Shields, Julia Roberts, Rihanna, Lady Gaga ve daha birçok Hollywood ünlüsünün mücevhercisi olma öyküsünü konuştuk.  Samatya’da geçen çocukluğunuzdan başlamak istiyorum… Aşurenin malzemesi insan olsa adı Samatya olurdu. Neredeyse her inancın bayramını kutlardık. Arkadaşlarımızın evlerine kendi evimizmiş gibi girer, harçlık, şekerleme, yemek hiçbir bayramın nimetini kaçırmazdık. Hani Türkiye’nin etnik ve dini yapısına ilişkin, şu pek moda “kültürler mozaiği” benzetmesi vardı. Mozaik miydi, ebru muydu, yoksa beton mu, tartışa tartışa içini mi boşalttık, ne oldu da artık bahsi geçmez oldu bilemem ama Samatya geçmişim sayesinde çeşitliliğin hoşluğuna ve uğuruna inanır, bunu sıklıkla mikro-mozaikli süslemelerle çalışmalarıma yansıtırım. 

Sevan Bıçakçı
Sevan Bıçakçı
Tam da sanatınızı nasıl etkiledi diye soracaktım. Hayal kurmak ve gözle görülenin altında gizli kalmış katmanlar düşünmek bana Samatya’nın mirasıdır. Mesela mahallede Zambo sakız fabrikası vardı. Gün geldi yıktılar, temelinde bir lahit ve yer altından aşağıdaki surlara kadar uzanan geçit kapıları ortaya çıktı. Sadece bu anı biz çocukların zihinlerini kaç sene oyalamış, mahallemizin altında var olan bir orta dünyanın hayallerini kurdurmuştur bilmiyorum.  12 yaşında Kapalıçarşı’da çıraklığa başlıyorsunuz. Ondan önce mesleğe karşı bir ilginiz var mıydı? Okulda başarılı değildim, üstüne çok haylazdım. O dönemler Ermeni asıllı bir erkek çocuğuysan, ailen de pek varlıklı değilse, 10-12 yaşlarında çırak namzeti olarak soluğu Kapalıçarşı’da alırdın. Samatya’dan kapı komşumuz Hovsep Çatak Çuhacıhan atölye sahibiydi. Babam “Eti senin, kemiği benim” diyerek, beni kendisine emanet etti. Asla yersiz azar işitmemişimdir ustamdan. Onun terbiyesiyle uçsuz bucaksız merakım sağlıklı bir kanala girdi ve zamanla mücevher ustalığı, atölye sahipliği hayalleri kuran bir çırağa dönüştüm.  Ustanız sizdeki cevheri fark etti mi? Eskiler “Çırağın hüneri ustasınınkini aşmazsa zanaat ölür” derlerdi. Rahmetli ustam bana teknikten çok; insanlık ve esnaflık konularını öğretti; atölye düzeni neye benzer, civar esnafla nasıl diyalog kurulur, kapı nasıl vurulur, nasıl teşekkür edilir... Gene de tezgah konusunda onu şaşırtmışlığım vardır. Bir keresinde bir işi, alternatif bir yöntem akıl ederek, öngörülenin çok altında bir sürede teslim ettim. Ustam nasıl becerdiğimi öğrendiğinde, yanağımdan makas alıp, “Senden usta çıkar” demişti. O zamanların diğer birçok ustası gibi çırak tokatlayanlardan olsaydı, büyük ihtimalle bugün hala merak edebilen, yeni üretim teknikleri araştırıp geliştiren biri olamayacaktım.  Ustanızı gözlemlerken sizi ne büyülerdi?  Minicik olmalarına rağmen pahada ağır taşlar ilgimi çekerdi. O sayede nadir olmanın yarattığı farkın bilincine vardım. Esas beni büyüleyen Kapalıçarşı’nın kendisiydi. Çuhacı Han’dayken acaba 100 yıl, 200 yıl önce bu yollardan kimler yürüdü, şu çeşmeden kimler su içti, padişahların, gözdelerin adamları kimler tarafından, nasıl karşılanırdı gibi konulara yönelik hayaller kurar, kafamda hikayeler yaratırdım.   18 yaşında kendi dükkanınızı açtınız. Markanız tutana kadar ne tür sıkıntılar çektiniz? Yetenek var, istek var ama altın ve taş alacak sermaye yok. Mecburen otuzlu yaşlarıma kadar modelcilik yaptım yani maden müşteriden geldi, ben de işçilik ücreti karşılığında onların istedikleri tasarımları yaptım. Eşim ile o zamanlar nişanlıydık. Kendisi kıyıda köşede biriktirmiş olduğu üç kuruş paranın tamamını önüme koyup, “Ben sana inanıyorum” diyerek tasarımcılık kariyerimin ilk sermayesini ve ondan da öte bana cesaret ve motivasyon vermiş kişidir. Sonra? İlk üç yıl çok zordu. Yarattığım tarzın alışılmışın dışında olması, mağazalara tersti. Neden seri üretim yapmıyorum, neden her bir tasarıma bu kadar vakit harcıyorum, niçin fiyat aralıkları yüksek, yüzükler neden o kadar iri ve daha bir ton hiç duymak istemediğim soru… Çarşı’da satışı zor parçalara “kaprisli mal” derler. Safça bunları üretmekte ısrar eden bir usta olarak anılır hale geldim, ismimin önüne “çılgın” sıfatı ilk öyle eklendi. 
Whoopi Goldberg 88’inci Oscar Ödül Töreni’nde, nefes kesen ahtapot bilezik-yüzüğüyle..
Whoopi Goldberg 88’inci Oscar Ödül Töreni’nde, nefes kesen ahtapot bilezik-yüzüğüyle..
Bu cendereden nasıl kurtuldunuz? Esnafın aykırı bulduğu tasarımlar basının ilgisini çekti. Neredeyse tam sayfalık bir haberde, bana “Yüzüklerin Efendisi” manşetini uygun görmüşler. Bunun üzerine çalışmalarımı görmek isteyen insanlarla tanışır oldum. Esnafı ürküten tarzım tüketicilerin takdirini kazanmayı başarmıştı.  İlk önemli müşteriniz?   Sevgili Güler Sabancı’nın desteğine paha biçemem. Tasarımlarımı görmeye gelen ilk özel müşterilerden biridir. Bununla kalmayıp, o tarihlerdeki önemli bir ekonomi buluşmasında, bir gazetecinin yüzüğüne ilişkin sorusunu fırsat bilerek toplantıyı adeta bir Sevan Bıçakçı tanıtımına dönüştürmüştür. Yurt içindeki ilgi patlaması ondan sonra geldi. Ya yurt dışındaki ilgi patlaması? Amerika’daki bazı mağaza sahipleri tasarım felsefemizi kolaylıkla kucakladı. O sıralar ünlü moda dergileri bizim gibi reklam verecek gücü olmayan ama keşif değeri yüksek tasarımcıları haberleştirerek bedelsiz tanıtım imkanı sağlıyordu. Zamanla editörler tasarımlarımıza yer verme konusunda adeta yarıştılar. Akabinde de, Brooke Shields ile başlayan bir şöhretlerle tanışma süreci başladı.  2016 Oscar Ödül Töreni’nde Whoopi Goldberg, dev incili ahtapot tasarımınızı takmıştı da çok gururlanmıştık. Whoopi Goldberg hikayesi oldukça enteresan. Bir gün info adresimize bir e-posta düştü. Çok özetle; “Ben aktörüm, oldukça ünlü sayılırım ve bana güvenirseniz Oscar töreninde sizin tasarımlarınızı taşımayı çok isterim, güvenilir biriyimdir, imza Whoopi Goldberg.” Önce biri bize şaka yapıyor sandık, ancak e-posta adresi doğru çıktı. Hemen kendisiyle iletişime geçtik. Halen de dostluğumuz devam eder. Goldberg’ün, kırmızı halı röportajında sunucunun “Elbisen çok sade, ama mücevherlerin çok iddialı” yorumuna karşılık “Bunlar Sevan Bıçakçı tasarımı. Mücevherlerime baktığın zaman benim nasıl biri olduğumu anlarsın” minvalindeki yanıtı beni çok sevindirmiştir. İlk günden beri tasarımlarımın onu taşıyan kişiyle bütünleşmesini, içlerindeki duyguyu dışa aktarmalarına vesile olmasını istemişimdir. Oceans 8 filminde de Cate Blanchett tasarımlarınızı takmıştı.  Cate Blanchett, oyun yazarı eşi Andrew Upton ve üç çocuğuyla atölyemi ziyaret etmiş ve bu ziyaret sanki birbirini uzun yıllardır tanıyan eski dostların buluşması sıcaklığında geçmişti. Aylar sonra Ocean’s 8 filminin kostüm tasarımcısı bizimle temasa geçtiğinde  “Tesadüfe bak” demiştim. Meğer bu yönlendirmeyi Cate Blanchett’in kendisi yapmış. Şu sıralar “Kral Kobra” isimli çalışmanız Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nde sanatseverlerle buluşuyor. Bu tasarımın öyküsü ne? Serginin küratörü mücevher tarihçisi ve yazar Marion Fasel, American Museum of Natural History’deki “Beautiful Creatures” sergisinin hazırlık sürecinde, “Kral Kobra” tasarımımıza yer vermeyi arzu ettiğini söyledi. Ancak bu tasarım satılmıştı. Durumu müşterimize izah ettik, sağ olsun o da sergi boyunca Kral Kobra’yı müzeye emanet etti. Bu tasarımın ilhamı kadim Mısır kültüründe rastlanan “yılan oynatıcılığı” geleneği. Doğadan koparılıp, sepet içine hapsedilmiş yılanın üflemeli çalgı marifetiyle büyü altında tutularak gösteri nesnesi haline getirilmesine karşın, dikkati yılanın büyüleyici estetiğine çekmek istedim.  Bir taş nasıl mücevhere dönüşüyor? Bir rüyada görmüşüm gibi, taşın hikayesini hatırlamaya çalışırım. Misal, 1500 yıl öncesinin Sultanahmet hipodromunda araba yarıştırdığım bir rüyadan akılda kalan hayal bir mücevher tasarımı olur. Eskizler resimlere dönüşür, resimler üretime... Son haline gelmesi üç ayı bulur, bazen bir yılı geçer. Bazen öyle taşlar çıkar ki karşıma, içlerinde ne görmek istediğimi anında bilir ve cüzdana davranırım. İşin “çılgın” sıfatını hak ettiğim yer tam burası. Satın alırken bir dünya para ve bir bakıyorsun içine heykel oyarken bir yerinden çatlamış. İri zümrütlerle, tanzanitlerle çalışırken başımıza sıkça geliyor. Başardığımız zaman ise “işte” diyorum, “dünyanın en nadide, en paha biçilmez zümrüdünün sahibi artık benim.”   Ara Güler’den sonra siz de İstanbul’un kültür elçisi olarak anılmaya başladınız. Kendisinden ne öğrendiniz? Ara Güler bana doğru kareyi yakalamanın tesadüf olmadığını çok kez anlatmıştır. Karenin içine giren kahramanların arka fonla dizilimi, pozitif  ve negatif boşluklarla ilgili anlattığı detaylar bana çok feyz vermiştir. Bir yüzük tasarlarken eksiği ve fazlasını gözlerimle ölçebilme yetim kendisiyle yaptığım sohbetlerle olgunlaştı. Şu an Los Angeles’a gitseniz, ünlülerin tasarımcısı olarak çok rahat bir hayat yaşayabilirsiniz. Hiç gitmeyi düşündünüz mü? Hayır. Hiçbir yer Türkiye ve İstanbul kadar içime işleyemez. Yaşadığım topraklar aklımı daima meşgul tutuyor, bana ilham sıkıntısı yaşatmıyor. Ben buraya aitim. İstanbul, benim için dünyanın en katmanlı ve heyecanlı yeri. Mücevherlerimin de aynen onun gibi olması için uğraşıyorum.