Bu ülkede hukuk ve yargı mekanizması her zaman hayatı denetleyen bir rol oynadı. Makbul olmayan vatandaşların ve özellikle de muhaliflerin denetlendiği, cezalandırıldığı yer oldu mahkeme salonları.
Siyasi iktidarlara ve konjonktüre bağlı olarak yalnızca siyasi davalar ve idari yargı kararları değil örneğin kamunun istimlak kararlarına bile itirazlar yargı tarafından günün iktidarının tercihlerine göre şekillendi.
Gezi davasında verilen kararın garabetini yalnızca hukukçular değil hemen herkes gördü. Yine hemen herkes kararların siyasi olduğunu da biliyor. Yaşananlar ilk de değil.
Yassıada’dan Gezi davasına
Benim ömrüme bile sığan sürecin başlarında, 27 Mayıs Darbesi’nin ardından Yassıada kararları ve Menderes dahil üç siyasetçinin idamı yaşandı. Ama ardından 1961 seçimlerinde Demokrat Parti’nin devamı olduğunu gizlemeyen Adalet Partisi yüzde 34.8, CHP yüzde 36.7 oy aldı. 1965 seçimlerinde Adalet Partisi yüzde 52.9 oya ulaştı.
Yetmişli yıllar NATO ile Varşova Paktı arasında Soğuk Savaş’ın en sert olduğu, ülkede sol fikriyatın devlet tarafından şeytanlaştırıldığı ama öte yandan sol fikriyatın da en örgütlü olduğu dönemdi. İstanbul Kültür Sarayı (bugünün AKM’si) yandı, Marmara yolcu gemisi ve Eminönü arabalı vapuru batırıldı. 12 Mart Darbesi yaşandı. Solcular tutuklandı, işkencehaneler kuruldu, ağır işkencelerden geçirilen Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan’ın da aralarında bulunduğu 84 sanıklı “Bomba Davası” açıldı ve tüm bu yangınlar, batışlar bu insanlara yüklendi. Dava 1975’e dek sürdü ve davada yargılanan bütün sanıklar beraat etti.
Deniz Gezmiş nasıl idam edildi?
Yassıada kararlarının intikamı derdine düşmüş siyasi iktidarın ve dönemin yargısının kararlarıyla Deniz Gezmiş ve arkadaşları için idam kararları verildi. İdam kararlarının uygulanmaması için imza kampanyası başlatan Emil Galip Sandalcı, Erdal Öz ve Altan Öymen, gözaltına alındıktan sonra 12 Mart muhtıracıları tarafından Bulgaristan’a uçak kaçırdıkları iddiasıyla suçlandılar.
Ne yangının ne batırılan vapurların suçluları hiçbir zaman bulunmadığı gibi uçak kaçırmanın da delili hiçbir zaman mahkemeye sunulamadı.
Ama ardından CHP’de değişim yaşandı, Ecevit’in CHP’si 1973 seçimlerinde yüzde 33.3 ve Adalet Partisi yüzde 29.8 oy aldı, ardından 1977 seçimlerinde CHP yüzde 41.4’e ulaştı. Üstelik Ecevit bu oyu soğuk savaşın en hararetli, döneminde “Toprak işleyenin, su kullananın” sloganıyla aldı.
12 Eylül karanlığı, 28 Şubat süreci…
12 Eylül Darbesi yaşandı. İşkencehanelerin daha yaygın ve daha büyük olduğu dönemdi. 650 bin kişi gözaltına alındı, 230 bin kişi askerî mahkemelerce yargılandı, 48 kişi idam edildi, işkencelerde 300 kişi kaybedildi, 1.5 milyondan fazla insan fişlendi.
Dönemin sembol davalarından birisi Barış Derneği davasıydı. Dernek başkanı emekli büyükelçi Mahmut Dikerdem, İstanbul Barosu Başkanı Orhan Apaydın, Türk Tabipleri Birliği Başkanı Erdal Atabek, öğretmen ve yazar Reha İsvan, TÜMDER Genel Başkan Yardımcısı Tahsin Usluoğlu, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği ve Elektrik Mühendisleri Odası üyesi Aybars Ungan, sanatçı Ali Taygun, yazar Ataol Behramoğlu, hukukçu ve yazar Ali Sirmen, siyaset bilimci ve öğretim üyesi Gencay Şaylan, ressam ve heykeltıraş Orhan Taylan, yazar Hüseyin Baş, dekan Melih Tümer başta önce 44 kişi devleti yıkmaya teşebbüs iddiasıyla tutuklandı. Sonra Genco Erkal, Tarık Akan gibi isimlerin dahil edilmesiyle sanık sayısı genişledi. Davalar ardı ardına mahkumiyet ve beraat kararlarıyla 1991 yılına kadar sürdü. Dava sanıkları, davanın sürdüğü 1984’te Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi.
Ama 12 Eylül Darbesi’nin ve yargısının ardından 1983 seçimlerinde darbecilerin partisi MDP yüzde 23.3 oy oranında kalırken, Özal’ın ANAP’ı yüzde 45.1 oy alarak iktidar oldu.
‘Yeni Türkiye’ ama eski düzen
28 Şubat Darbesi yaşandı, dönemin iktidar partisi olan Refah Partisi kapatıldı, yöneticilerine siyasi yasak konuldu. Başörtülü öğrenciler adeta terörist muamelesi gördü binlercesi gözaltına alındı, öğrencilere ikna odalarında zorla okula başörtüsüz girmeyeceklerine dair taahhütnameler imzalatılmaya çalışıldı, dönemin İstanbul Belediye Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’a mitingte okuduğu şiir nedeniyle 10 ay hapis cezası verildi.
Ama ardından 2002 seçimlerinde Erdoğan’ın lideri olduğu Ak Parti yüzde 34.3 oy ile iktidar olurken CHP yüzde 19.4 oy oranında kaldı. 2007 seçimlerinde ise CHP yüzde 20.9 oy alırken Ak Parti yüzde 46.6’ya ulaştı.
Daha yakın bir başka örnek kayyum atamaları ve ilgili yargı kararlarında yaşandı. Doğu ve Güneydoğu’da bulunan toplam 95 belediye başkanı görevden alınarak yerlerine kayyumlar atandı. Kayyum atamalarının ardından kamuda ve belediyelerde çalışan 15 bine yakın işçi ve memur, 300’e yakın muhtar ihraç edildi. 93 belediye eş başkanı, yüzlerce belediye meclis üyesi ve il genel meclis üyesi tutuklandı. Doğu ve Güneydoğu’da bulunan 95 belediyenin üçü büyükşehir belediyesi olmak üzere 10 il, 63 ilçe ve 22 belde 31 Mart 2019 yerel seçimlerine kayyumlarla gitti.
Ama ardından 2019 yerel seçimlerinde kayyum atanan yerlerde HDP 3 büyükşehir, 5 il, 45 ilçe ve 12 belde belediyesi olmak üzere toplamda 65 belediye başkanlığını, 1230 belediye meclis üyeliğini ve 101 il genel meclis üyeliğini kazandı.
Tüm dünya olan biteni görüyor
Ak Parti de kendi makbul olmayan vatandaşlarını ve muhaliflerini cezalandırmak ve sindirmek için yine yargıyı kullanıyor. Sistemi değiştirmek iddiasıyla başlayan Ak Parti de aynı araçlar, politikalar ve hukuku zorlayarak, hayatında eline taş almamış Osman Kavala’yı, Mücella Yapıcı’yı, Can Atalay’ı, Çiğdem Mater’i, Yiğit Ekmekçi’yi ve diğerlerini devleti yıkmayı amaçladıkları iddiasıyla mahkum ederek istediği sonucu alabileceğini sanıyor.
Yaşadıklarımız hepimizin ve dünyanın gözü önünde oluyor. World Justice Project’in 2020 Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde (Rule of Law Index) 128 ülke arasından 107’inci olan Türkiye, 2021 endeksinde ise 139 ülke arasından 117’inci olmuş.
Peki, dünyanın gördüğünü toplum görmüyor mu? Elbette görüyor. Ekonomik İş Birliği ve Kalkınma Teşkilatı’nın (OECD) Gallup verileri ile hazırlanan raporuna göre, son 10 yılda 36 ülke içinde Türkiye adalete güvenin en hızlı azaldığı ülke olmuş. Rapora göre adalete güven OECD genelinde ortalama yüzde 57 iken Türkiye’de yüzde 38. Ki bu oran 2010’dan 2020’ye kadar geçen sürede 22 puan birden gerilemiş.
İnsan Hakları Derneği için KONDA tarafından Haziran 2021’de gerçekleştirilen Türkiye’de Hapishaneler ve Mahpuslar Algısı Araştırması’nın kamuoyuna açıklanan bulgularına göre, toplumun yüzde 69’u Türkiye’deki adalet sistemine güvenmiyor, güvenenler yalnızca yüzde 31 oranında. Bu oran da OECD raporundaki veriyi teyit ediyor.
İnsanlar haksız yere hapis yatıyor
Araştırmada, Türkler ve Kürtler arasında adalet sistemine güven konusunda fikir ayrılığı olduğu da dikkati çekiyor. Kürtlerin yüzde 85’i adalet sistemine güvenmediklerini söylerken Türklerin yüzde 64’ü güvenmiyor.
Toplumun genelinde adalet sistemine karşı oluşan güvensizliğin en önemli sebeplerinden biri Türkiye’de insanların haksız yere hapishaneye konulduğu fikri. Toplumun yüzde 72’si insanların haksız yere tutuklandığını, yüzde 57’si insanların düşünceleri nedeniyle cezaevine atıldığını düşünüyor. Toplumun yüzde 79’u son yıllarda daha fazla insanın cezaevlerine konulduğu algısına sahip.
Toplum genelinde en fazla haksızlığa uğradığı düşünülen grupların sırasıyla kadınlar, gazeteciler, siyasi muhalifler, Kürtler ve Aleviler olduğu anlaşılıyor. Toplumun yüzde 42’si Türkiye’de en çok haksızlığa uğrayan grup olarak “kadınlar”ı işaret ediyor. Kadınların ardından yüzde 35 ile “gazeteciler”, yüzde 33 ile ise “siyasi muhalifler” geliyor.
Zengine farklı fakire farklı
KONDA internet sitesinden ulaşılabilir olan “Toplumun adalet ve hukuk algısı” araştırmasının bulguları, insanların hükümetin ve kanunların denetlenebilir olması gereğini savunduğunu, ancak yargının özellikle zenginlere ve “iktidarın adamı olmaya” göre iltimas geçtiğini ve tarafsız davranmadığını, mahkemeye gitme deneyiminin hukuka olan güveni daha da zayıflattığını ortaya koyuyor.
2010 ve 2016’da tekrarlanan araştırma, mahkemelere yolu düşenlerin bu 6 yılda bile yüzde 27’den yüzde 35’e yükseldiğini, mahkeme deneyimi sonrasında yargılamanın adil olduğunu düşünenlerin yüzde 24’den yüzde 18’e gerilediğini gösteriyor.
Sisteme güvensizliği gösteren bir başka bulgu yalnızca yüzde 30, “Suç yapanın yanına kâr kalıyor” önermesine itiraz ediyor. Yüzde 47, suç yapanın yanına kar kalıyor fikrinde, yüzde 23’ü de tereddütlü.
Toplumun yüzde 80’i yargıyı “Devletin vatandaşlarının kanunlara uymasını denetlediği yer” olarak tanımlıyor. “Suç işlemedikçe kanunların ve mahkemelerin beni koruyacağına inanıyorum” diyenler yüzde 62, yani 10 insandan 4’ünün suçsuz olsa da kanunların ve mahkemelerin kendisini koruyacağına dair güveni yok.
“Devletin hiçbir kurumu veya memuru hukuk kuralları çerçevesi dışına çıkmıyor” fikrinde olanlar yalnızca yüzde 35 oranında muhtemelen bu oran bugün daha da düşük olacaktır.
“İnsanların zengin ya da fakir olmasına göre hâkimler, savcılar, polisler işlemlerinde farklı davranıyor” diyenler yüzde 52, “İktidarın adamı olup olmadığına göre farklı davranıyor” diyenler yüzde 55 ki bu oranların da bugün daha kötü bir seviyede olduğu tahmin edilebilir.
Tüm araştırmalar ve bulgular yaşananların toplum tarafından görüldüğünü, bilindiğini gösteriyor. Siyasi ve yargı tarihimiz de yaşananların ve toplumun tepkilerinin örnekleriyle dolu.
Türkiye dünyadan nasıl ayrışıyor?
Hukukun yalnızca kanunlar ve uygulamaları olmadığını biliyoruz. İnsanlık tarihi de hukukun siyasetten bağımsız olmadığının örnekleriyle dolu. Bunun bir kısmı kaçınılmaz da çünkü kanunlar ve kurallar dönemin iktidarlarının siyasi ve ideolojik tercihleriyle şekilleniyor. Aynı zamanda elbette hayatın ve meselelerin dayattığı hukuki düzenlemeler, yani ihtiyaçlar ve talepler de hukuku belirliyor. Bu nedenle hukuk, kanunlar, kurallar sabit değil elbette.
Ama ülkemizin temel sorunu hayatın ve yurttaşların ihtiyaçları ve taleplerinin değil devletin ve siyasi iktidarların kendi güçlerini sürdürmenin gereği olarak hukukun ve uygulamaların şekilleniyor oluşu.
Bu deneyime sahip toplum problemi tespit etmek ve tanımlamakta sorun yaşamıyor. Toplumun şikâyeti çok açık biçimde hemen her araştırmada görülüyor. Doğal olarak da çözümü siyasi aktörlerden ve devletten bekliyor. Toplumun meselelere müdahale edebilmek için sahip olduğu elindeki tek güç ve imkân seçimlerdeki oyu. Ve onu da her zaman günün koşulları ve önündeki seçenekler arasında kullanabiliyor. Seçim gününe kadar da mümkün olduğunca sessizce kenarda bekliyor. Sessizliğe bakarak bu toplumun balık hafızalı olduğunu sanmanın da ne kadar yanıltıcı olduğunu siyasi tarih gösteriyor.