ABD ardında birçok soru bırakarak Afganistan’dan çekildi, Taliban iktidarını ilan etti. ABD’nin kararı, gerekçesi, olası gizli anlaşmaları ya da öngörüler üzerine çok şey tartışılıyor. Sanılıyor ki ABD’nin Afganistan’a dair bir senaryosu var. Benim tezim ise bir senaryo olmadığı ya da senaryonun çözümsüzlük üzerine olduğu. Dünya bir çağ değişimi sürecinde. Çağ değişiminin gerektirdiği küresel ve yerel zihni dönüşüm ile kurum ve kural değişiklikleri yapılamadığı için geçiş dönemi ‘küresel ara buzul döneme’ dönmüş durumda. Tüm ülkeler değişim isteyen kesimlerin umutları ile değişimden korkanların korkuları arasına sıkıştı. Bu sıkışıklık popülist hareketleri, liderleri besledi. Birkaç istisna dışında neredeyse on, on beş yıldır tüm ülkelerde popülist hareketler ve liderler yükselişte. Ne Trump ne de Putin tesadüfen ortaya çıkmış değiller. Bu popülist hareketlerin tümü de şoven, otoriter, keyfi tutumlarıyla tüm eksikliklerine ve sorunlarına karşın eskinin kurumlarını, kurallarını değiştirmekten çok bozmakla meşguller. Değişim dalgasının ürettiği korku, eski dünya düzeninin alışkanlıkları, zihniyeti, kurum ve kuralları nedeniyle birçok farklı alanda gerilimler yaşanıyor. Öte yandan bu küresel popülist şoven dalganın iktidarları da bizzat gerilimlere neden oluyor. Küresel işbirliklerinden beslenen yeni ve güçlü bir küresel değişim ütopyası, enerjisi olmayınca yeni bir küresel bölüşüm kavgası yaşanıyor. ABD ve Avrupa ile başta Rusya ve Çin olmak üzere küresel bir siyasal bölüşüm ve egemenlik kavgası yerel ve bölgesel savaşlar üzerinden yaşanıyor. Çin ile Batı arasında ekonomik bölüşüm ve hakimiyet kavgası artarak sürüyor. Siyasal ve ekonomik bölüşüm kavgalarının sonucuna dair hiç kimsenin bir senaryosu yok henüz. Ama var olan siyasal ve ekonomik kurumlar hala Batı egemenliğinde. Kapsamlı ve çok aktörlü yeni bir küresel barış ve denge senaryosu hâkim olmadıkça bu bölüşüm kavgası sürecek. Bir de elbette İslam coğrafyası ile Batı arasında yaşanan küresel ve kültürel bir gerilim var. Batı’nın popülist hareketleri İslam düşmanlığından, İslam coğrafyasının radikal hareketleri Batı düşmanlığından besleniyor. “Terör” tanımına sıkıştırılan bir dizi iç gerilim dünyayı sarmış durumda. Bu kültürel katmandaki gerilimlerin bitirilmesi ve barışın inşası için de hiç kimsenin henüz bir senaryosu yok.
Türkiye oyun kurucu değil oyun bozucu
Tüm bu sürece küresel ara buzul dönem diyorum ben. Tıpkı uzay araçlarının atmosfere girerken ya da atmosferden çıkarken yaşadıkları, birkaç dakika süren, aracın parçalanıp parçalanmayacağı kaygısıyla beklenen o kısa süreye benziyor yaşadıklarımız. Dünya daha büyük bir felaketle mi karşılaşacak yoksa küresel huzur, sükûnet ve barış inşa edilebilecek mi? Küresel ara buzul dönemden çıkış biraz da yaşanan bölüşüm kavgasının bitişine bağlı. Ama o bitiş ve yeni dengeye dair küresel ütopya yokluğu nedeniyle tüm aktörler üç hedefe yönelmiş durumdalar. Birincisi bölüşüm kavgasından vazgeçmemek. İkincisi yaşanan kavgaların küresel savaşa dönüşmeden yerel ve bölgesel kalmasını sağlamak. Üçüncüsü de bu yerel ve bölgesel savaşları, doğrudan kendileri üzerindeki potansiyel risklerini en aza indirerek kontrol edilebilir seviyede tutmak. Afganistan’da senaryosuzluk gibi görünen şey de tam bu. Bu küresel hikâyenin elbette Türkiye’ye özgü yanları var. Türkiye, siyasal, ekonomik ve kültürel üç ayrı katmanda, üç ayrı aktör ve dinamikle yaşanan yeni bölüşüm kavgasının hem sahnesi hem öznesi. Rusya ile Batı arasındaki siyasal egemenlik kavgası Türkiye üzerinde de sürerken, Türkiye’nin iktidarı da kendi etki alanını çoğaltmak peşinde. Üstelik bunu yaşanan küresel kültürel gerilimden beslenen bir zihniyet ve söylemle rasyonalize ediyor. İktidar bu küresel oyunun etkin bir oyuncusu olmaya çalışırken içerideki çağ değişiminin gerektirdiği değişim dalgasını ihmal ediyor. Öte yandan giderek tüm bu gelişmeleri kendi iktidarını sürdürmek hedefi içinden bakarak, riskler ve fırsatlar olarak değerlendiriyor. Türkiye tüm sorunları, eksikliklerine karşın insanıyla, ekonomik büyüklüğüyle, tarihi ve coğrafyasıyla dünyanın bir süre bile olsa görmezden gelebileceği bir ülke değil. Türkiye’nin ikna ve dahil olmadığı hiçbir bölgesel denge mümkün değil ama iktidarın hayalleriyle Türkiye’nin sağlam bir senaryosu ve etkinliğinin vücut bulması da mümkün değil. Kısaca Türkiye bugün oyun kurucu rolden çok oyun bozucu rolüyle sahnede. Bugün temel sorunumuz ülkenin çıkarları ve geleceği ile iktidarın kendi ideolojik çıkarları ve geleceği arasındaki gerilim. Üstelik iktidarın görünür yüzü Erdoğan olsa da karşımızda aktörleri tam belirgin olmayan bir zihni koalisyon var. Hepsi de ülke için farklı bir gelecek tahayyül ediyor. O nedenle tutarlı bir dış politika ve küresel bölüşüm kavgalarına dair bir analiz ve bakış yok. Fakat bugün küresel gerilimler ülkenin de iktidarın da geleceğini belirleyecek güce, büyüklüğe ulaştı. O nedenle artık dış politika yalnızca dış politika değil. Çok daha kapsamlı, serinkanlı, bilimsel analizlere ve politikalara, söylemlere ihtiyaç var. Sadece Batı düşmanlığı ve İslamcılık yetmiyor
Küresel hikâyenin kendimize özgü kısmında, özellikle bu iktidar döneminde çok belirgin savrulmalar ve kırılmalar yaşandı. Ak Parti 2004’te Avrupa Birliği’ne üyelik müzakerelerini başlattı. O günün pozitif küresel ekonomik koşullarından bu hedef sayesinde en fazla yararlanan ülkelerden birisi oldu Türkiye. Ak Parti aynı süreçte Batı’nın İslam coğrafyasını “daha makbul İslamcı iktidarlar” üzerinden denetleme hedefine de uygun karakteriyle oldukça yüksek Batı desteği gördü. Fakat Aralık 2010’da Arap Baharı olarak adlandırılan süreç başladı. Tunus’ta başlayan hareketlenme Suriye’ye kadar tüm Kuzey Afrika ve Orta Doğu coğrafyasını etkiledi. Bu ülkelerde toplumların ve özellikle gençlerin ekonomik refah, demokrasi, özgürlük ve insan hakları taleplerinden ortaya çıkan bir dizi hükümet karşıtı protesto, ayaklanma giderek silahlı isyanlara ve 2012’de Suriye’de iç savaşa dönüştü. Umutlarla başlayan süreç var olan diktatoryal iktidarları bozsa da beklenen demokratik reform sürecine dönüşmedi. Tam aksine bazı ülkelerde devletsizleşmeye kadar giden bir dizi savrulmaya neden oldu. Milyonlarca insanın evsiz ve ülkesiz kaldığı, yoksulluğun daha da arttığı, çaresizliğin baskın olduğu depresif toplumlar kaldı geride. Arap Baharı hayal kırıklığının dünyaya en önemli dersi bence şu oldu; eğer toplumsal muhalefetin desteğine sahip, örgütlü bir siyasi hareket ve yeni iddia yoksa, otoriter bile olsalar bozulan düzenlerin ardından daha büyük kaos ve sorunlar geliyor. Nitekim bu ülkelerde otoriterlikler yeniden inşa edildi. Ama bir ders daha aldık ki, yalnızca Batı düşmanlığına ve İslamcılığa yaslanan siyasetler günümüz toplumlarının, insanlarının hayatlarını ve hayallerini zenginleştirmeye, demokrasiye ve refaha yetmiyor. Türk dış politikasının ekseni kırıldı
2011 genel seçimleri öncesinde Ak Parti’nin seçim beyannamesinde dış politika stratejik beş hedef içinde sayılıyordu. Bir yandan iki dönem iktidarının ekonomik başarısından kaynaklanan toplumsal destek artışı, öte yandan Arap Baharı’nın ürettiği çalkantıda kendine biçtiği rol ile başka dış politika tercihleri oluşturuldu. Sanayi toplumunun eğitim, hukuk, ekonomi gibi kurumsallaşmaları ve deneyimiyle örnek olunacakken İslamcı hareketlerle iş birliği ve giderek etki alanına alma çabası önceliği aldı. 2013’teki Gezi olayı ve iktidarın bu olayın nedenlerini yanlış okuyup eksilen dış desteğe bağlaması, olayın bastırılış şekli ve tutturulan dil hepsi birbirini besledi. Arap Baharı’nın hüsranı, yükselen İslamcılık ve Batı karşıtlığı, Ak Parti iktidarının bu hikayeden kendine çıkardığı yeni hedeflerle birleşince dış politika artık iç politikayı etkilemekten daha çok belirleyici bir role dönüştü. Batı’nın Türkiye’ye ve iktidara bakışında da kırılmalara neden oldu. 2012’de Suriye bir keşif uçağını düşürdü, Suriye’ye karşı angajman kuralları değişti, 2015’te bu kez Türkiye Rusya’ya ait bir savaş uçağını sınır ihlali gerçekleştirdiği gerekçesiyle düşürdü. O tarihte donma noktasına gelen Türkiye-Rusya ilişkileri bugün bambaşka bir noktaya evrildi, Rusya ile Türkiye yakınlaştı. Buna karşın Türkiye-Amerika ilişkileri geriledi. Trump’ın başkan seçilmesine umutla yaklaşan Erdoğan Temmuz 2017’de Rusya’dan S-400 alımı sözleşmesini imzaladı. Bu sürecin içinde dış politikayı tümden etkileyen bir şey daha oldu. FETÖ’cülerin 15 Temmuz darbe kalkışması, öncesinde ve sonrasında yaşanan FETÖ’cü komplolar ve Batı’nın tüm bu süreci sessizce izlemesi iktidarı oluşturan zihni koalisyonun tüm aktörlerini en azından dış politikada aynı hedef etrafında birleştirdi. Şimdi ekseni kırılmış ama yeni ekseni de net olmayan bir dış politikayla karşı karşıyayız. Türkiye hangi ülkelerle hareket etmeli?
Toplumlar ya da sade bireyler dış politikada bu denli bilgiye sahip olamayabilirler. Sade bireyler medyadan ve siyasetçilerden dinledikleri kadarıyla dış politikayla ilgililer ve bilgililer. Yine de toplumsal bellekte birikenler, eğitim sistemiyle ezberlenenlerin ve güncel siyasi pozisyonların belirlediği dış politika algısından bahsetmek mümkün. KONDA Veri Ambarı içinden baktığımızda, “Sizce” Türkiye dış politikasını yürütürken öncelikli olarak hangi ülke ya da ülkelerle birlikte hareket etmelidir?” sorusuna Kasım 2020’de her dört kişiden biri (yüzde 24) “Müslüman ülkelerle”, her beş kişiden (yüzde 20) biri de “Avrupa Birliği ülkeleriyle” karşılığını veriyor. “Amerika ve diğer Batılı ülkeler” diyenler ise sadece yüzde 8 oranında. Tek başına hareket etsin diyenler yüzde 18, Türki Cumhuriyetlerle diyenler yüzde 14, Rusya ve Çin ile diyenler yüzde 16. Ama Kasım 2018 ve Kasım 2016 bulgularıyla kıyasladığımızda “Müslüman ülkelerle” diyenlerin azaldığını, “AB ülkeleriyle”, “tek başına” ve “Rusya, Çin” diyenlerin arttığını da not etmeliyiz. Dış politikada Türkiye’nin karşısındaki en önemli tehlike olarak her 100 kişiden 40’ı, “Amerika ile karşı karşıya gelmenin”, 28’i “Irak ve Suriye’deki savaşa dahil olmamızın”, 19’u ise Batılı devletlerin Türkiye’yi bölmek istemesi olduğunu düşünüyor. Yine yıllar içinde algıdaki değişimi kıyasladığımızda 2 yıl içinde “Amerika ile karşı karşıya gelmenin” Türkiye için en büyük tehlike olduğunu düşünenler yüzde 25’ten yüzde 40’a çıkmış durumda. Buna karşın “Batılı devletlerin Türkiye’yi bölmek istemesi” yüzde 33’ten yüzde 19’a gerilemiş. Türkiye’nin mutlaka Avrupa Birliği’ne üye olması gerektiğini düşünenler artıyor ve yüzde 51’e gelmiş durumda. Sade vatandaşa “Devlet nizamı, hukuk düzeni, ekonomisi ve yaşam standardı açısından Türkiye hangi ülkeye benzese mutlu olurdunuz?” sorusunu açık uçlu olarak, seçenek vermeden sorduğumuzda ise yaklaşık yarısı (yüzde 49) Avrupa ülkeleri cevabını veriyor. Bir başka ifadeyle Türkiye toplumu hukuk düzeni, ekonomi ve yaşam standardı referansını çok büyük oranda Avrupa ülkeleri olarak alıyor. Yüzde 23’ün Türkiye’nin benzemesini istediği ülke yokken İngiltere diyenler yüzde 10, ABD diyenler yüzde 10, Rusya diyenler yüzde 3 ve Müslüman ülkeler diyenler yüzde 1 oranında. Yani Türkiye toplumunun yüzde 69’u için “muasır medeniyet” tanımı Avrupa, İngiltere ve ABD. En çarpıcı bulgu, Türkiye’nin dış politikada Müslüman ülkelerle birlikte hareket etmesini söyleyenlerin sadece yüzde 8’inin devlet nizamı, hukuk düzeni, ekonomi ve yaşam standardı açısından Müslüman ülkelere benzemesini istemeleridir. Bu kümenin bile üçte biri devlet nizamı, hukuk düzeni, ekonomi ve yaşam standardı açısından Türkiye’nin Avrupa ülkelerine benzemesini istemektedir. Buradaki ve KONDA Veri Ambarı’ndaki diğer tüm bulgulardan şu yorumu yapmak mümkün; Türkiye insanı hayata da diğer ülkelere ve dış politikaya da ekonomik beklentilerinden yola çıkarak bakıyor. Bu karakteristik toplumdaki etnik, din, cinsiyet, hayat tarzı, eğitim farklılıklarına göre değişmiyor, herkes ekonomik beklentilerle düşünüyor. Fakat toplumun dışarıya bakışı kültürel kaygılardan da besleniyor. Kültürel ve ahlaki referansların bozulacağı kaygısı ülkenin geleceğine dair beklentileri ve diğer ülkelere bakışı da doğrudan etkiliyor. Ortak hayata dair tasayı, kederi, sevinci paylaşmada ve dış dünyaya bakışta en güçlü belirleyici unsur ise ülke içi siyasi kutuplaşma. Dünya bu küresel ara buzul dönemi daha fazla sürdüremeyecek. Türkiye bölüşüm kavgalarının fırsatları üzerinden pozisyon alarak değil gelen çağın gerekleri üzerinden pozisyon alarak risklerden kurtulabilir. Yaşanan bölüşüm kavgasının bir tarafı olarak değil, tüm bu küresel karmaşanın sorunlarını bir arada yaşanan bir ülke olarak kendi sorunlarının çözümünü başararak dünyadaki etkinliğini artırabilir. Güvenliğini sınır güvenliği, korunmayı da askeri güçle sınırlayan bir bakışla değil, demokrasiyi, toplumsal barış ve huzuru inşa ederken ekonomik refahı artıran bir ülke olarak dünyada etkin olmak mümkün.