2018’de hayatını kaybeden Anthony Bourdain, ünlü Mutfak Sırları kitabında yıldız şef kültürünün ilginç ve sinir bozucu bir fenomen olduğundan bahsederken şöyle der: “Kaba bir üslupla konuşmaya alışığızdır. Çoğumuz toplum içinde nasıl davranacağımızı bilemeyiz.”
Tayland filmi Hunger’ın şefi Paul de, Bourdain’in genellediği gibi kaba ve soğuktur. İnsanlar çok iyi oldukları meziyetlerinde uzmanlaşınca giderek çekilmez birine dönüşebiliyorlar. Fanların abartılı methiyeleri de değirmene su taşıyor diğer yandan. Hunger’ın adeta nazi subayı gibi sert duruşlu usta şefi de özellikle üst sınıf müşterileri tarafından göklere çıkarılan şöhretli bir yıldız şef... Ailesiyle bir sokak lokantasında kızartma yemekler yaparken ‘keşfedilen’ genç Aoy’u da mutfağına alır ama onu tıpkı Whiplash filmindeki sert müzik hocası gibi fazlasıyla zorlar.
Paul’un ekibindeki Tone, Aoy’a “Mutfakta demokrasi yoktur, sadece diktatörlük vardır” der. Bourdain de kitabında askeri jargonun mutfakta da kullanıldığından bahseder zaten. Alt ve üstler net bir şekilde ayrılır yani. Bir süre çile çekmeden ‘üst’e geçiş yapılamaz. Hunger’ın ünlü şefi Paul, büyük bir yoksulluk ve yoksunluk içinde büyümüş, en üste çıkmak için yeterince ‘açlık’ çekmiştir! The Menu’nun ünlü şefi Slowik de (Ralph Fiennes) benzer bir tezgahtan geçmiştir belli ki. Özel müşteriler için oluşturduğu ‘özel’ menüsünün arkasında da bu ezilmişlik var büyük olasılıkla. Organize ettiği ve sürprizlerle dolu gecenin davetsiz misafiri olan genç bir kadın, eski bir fotoğraf sayesinde ünlü şefin gizemini çözer. Aoy’un sokak yemekleri gibi, Slowik’in de şöhretinin en dibinde basit bir hamburger vardır!
Sosyal eşitsizlik ve süslü yemekler
Hem Hunger hem de The Menu, otoriter ve kusurlu şeflerinin abartılı başarılarının altında yatan güvensizliklere vurgu yaparken asıl derdinin sosyal adaletsizlik olduğunu açıkça belli etmekte. Fenomen şefler yemek yemenin sadece karın doyurmak olmadığı ön kabülüyle önlüklerini bağlarlar. (Bourdain de intiharından önce bunu sıklıkla söylemiştir.) Vahşi eko-sistemde ‘fakirler’ sadece doymak için yerlerken, zenginler minimalist sanat eseri gibi görünen pahalı yemeklerin süslediği tabaklarını ritüelleştirdikleri seanslar eşliğinde yiyorlardır.
Ünlü şefin ekibine girip zenginlere yemek yapan Aoy, karşısında karışık çorba kasesine aç kurtlar gibi saldıran arkadaşına bakarak “insanın yediği şey güzel görünmeli, mide bulandırıcı görünmemeli” diye söylenir. Arkadaşının cevabı manidardır: “Hayatta kalabilmek için yiyorum. Süslü yemekler, savuracak parası olanlar içindir. Senin benim gibilere bu yeter. Lezzetli, ucuz ve doyurucu”.
Sosyal eşitsizliği yediklerimiz üzerinden anlatıyor bu filmler. Pahalı yemekler yüksek bir beğeni ve alım gücünü işaret ediyor. İki filmde de zengin müşteriler bu yemeklere uyuşturucu gibi bağımlılık göstermekteler. Özellikle Hunger’daki ziyafet sahneleri böyle bir tüketimi eleştirmekte. Geçen yılın hit filmlerinden Hüzün Üçgeni’nde de benzer bir estetikle ele alınan, doymazlık ve hedonizm; bu konuda yapılmış en uç filmlerden biri olan Marco Ferreri imzalı Büyük Tıkınma (La Grande Bouffe) kadar olmasa da iki filmin de ana temaları arasında.
Yemek yapanlar ve yiyenler üzerine:
● Kaynama Noktası (TV+)
● The Platform (Netflix)
● Julie & Julia (Netflix)
● Ratatouille (Disney+)
● A Tale of Two Kitchens (Netflix)
● Aşk Tarifi / No Reservations
● Çok Pişmiş / Burnt
● Şef / Chef
● Vatel