Türkiye’de sokak hayvanları, ülkenin dokusunun bir parçası olmuş halde. Türkiye Cumhuriyeti’nin var olduğu süre zarfının tamamında sokak hayvanları da vardı, çünkü sokaklarda yaşayan kedi ve köpekler, Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalma bir uygulama. Çünkü o dönemde de sokaklarda yaşayan kedi-köpekler hem halk hem de esnaf tarafından seviliyor, kollanıyor ve besleniyordu. 1591 yılında Osmanlı’nın Avusturya elçisi Baron Wenceslas Wratislaw, kendi “maceralarını” anlattığı kitabında şöyle yazıyor:
“Konstantinopolis'te etrafı duvarlarla çevrili büyük bahçeler de vardır; kediler genellikle buralarda zıplayıp toplanır ve belirli saatlerde insanların gelip kendilerine sadaka vermesini beklerler. Çünkü Türkler arasında paçaları, sakatatı, ciğerleri ve et parçalarını kaynatıp pişirmek ve bunları tahta kovalarla şehirde bir aşağı bir yukarı taşıyarak "Kedy et, kedy et!" yani "Kedi eti!" diye bağırmak âdettendir. Mutfakta çalışan çocuklar da omuzlarında, üzerinde et, ciğer ve dalak parçaları pişirilmiş birkaç şiş taşır ve sokaklarda, "Tiupek et, tiupek et!" yani "Köpek eti!" diye bağırır. Arkasından üç ya da daha fazla köpek koşar ve kendisine hizmet edilmesini bekler. Türkler bu yemeği satın alır, köpeklere dağıtır ve duvarın üzerindeki kedilere atarlar; çünkü bu batıl inançlı ve barbar insanlar, akılsız sığırlara, kedilere, köpeklere, balıklara, kuşlara ve diğer canlılara bile sadaka vererek Tanrı'nın gözünde özel bir lütuf elde ettiklerini düşünürler; ve bu nedenle, yakalanan kuşları öldürmeyi ve yok etmeyi büyük bir günah olarak görürler ve onları para ile fidye vermeyi ve uçabilmeleri için eski özgürlüklerine bırakmayı tercih ederler.”
Ne sevecen adam ama(!) Wratislaw’ın ırkçı yorumları bir yana, sokak kedi-köpeklerine yönelik ılımlı yaklaşımın Türkiye topraklarında rahatlıkla 1 milenyumdan uzun süredir, belki de en başından beridir var olduğu su götürmez bir gerçek. Dolayısıyla şu anda gündemi meşgul eden konu, yeni bir konu değil.
Ancak Wratislaw’ın Türkler hakkındaki iğrenç yorumu, aslında doğru bir tezata işaret ediyor: Dünya’nın pek az yerinde sokak köpekleri bizdeki kadar yaygın. Çünkü özellikle de Batı toplumunda (ama Doğu toplumunun da Hindistan gibi istisnalar hariç, önemli bir bölümünde) köpeklerin sokaklarda yaşaması kabul edilemez bir durum. Tabii ki onlar kabul edilemez buldukları için sokak köpekleri yok oluyor değiller; hatta tam tersine, birçok ülke belli dönemlerde sokak hayvanı popülasyonunda kontrolsüz artış deneyimliyor. Mesela II. Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre sonra Almanya ve Danimarka gibi ülkelerde müthiş bir sokak köpeği popülasyonu artışı yaşandı. Belki de Osmanlı’da da bir noktada böyle bir olay yaşandı; ancak Avrupalı akranlarının aksine bizim yöneticilerimiz ve halkımız, bunda ciddi bir problem görmedi. Böylece adeta kültürel bir kırılma yaşandı ve biz, bugünlere sokak kedi-köpekleriyle geldik. Buna karşılık Almanya da Danimarka da etkili bir popülasyon kontrolü uygulayarak bu sorunu birkaç sene içinde çözmeyi başardılar.
Rakamlar gerçekçi değil, sayıları az
Bu arada şunu söylemekte de fayda var: Aslında Türkiye’de çok da anormal sayıda köpek bulunmuyor. Yapılan tahminler, Türkiye’nin tamamında, evdeki ve sokaktaki köpeklerin toplamının 4-5 milyon civarında olduğunu gösteriyor. 85 milyonluk nüfusta bu, bin kişi başına 58 köpek yapıyor. Sosyal medyada sürekli dönen ama hiçbir kaynağı bulunmayan (ve gerçekçi de olmayan) “10 milyon köpek” iddiasını doğru bile varsaysak, Türkiye’de her 1000 kişiye 117 köpek düşerdi. Kıyas olması bakımından aynı oran Portekiz’de 201, İspanya’da 142, İtalya’da 140, Fransa’da 110, Almanya’da 129, Polonya’da 205, İngiltere’de 128, Romanya’da 216, Slovakya’da 163, Çekya’da 211, Rusya’da 118 (kaldı ki Türkiye-harici ülkelerin çoğunda sokak köpekleri sayıya dahil edilmiyor bile, dolayısıyla onlarda oran, sokak köpeği sayısı tam olarak “0” olmadığı müddetçe, burada verdiğimden bile yüksek). Yani Türkiye’de anlamlı bir “popülasyon patlaması” yok. Daha ziyade, bizde bir “köpek sahipliği” problemi var; çünkü ülkemizde hane başına köpek sahiplenme oranları sadece %5 civarında. Kıyas olması bakımından aynı oran Portekiz’de %39, İspanya’da %27, İtalya’da %25, Fransa’da %20, Almanya’da %21, Polonya’da %43, İngiltere’de %33, Romanya’da %45, Slovakya’da %34, Çekya’da %42, Rusya’da %28. Yani köpek popülasyon yoğunluğu bizden yüksek olan ülkeler, aynı zamanda köpeklerine çok daha fazla sahip çıkıyorlar. Bunun üzerine etkili bir popülasyon kontrolü de yapıldığında, iş kontrolden hiç çıkmıyor.
Tabii ki bu absürt fark için binbir neden türetilebilir. Bunların başında, bizim dikine mimarimiz ve plansız şehirlerimiz geliyor. Daracık evler içinde köpek bakıp onları sık sık sokağa çıkarmak aşırı zor olduğu için – ve tabii ki sokakta halihazırda bir dolu köpek de olduğu için (üzerine bir de ekonomimiz sürekli dalgalandığı ve çoğu zaman “daha kötü” olduğu için), çok az insan evinde köpek bakmayı seçiyor. Bu da, genellikle atıklarla beslendikleri için yaşadıkları ülkenin insan nüfusuyla genellikle orantılı olan köpek popülasyonunun çoğunun sokağa itilmesiyle sonuçlanıyor. Az önce anlattığım, Osmanlı’dan kalma “perspektif farkı” da bunu asırlardır körüklüyor.
Tabii ki köpeklerle olan ilişkimiz, Osmanlı’nın tarihinin tamamından katbekat eskiye dayanıyor. Köpeklerin atası olan gri kurtlar, avcı-toplayıcı atalarımızın kamplarına ve mağaralarına ilk kez 40 bin yıl kadar önce yanaşmaya başladılar. Çünkü insanlar, tek seferde yiyebileceklerinden çok daha büyük avları avlayabiliyorlardı ve avın tamamını (örneğin kemiklerini veya sıyırılması zor etlerini) yiyemiyorlardı. Kurtlar, atalarımızın artıklarıyla veya kendilerine bizzat vermeyi seçtikleri parçalarla daha kolay beslenebilmeye başladılar.
Ne var ki kamplarımıza yanaşan kurtların hepsi aynı değildi: Bazıları çok daha saldırgan ve asabiydi, bazılarıysa korku ve öfke gibi duygularını daha kolay dizginliyordu. Atalarımız, işte bu en uysal ve ağırbaşlı olanları daha çok besledi, daha saldırgan olanlarıysa kovdu ve hatta öldürdü. Böylece insanlar, kurtlar üzerinde farkında olmadan bir seçilim baskısı oluşturmaya başladılar. Yaklaşık 15-20 bin yıl boyunca devam eden bu seçilim baskısı, giderek vahşi kurtların vücutlarını küçülttü, kulaklarını sarkık hale getirdi, kürklerini seyreltti ve daha farklı renklere dönüştürdü, kuyruklarını sallanır hale getirdi, beyinlerini ufalttı, sivri dişleri barındıran ağızlarını kısalttı.
O noktadan sonraysa farkında olmadan uyguladığımız doğal seçilimin yerini, kasti olarak uyguladığımız yapay seçilim almaya başladı: Yani köpekleri kendi isteklerimiz doğrultusunda şekillendirmeye başladık. Bir diğer deyişle, başta bugünkü gibi yüzlerce köpek çeşidi yoktu; hatta bundan sadece 2-3 asır öncesine kadar Asya'dan Avrupa'ya, Okyanusya'dan Amerika'ya yayılmış geniş bir coğrafyada, doğal seçilim yoluyla sadece 8-10 civarında köpek çeşidi evrimleşmişti. Bugün var olan 450 küsür köpek çeşidi, sadece son birkaç asırdır süregelen köpek yetiştiriciliği uygulaması ve onların sebep olduğu yapay seçilim baskısı sonucunda evrimleşti.
Ne olursa olsun, atalarımızın uyguladığı bu seçilim baskısı, "kurt" dediğimiz hayvandan, bugün "köpek" dediğimiz hayvanın evrimine sebep oldu. Bu süreçte köpekler bize avlanmada, kabileyi korumada, istenmeyen kemirgenleri öldürmede, eşya taşımada ve yön bulmada yardım ettiler. Daha modern zamanlarda köpekler savaşlarda kullanıldı, şimdiyse sadece körler veya sağırlar gibi vatandaşlara yardım etmekle kalmıyorlar, stres seviyelerimizi düşürmeye, çocuklarımızın gelişimine yardım etmeye ve toplumumuzun hemen her noktasına dokunmaya devam ediyorlar.
Bu noktada az bilinen bir gerçek de şu: Sadece insanlar kurtları ve sonrasında köpekleri seçmediler, kurtlar ve köpekler de insanları seçtiler ve insan evrimi, bu bağı en güçlü şekilde kurabilenlerden etkilendi. Dolayısıyla biz onları evcilleştirdik ama onlar da bizi evcilleştirdiler. Örneğin bizim Neandertallere üstün gelmemizin sebeplerinden birinin köpeklerle olan bağımız olduğu düşünülüyor. Yani kurtlarla insanlar arasında birkaç on bin yıldır süregelen karşılıklı seçilim, bizi birbirimize olağanüstü bir şekilde bağladı.
Biz, karşılaştığımız diğer tüm türlerle ya rekabet edip dize getirdik ya da onları tamamen yok ettik. Ama köpekler, ilginç bir şekilde bizim yoldaşımız oldular. Onlarla ilişkimiz, diğer hiçbir hayvanla olan ilişkimize benzemiyor; dürüst olalım, buna kediler de dahil. Dolayısıyla köpeklerle gerçek anlamıyla vakit geçiren hiç kimse, hele hele insanlarla köpeklerin tarihini bilen hiç kimse, köpeklere karşı özel bir sorumluluğumuz olduğu gerçeğini inkâr edemez. Biz bu hayvanları kendi ellerimizle yarattık! Sonrasında şehirler inşa edip de onlara ihtiyacımız kalmadığında, onlarla ilişkimizi çok daha kısıtlı ve pasif bir hale getirdik.
Zaman içinde yaban hayattan çıkıp şehirlere geçtikçe köpeklerle ilişkimiz de değişmeye başladı. Geniş arazilerde değil de görece küçük, dört duvar arasına sıkışmış evlerde yaşamaya başlamamızla birlikte köpekler de hem yaratıcıları hem de en yakın (belki de tek) dostlarını giderek kaybetmeye başladılar. Bir noktadan sonra köpekler evlerin dışına, sokaklara ve kırsala itilmeye başlandı. Özellikle de sanayi devrimi ve kentleşme süreciyle birlikte sokak köpeklerinin sayısında ciddi bir artış yaşandı. Bu dönemde insanlar kırsal alanlardan şehirlere göç ederken, evcil hayvanlarını geride bıraktılar veya bakımlarını sürdürmediler.
İnsan medeniyetinin tüm dünyaya yayılmasıyla birlikte toplumlar ve sokak köpekleri arasındaki ilişki döneme ve kültüre bağlı olarak değişiklik göstermeye başladı. Orta Çağ'da Avrupa'da sokak köpekleri genellikle hastalık yaydıkları gerekçesiyle öldürüldü, Osmanlı İmparatorluğu gibi bazı yerlerdeyse az önce de bahsettiğim gibi sokak köpeklerine daha merhametli bir yaklaşım sergilendi. Bu durum, bugün de gördüğümüz üzere, “sokak köpeği” kavramının hangi coğrafyalarda kalıcı bir yer edeceği konusunda belirleyici rol oynadı.
Her ne kadar Avrupa’da görece kısıtlı olsa da “sokak köpeği” veya daha bilimsel tabiriyle “serbest dolaşan şehir köpekleri” kavramı aslında o kadar da nadir bir olay değil. Hatta tam tersine, Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre şu anda Dünya'da yaşayan 700 milyon evcil köpeğin %75'i, yani yaklaşık 525 milyon köpek serbest dolaşıyor, bunların 200 küsür milyonuysa sokak köpeği. Bu durumun sebebi tabii ki bizleriz. Eğer gri kurtları kendi hallerine bıraksaydık hiçbir noktada yüz milyonlarcası sokaklarımıza yığılmayacaklardı.
Özetle, diğer hayvanların yaşam hakkını azımsamak istemiyor olsam da burada bilmem ne kuşundan veya Madagaskar'daki bir böcekten bahsetmediğimiz anlaşılmalı. Söz konusu köpeklerle olan ilişkimiz olduğunda, çok, çok, çok özel bir vakadan söz ediyoruz. Dolayısıyla bu hayvanlar hakkında bir karar verirken bunu hatırlamamız şart.
Ama şu da bilimsel bir gerçek: Sokaklarda köpek olması, sadece insanlar için değil, köpekler için de çok büyük bir problem. Bu nedenle Dünya’nın hiçbir yerinde ne biyologlar ne de veteriner hekimler “sokak köpeği” kavramını destekliyorlar. Onlara tabii ki doğru şekilde davranmamızı savunsalar da, bilimsel konsensus, ülkelerin sokak hayvanı politikalarının bu hayvanların popülasyonlarını azaltma yönünde olması yönünde.
Çünkü sokak köpeklerinin ev köpeklerinde çok daha nadir görünen (veya hiç görünmeyen) aşırı çok problemi var: Sokak köpekleri, düzenli veteriner bakımından yoksun oldukları için çok sayıda sağlık sorunuyla yüzleşiyorlar. Parazitler, enfeksiyonlar ve yaralanmalar gibi problemler sokak köpeklerinde çok daha sık görülüyor. Keneler, pireler ve bağırsak solucanları gibi parazitler sokak köpeklerinin genel sağlığını daha kolay zayıflatıp ölümcül enfeksiyonlara daha sık yol açıyor. Ayrıca, sokak köpekleri leptospiroz, distemper ve parvovirüs gibi ciddi hastalıkları insanlara bulaştırabiliyorlar. Kuduz gibi zoonotik hastalıklar, hayvanlardan insanlara geçerek halk sağlığı açısından ciddi bir tehlike oluşturuyor – ki ülkemizde bu çağda halen kuduz epidemisi olması kabul edilemez bir durum! Sokak köpeklerinin aşılanmaması durumunda bu risk artıyor ve bundan kaynaklı sağlık sorunları hem köpeklerin refahını hem de insan sağlığını olumsuz etkiliyor. Sokak köpeklerinin hem yetersiz beslenmesi hem de dehidrasyon prevalansı çok daha yüksek.
Tabii ki sokak köpeklerinin gündemimizde yer etmesine sebep olan konu da yaygın bir problem: Köpekler, özellikle de büyük şehirlerde bazı insanlar için korku ve endişe kaynağı. Saldırgan sokak köpekleri, insanlarda güvenlik kaygısı yaratıyor ve ciddi yaralanmalara hatta ölümlere yol açabiliyor. İstatistikler, özellikle de çocukların ve yaşlıların sokak köpekleri tarafından ısırılması halinde ölümlü yaralanmalara neden olabileceğini gösteriyor. Buna ek olarak, sokak köpeklerine yönelik korkudan ötürü yapılan ani veya planlanmamış hareketler (mesela nereye koştuğunu fark etmeden kaçmak gibi), çok ciddi trafik kazalarına da sebep olabiliyor. Sadece insanların kaçmasından ötürü değil, aniden yola çıkan köpekler, sürücülerin ani fren yapmasına veya direksiyon kırmasına neden olarak da kazalara yol açabiliyor. Köpeklerle insanlar arasındaki bu olumsuz etkileşimler, zaman içinde toplumda sokak köpeklerine karşı olumsuz bir algı oluşturuyor ve Türkiye’de de gördüğümüz gibi, daha sert önlemler alınmasına yönelik taleplere dönüşüyor.
Yapılan çalışmalara göre sahipsiz köpekler ekosistem üzerinde de olumsuz birtakım etkilere sebep oluyor: Doğal avcı olmadıkları yerlerde yerel hayvan popülasyonlarını olumsuz etkiliyorlar, özellikle de kuşlar ve küçük memelilerin sayısında azalmaya neden oluyorlar. Sokak köpeklerinin yiyecek arayışı, diğer hayvan türleri ile rekabeti artırıyor ve ekosistem dengesini bozabiliyor. Sahipsiz köpekler, çiftlik hayvanlarına saldırarak ekonomik kayıplara yol açabiliyorlar. Bunlar tabii ki sadece Türkiye’ye özgü problemler değil.
Örneğin ODTÜ Ekosistem Uygulama ve Araştırma Merkezi tarafından yapılan bir sunuma göre sahipsiz köpekler, Yeni Zelanda bıldırcını ve Marcano solenodonu gibi 12 farklı türün soyunun tükenmesine katkıda bulunmuş, Dünya çapında yaklaşık 200 türün soyunu tehlike altına sokmuşlardır (bunların 30’u kritik seviyededir, 71’iyse tehlikeli seviyededir). Bir vakada tek bir köpeğin, Yeni Zelanda Waitangi ormanında yaşayan yaklaşık 900 savunmasız kivi kuşunun 500 tanesini öldürdüğü tespit edilmiştir. Avustralya’da yapılan bir çalışmada sahipsiz ve yabani köpekler sebebiyle kuş çeşitliliğinde %35 ve kuş yoğunluğunda %41 düşüş olduğu görülmüştür. Bu istatistikleri arttırmak mümkün.
Az önce köpeklerin bizimle olan özel ilişkisinden ötürü onlara farklı davranmamız gerektiğini söyledim. Ancak bu, insanların kendi yaşam alanlarında korku içinde yaşamasını meşrulaştırma veya diğer türlerin daha değersiz olduğunu ima etme anlamına gelmiyor. Hiçbir çocuk, her nasıl davranırsa davransın, sokakta köpekler tarafından parçalanmayı veya ömrünü düzeltilemez yaralarla geçirmeyi hak etmez. Keza hiçbir yetişkin, bir köpek saldırısında ölmeyecek olsa bile, yaşadığı yerde evine veya markete giderken (rasyonel olsun veya olmasın) köpek saldırısı korkusuyla yaşamaya itilmemeli. Bunun tartışmaya açık bir tarafı olduğunu düşünmüyorum.
Bu söylendiğinde, özellikle de sosyal medyada düşüncesizce arzu edilen “toplu katliam” gibi taleplerden ötürü akla köpek popülasyonunun büyük oranda öldürülerek kontrol altına alınması geliyor. Tarih boyunca da başarısız (başarılı değil, başarısız!) olan bütün uygulamalar, köpek öldürmeyi merkeze alan politikalar güttüler. İşin tuhaf tarafı, bir popülasyonun (spesifik olaraksa sokak köpeği popülasyonlarının) nasıl kontrol altına alınacağı akademide son derece iyi çalışılmış, tarihsel örnekleriyle hangi yöntemlerin çalıştığı, hangilerinin çalışmadığı net olarak gösterilmiş bir konu. Dolayısıyla tekeri yeniden icat etmeye gerek yok.
Sokak köpekleri, barınaklar, köpek yetiştiricileri, evler, mahalle/komünite bakımı ve köpek sahiplerinin köpek gezdirme davranışları çerçevesinde bir köpeğin bulunabileceği 7-8 farklı durum/yer bulunuyor. Her köpek, şartlarına bağlı olarak bu durumlar arasında geçiş yapabiliyor; örneğin bir sokak köpeği sahiplenildiğinde “ev köpeği” statüsüne geçiyor – veya bir ev köpeği barınağa terk edildiğinde “barınak köpeği” oluyor. Bu, sokak köpeği popülasyonunu etkileyen ilk faktör grubu. İkincisiyse tabii ki doğumlar, kısırlaştırmalar ve ölümler. Bunların oranına bağlı olarak bir popülasyon ya büyüyor ya sabit kalıyor ya da küçülüyor. Bu, “popülasyon dinamiği 101” seviyesinde, hatta açık konuşmak gerekirse lise biyolojisi düzeyinde gerçekler… Dolayısıyla köpek popülasyonlarını kontrol etmek için yapılabilecekler aslında zaten belli: Sokaktaki köpekleri sahiplendirebiliriz, köpeklerin sokağa atılmasını engelleyebiliriz, kayıp köpekleri yuvalarına daha hızlı döndürebiliriz, sahipli köpeklerin kafalarına göre gezmelerine engel olabiliriz, sokaktaki köpekleri barınaklara gönderebiliriz, köpekleri öldürebiliriz, köpekleri kısırlaştırabiliriz, komünitelerin sokakta köpek bakmasına engel olabiliriz, köpek üreticileri ve petshoplar gibi yerlerin ithalat yoluyla ve ticari amaçlarla ülke içindeki köpek sayısını arttırmalarına engel olabiliriz. Bunların hepsi ideal bir dünyada sokak köpeği popülasyonunu azaltmak zorunda olan müdahaleler.
Ancak ideal bir dünyada yaşamıyoruz. Ve yaşadığımız dünyada, çok çeşitli sebeplerden ötürü bu yöntemlerin hepsi eşit başarıda çalışmıyor. Gerek teorik yöntemlerle, gerekse de tarihsel/pratik verilere bakarak bunları kısa vadede ve uzun vadede etkililik oranlarına göre sınıflandırmak mümkün. Örneğin kısırlaştırma programları uzun vadede yüksek, kısa vadede orta-yüksek başarıya sahip. Halkı sokak köpekleri konusunda bilinçlendirme ve eğitme gibi kampanyalar da uzun vadede yüksek, kısa vadede orta başarıya sahip. Köpekleri barınaklara veya rehabilitasyon/sahiplendirme merkezlerine almak, uzun vadede de kısa vade de orta seviyede başarılı bir yöntem; keza kanun ve mevzuat düzenlemeleri yoluyla bu sorunu çözmeye çalışmak da öyle… Ötanazi (“uyutma”, yani “öldürme”) uzun vadede düşük, kısa vadede yüksek etkili bir yöntem. Aslında masada olmayan ama sosyal medyada savunulan toplu katliamlar (itlaf), uzun vadede çok düşük, kısa vadede yüksek etkili. Tabii işin içinde sadece popülasyon kontrolündeki etki yok; itlaf gibi insanlık dışı uygulamaların halkta (ve milyonlarca çocukta) bırakacağı korkunç etkiler, onları zaten kabul edilemez yapıyor.
Vakum etkisini önlemeyi sağlıyor
Bu metotlar arasından öldürmeye dayalı olanların uzun vadede başarısızlığı şaşırtıcı olabilir; ama çevre biyolojisi açısından bu çok mantıklı: Hayvan popülasyonlarının büyüklüğü, erişebildikleri alan ve besin miktarıyla belirleniyor. Birbirine komşu sokak köpeği popülasyonlarının tamamını, aynı anda ortadan kaldırmadığınız müddetçe (ki bu, birazdan değineceğim gibi en azından Türkiye için imkansız, birçok diğer ülkede de pratik olarak imkansız), yani sadece belli popülasyonları ortadan kaldırıp gerisini bıraktığınızda, o kaldırdığınız yerlerde besin ve yaşam alanı bakımından bir “vakum” yaratmış oluyorsunuz. Bu, halihazırda yılda 2 kez üreyebilen bir tür için müthiş bir yayılma ve beslenme alanı artışı yaratıyor; böylece köpeklerini topladığınız/öldürdüğünüz lokasyona komşu olan gruplar veya sizin erişemediğiniz gruplar, açılan boşluğu sadece aylar içinde yeni yavrularla dolduruveriyorlar. Buna “vakum etkisi” diyoruz. Vakum etkisi var olduğu sürece, sadece “topla ve öldür” veya “topla ve barınağa at” gibi yöntemleri kullanarak, çalıştığı bilinen alternatif yöntemlerden kat kat fazla para, mesai ve emek harcamaksızın köpek popülasyonlarını kontrol altına almanız imkânsız.
Tarih boyunca bu mücadelede başarılı olan ülkelerin metotlarına baktığımızda, hep aynı örüntüyü görüyoruz: Hepsi, merkeze “yakala, kısırlaştır, bırak” veya “yakala, kısırlaştır, sahiplendir” gibi bir metodu yerleştiriyorlar. Yakalanıp kısırlaştırılan bir köpeğin yaşam alanına geri bırakılması mantıksız geliyor olabilir; ancak az önceki vakum etkisini önlemek ve kısırlaştıramadığınız köpeklerin sayısının artmasını engellemek için çok akıllıca bir yöntem. Zaten düşünsenize: Ortalama bir sokak köpeğinin ömrü en fazla 6 yıl, çoğu zaman 4 yıl civarında. 2-3 yaşında yakalayıp kısırlaştırdığınız bir köpek, zaten birkaç sene içinde kendiliğinden ölecek. Ötanazi, bu yakalanan köpekler arasından hasta ve agresif olanları ayıklamak için kullanılabilir; diğer ülkelerde de bu genellikle bu şekilde yapılıyor. Ama sadece toplayıp köpekleri öldürmeye yönelik bir yöntem, hele ki Türkiye’de sokağa köpek atmak gerek hane halkı, gerek köpek yetiştiricileri, gerekse de pet shoplar arasında aşırı yaygınken, ne kadar köpek öldürürseniz öldürün ondan kat kat fazlası üreyerek açılan boşlukları hızla dolduracak. Yetişemeyeceksiniz.
Kaldı ki Türkiye bu konuda zaten daha en temel sınavı geçebilmiş değil: Köpekleri tam olarak hangi barınaklara toplayacaksınız? 2024 itibariyle Türkiye'de barınak statüsünde 250 kadar yer olduğu belirtiliyor; ama bunların çoğu modern standartlara uygun bile değil. 2004'te geçirilen yasaya göre Türkiye'deki 1389 belediyenin hepsinde kısırlaştırma merkezi olarak da görev yapacak olan barınaklar kurulması şart koşuldu; ancak aradan geçen 20 yılda bunların 1200'ünde barınak inşa edilmedi. Kaldı ki barınak olmasa bile belediyeler veterinerler aracılığıyla kısırlaştırma yapabilirler; ama istatistiklere baktığımızda, 20 yılda 1 tane bile kısırlaştırma yapmamış 1000'den fazla belediye olduğunu görülüyor. Bu kabul edilebilir gibi değil! Türkiye'deki sokak köpeği varlığının ana sorumlusu işte bu! Çalıştığı bilinen yöntemleri uygulamayıp da “Bu çalışmadı, başka bir şey deneyelim.” demek çılgınlık! Barınak inşa etmekten ve kısırlaştırma yapmaktan aciz belediyeler, yine aynı köpekleri yakalamaya ve aylarca, yıllarca barınaklarda tutmaya dayalı bu “yöntem”i nasıl uygulayacaklar? Bizim ülkede “-mış gibi” yapmak çok modadır, bu da onun en güzel örneklerinden biri. Türkiye’deki en büyük köpek barınağı olan Konya Sokak Hayvanları ve Rehabilitasyon Merkezi 1 milyon metrekarelik alanda sadece 4500 köpeği ağırlayabiliyor. 250 barınağın ortalama 1000 köpek kapasitesi olsa, 250.000’de dolacak. 4 milyon nerede, 250.000 nerede? 20 yılda 1000’i göremeyen barınak sayısı, ne kadar sürede Konya’daki büyüklüğünde 900’e ulaşacak?
Bu arada barınakları stratejinin merkezine almak da akıl almaz: Barınaklar, kesinlikle ama kesinlikle kalıcı yaşam alanları olarak görülmemeli; çünkü barınakları işletmek maliyetli bir iş, bu nedenle de hayvanların geçici olarak barınıp bakım almaları amacıyla kurulmuş "yardımevleri" olarak görmek gerekiyor, “köpek oteli” olarak değil! Barınaklar kendilerine gelen köpekleri tedavi etmeli, çipleri yoksa çip takmalı, sahipsizlerse kısırlaştırmalı ve sahiplendirmeye çalışmalı, bunu başaramazlarsa da köpekleri eski yerlerine bırakmalı. Yani gelen hayvanları elden geçirip en kısa sürede göndermeliler; bir köpek barınaklarda asla birkaç günden uzun kalmamalı. Zira asla bir ülkedeki sokak köpeği popülasyonunu barınağa yığmaya gücünüz yetmez, mümkün değil! Bildiğimiz bir gerçek var: Eğer bir ülke, vatandaşlarının sokağa köpek atmasına göz yumuyorsa (ki buna hane halkı da dahil, petshoplar ve yetiştiriciler gibi unsurlar da dahil), hangi yöntem ne kadar kullanılırsa kullanılsın popülasyonu kontrol altına almak mümkün değil.
Dolayısıyla bu yeni yasayla birlikte olacağı ben size söyleyeyim: Tabii ki bu da önceki yasa gibi doğru düzgün uygulanamayacak. Dolayısıyla bundan 10 sene sonra dönüp baktığımızda, bugün olduğumuzdan da kötü bir yerde olacağız. Daha da önemlisi, kalıcı olarak işe yaradığı bilinen yöntemleri uygulamayarak sadece ötanaziyi merkeze alan politikaların uzun vadede yüzleşeceği kesin başarısızlık (örneğin popülasyonların birkaç yıl içinde eski boyutlarına dönmesi ve bunları aşması, bu sırada harcanan paralar ve vakit, vb.), toplumda daha fazla hayal kırıklığına, psikolojik yüke ve daha da az çalıştığı bilinen daha da ekstrem çözüm arayışlarına yol açacak. Bu durum, uzun vadede devlet kurumlarına olan güvensizliğin daha da artmasıyla sonuçlanacak ve "vigilante" olarak da bilinen "yasa dışı kanun infazcısı" vakalarının artmasına neden olacak. Bunun ayak seslerini şu anda zaten duyuyoruz. Bilimsel olarak çalıştığı bilinen şeyleri yapmayıp, kafamıza göre iş yaparak bunların önünü açmış olacağız.
Yapılması gereken şu: Yeni yasalar geçirmeye çalışmak yerine, yasaları katı yaptırımlarla birlikte uygulamaya başlamak gerekiyor. Türkiye'deki belediyeler sokak köpeği popülasyonunu kontrol altına almak için üzerlerine düşeni yapmadılar ki uygulanan yöntemin çalışmadığını söyleyebilelim. Öncelikle yasaların öngördüğü üzere bütün belediyelere barınaklar (ve daha ziyade kısırlaştırma klinikleri) inşa edilmeli ve bunlar, bölgelerinde aktif bir şekilde kısırlaştırma ve mikroçipleme yapmalı. Yıllık kısırlaştırma oranları %50'nin altına, popülasyon geneli kısırlaştırma oranları %80'in altına inmemeli. Ayrıca ülkedeki bütün köpekler ve ülkeye sokulan her yeni köpek mikroçiplenmeli ve her birinin sorumlusu, adresiyle, telefonuyla, kimlik numarasıyla açıkça belli olmalı. Ülkede halen kuduz krizinin olması, yakalayıp mikroçipleme olayının düzgün yapılmadığının en net göstergesi: Köpekler düzgün yakalanabiliyor olsa, aşıları da yapılırdı. Eğer bu düzgün yapılırsa, köpeğin terk edildiği anlaşıldı anda, o köpeğin ömrü boyunca devlet tarafından yönetilmesinin getireceği yük oranında para cezası uygulanmalı ve böylece vergi mükelleflerine ekstra bir yük doğmasının önüne geçilmeli. Ayrıca bunun tekrarında hapis cezası veya katlanarak artan para cezası gibi ekstra caydırıcı unsurlar da eklenmeli. Köpeğini sokağa bırakan bir kişinin sokak köpeği haricinde bir köpek satın alması süresiz olarak engellenmeli (çeşitli eğitim programlarından geçilmesi hâlinde belki ceza süreleri kısaltılabilir).
İkincisi, hesap verilebilirlik ve doğru yetkilendirme gerek. Köpek popülasyonlarının kontrolü konusunda belediyeler işlerini yapamıyorsa, buna özel kurumlar (görev güçleri) yaratılmalı, bu işi yapabilecek doğru kişilere, doğru yetkiler verilmeli. Bir yandan bu görev gücünü besleyecek bilim ve etik kurulları oluşturulmalı, bunlar tarafların görüşlerini dinlemeli, belli bir eylem planı oluşturmalı, hangi sürelerde nelerin yapılacağını ilan etmeli ve o planı uygulamaya koymalılar. Bu kurumların başarısız olmaları halinde halka hesap verebilmeleri ve hatta cezai yaptırımlarla yüzleşmeleri çok önemli.
Bilinçlenmeden çözüm çok zor
Üçüncüsü, halk bu konuda doğru düzgün eğitilmeli. Sorumlu hayvan sahipliği nedir, komünite bakımı ne şekilde olmalıdır, bunlar öğretilmeli. Mahallelinin kendi mahallelerindeki köpeklerin sağlık ve davranış takibini yapması sağlanmalı, belediyelerle kolay ve hızlı iletişimlerinin önü açılmalı. Bu, halk ile devlet arasındaki bağı da güçlendirir.
Dördüncüsü, ötanaziyi merkeze almadan, saldırgan ve tedavi edilemeyecek düzeyde hasta köpekleri ayıklamak amacıyla, çevresel bir yöntem olarak kullanma üzerinde durulabilir. Merkezde, halihazırda öngörülen “yakala, kısırlaştır, bırak” yöntemi olmalı (anlattığım ve yer veremediğim onlarca sebep ve araştırmadan ötürü).
Beşincisi, sadece var olan problemin boyutunu teşhis edebilmek için değil, problemin ne yönde gittiğini öngörebilmek için de veri toplama pratikleri iyileştirilmeli. Ülkede kaç köpek var, sorunları ne, bunların nasıl dağılıyor bilmiyoruz bile, herkes veri uyduruyor! Sokak köpeği popülasyonunu izlemek, uygulanan önlemlerin etkinliğini değerlendirmek ve stratejide veriye dayalı ayarlamalar yapmak için periyodik olarak sayım ve anket çalışmaları yapılmalı. Bunlar, halka açık bir şekilde ilân edilmeli. Stratejiler bu verilere bağlı olarak, yerel ve rasyonel bir şekilde belirlenmeli.
Daha söyleyebileceğim şey çok ama burada keseyim. Evrim Ağacı’nın internet sitesinde bu konuyu çok daha derinlemesine işlediğimiz, tüm kaynakları görebileceğiniz bir yazımız ve manifestomuz var. Bu işi ciddiye alan, köpeklerin ve insanların refahını bir arada düşünen herkesin onu baştan sona okumasını temenni ederim. Umarım gerçek bir problem olan sokak köpeği problemini, gerçek bir çözüm sunan bilim ile çözebiliriz. Yoksa zaten çözemeyeceğiz.