Hem gelişmekte olan hem de sanayileşmiş ülkelerde daha iyi demokratik kurumlar inşa etmek için elimizde birçok sağlıklı model var. Kötü örnek arayanlar ise Şili’deki yeni anayasa taslağı girişimlerine bakabilir.
Şili Latin Amerika’nın en zengin ülkelerinden olmasına rağmen General Augusto Pinochet’nin gaddar diktatörlüğünün ve tarihsel eşitsizliklerin sancılarını yaşamaya devam ediyor. 1998’de otoriterlikten dönüşü başlatan plebisitten bu yana demokratik kurumların inşasında aşama kaydettikleri doğru. Eğitimsel ve sosyal programlar da gelir eşitsizliğini azalttı. Ancak başlıca sorunlar duruyor. Sadece gelir açısından değil devlet hizmetlerine erişim, kaliteli eğitim kaynakları ve emek piyasasındaki fırsatlar bakımından da derin eşitsizlikler söz konusu. Dahası, Şili hala 1980’de Pinochet’nin dayattığı anayasayla yönetiliyor.
Ancak yeni bir başlangıç doğal görünse de Şili yanlış yolda. 2020 yılındaki referandumda yeni anayasa taslağına büyük destek gelmesinin ardından süreç seçilmiş delegeler konvansiyonuna emanet edildi. Ancak 2021’de konvansiyondaki isimleri belirlemek için yapılan seçime katılım oranı yüzde 43’te kaldı. Adayların birçoğu iş dünyasının üzerine çöküp farklı topluluklar için yeni haklar tesis edecek bir anayasa taslağına girişmek isteyen aşırı sol çevrelerdendi ve güçlü ideolojik bağlılıkları vardı. Nihai metin oylamaya sunuldu ve Şilililerin yüzde 62’si tarafından reddedildi.
İkinci girişim de aynı şekilde başarısız oldu ama bu kez itiraz ters taraftan geldi. Konvansiyondaki sağcı çoğunluk, halkın ilk taslağa tepkisinden cesaret alarak bir taslak hazırladı ama bu da abartılı bulunarak reddedildi. Bu deneyim bize tanıdık geliyor olmalı çünkü Şili gibi birçok ülkede aktivist kurumların istediği tedbirler seçmenin çoğunluğunun itirazıyla karşılaşıyor. ABD de dahil olmak üzere dünyanın birçok yerinde benzer olaylar yaşanıyor ve neticede kurumlara duyulan güven azalıyor.
Halkın faydaları görmesi gerek
Demokrasiye destek yeniden ayağa kaldırılabilir mi? Kısa süre önce Nicolás Ajzenman, Cevat Aksoy, Martin Fiszbein ve Carlos Molina ile birlikte yaptığımız çalışma bazı ipuçları sunabilir. Demokratik kurum deneyimi yaşamış insanların bunları desteklemeye yatkın olduğunu bulduk. Fakat bunun için demokrasileri ekonomik performans, kamu hizmetleri ve diğer beklenen sonuçları ortaya koymakta başarılı görmeleri gerekiyor.
İnsanların demokrasiden görünür istekleri çok şey anlatıyor. Demokrasiye verilen destek ekonomik kriz, savaş ve diğer istikrarsız dönemlerde azalırken halkın kamu hizmetlerinden, görece düşük eşitsizlikten ve çok düşük ya da sıfır yolsuzluktan fayda gördüğü durumlarda artıyor. Alınacak ders belli. Daha iyi bir demokrasi inşa etmek istiyorsak demokratik kurumların insanlara istediklerini verme becerisinden yola çıkmalıyız.
Birçok ülkede eşitsizliğin arttığı ve küresel şirketlerin giderek güçlendiği düşünülürse, demokrasilerin dezavantajlı gruplar için daha fazla bölüşüm ve daha güçlü koruma sağlaması için haklı sebepler olduğu ortada.
Sağın ve solun yaklaşımı farklı
Ancak burada da sağ ve sol durumu farklı şekillerde ele alıyor.
Şili örneğinde solun iş dünyası karşıtı katı ajandası sakıncalı görünüyor. 1929’daki borsa çöküşü ve Büyük Buhran sonrası İskandinavya’da ortaya çıkan sosyal demokrat partileri model almak daha isabetli olabilir. Söz konusu partiler ekonomiyi toparlayacak ve eşitsizliği azaltacak kapsamlı kurumsal değişimlere ve politikalara ihtiyaç duyulan bir ortamda iktidara gelmişti.
İsveç ve Norveç eşit değildi
İskandinav sosyal demokrasisinin kökenlerine dair birçok yanılgı var. Bazı uzmanlar bu ülkelerin her zaman eşitlik ve işbirliğine yatkın olduğuna inanıyor. Kimileriyse bunları “demokratik sosyalist” rol modeller olarak görüyor. İki algı da doğru görünmüyor. Hem İsveç hem de Norveç 20. yüzyılın başında eşitlikten oldukça uzaktı. 1930’da Norveç’in vergi öncesi gelirlerdeki Gini katsayısı (sıfırdan bire uzanan eşitsizlik ölçeği) 0.57’ydi. Yani ülkedeki eşitsizlik bugünkü hiçbir Latin Amerika ülkesinde olmadığı kadar yüksekti.
İki ülke de sık sık işçi-işveren anlaşmazlıklarına sahne oluyordu. Sonraları sosyal demokrat partilere dönüşecek olan işçi partileri Marksist kökenliydi. Ancak iktidara geldiklerinde devrime ve ideolojiye bağlılıklarından uzaklaşmaya başlamışlardı. Bunun yerine daha geniş bir şemsiye altında seçim kampanyası yürüterek sağlam makroekonomik idare ve hem emek piyasasında hem de eğitimde eşitlikçi reform vaat ettiler.
Halk Okulu Yasası
Mesela Norveç İşçi Partisi 1930 seçimlerindeki kötü sonucun ardından katı Marksist ajandasından U dönüşü yaptı. Dönemin Danimarkalı ve İsveçli işçi partileri gibi onlar da pratik meselelere, insanların taleplerine odaklandı. Parti ayrıca geri kalmış kırsal bölgelerdeki eğitim kalitesini iyileştirmeye yönelik kapsamlı eğitim reformu vaat etti. 1935’te yeniden iktidara gelen parti ertesi yıl “Halk Okulu Yasası”nı hızla uygulamaya koydu.
Tuomas Pekkarinen, Kjell Salvanes ve Matti Sarvimäki ile yaptığımız yeni çalışmada Norveç’in okul reformunun kırsal kesimdeki eğitimin kalitesini artırmaktan daha fazlasını başardığını gösterdik. Reform Norveç siyasetinde de ciddi etki yapmıştı çünkü ebeveynler başta olmak üzere reformdan faydalanan birçok kişi yüzünü İşçi Partisi’ne dönerek bugünkü meşhur Norveç sosyal demokrasi modelinin sürekliliğini sağlayacak koalisyonun kurulmasına yardımcı oldu. Basitçe söylemek gerekirse, parti seçmenin istediği hizmetleri sunmuş, seçmen de bu tavrı sandıkta ödüllendirmişti.
İsveç örneği de çok farklı değil. 1932’deki ilk seçim zaferinin ardından İsveç Sosyal Demokrat Partisi ücret artışı, işçi-işveren barışı ve stabil makroekonomi ortamı vaatlerini yerine getirdi. Sonrasında on yıllar boyu sandıkta ödüllendirildi.
Demokrasiyi güçlendirmek ve eşitsizlikle savaşıp dezavantajlı kesimleri koruyacak yeni kurumlar inşa etmek için buradan alınacak çok ders var. İlk adım, demokrasinin halka verdiği vaatleri yerine getirecek reformist bir ajanda üzerinden işlediğini göstermek olmalı. İster sağdan ister soldan olsun seçmenlere aşırılıkçı politikalar dayatma girişimleri başarısızlığa mahkum. Üstelik demokratik kurumlara güveni daha da azaltmaları fazlasıyla muhtemel.
Daron Acemoğlu
MIT İktisat Profesörü; (James A. Robinson ile birlikte) Ulusların Düşüşü ve Dar Koridor: Devletler, Toplumlar ve Özgürlüğün Geleceği kitaplarının yazarı.
© Project Syndicate, 2024