22 Aralık 2024, Pazar Gazete Oksijen
24.12.2021 04:30

Muhafazakarlık günü yakalayabilir mi?

Merkez sağ partiler dünyadaki büyük eşitsizliğin kaynaklarıyla başa çıkabilmek için büyük çaplı bir dönüşüm geçirmek zorunda. Ancak dev işletmelere ve ultra zenginlere tarihsel sadakatleri düşünülünce böyle bir dönüşümü gerçekleştirmeleri zor görünüyor

ABD’de Demokrat Parti’nin Virginia valilik seçimlerini kaybetmesiyle parti içinde patlak veren ağız dalaşı sonrası, birçokları Cumhuriyetçilerin önümüzdeki yıl Temsilciler Meclisi’ni rahatça geri alacağına ikna oldu. Ama asıl belirsizlik sağın geleceği ve hepimiz bunun bedelini ödüyoruz. Sağ siyaset bundan önce de kimlik bunalımları yaşadı. 19. yüzyılda sanayileşmenin devasa eşitsizlikler yarattığı ve işçi sınıfını sefalete sürüklediği günlerde kitle demokrasisinin yükselişi, İngiltere’deki Muhafazakarlar gibi geleneksel merkez sağ partileri tedavülden kaldırabilirdi. Kentlerdeki ve iş yerlerindeki on binlerce işçiye yoğunlaşmak yeni dayanışma ve siyasi örgütlenme fırsatları getirmişti. Anarşizm ve ütopyacı sosyalizmden tutun da Marx ve Engels usulü komünizme kadar birçok yeni fikrin ortaya çıkışı genel memnuniyetsizliği yansıtıyor, topluma alternatif örgütlenme şablonları sunuyordu. Ancak merkez sağ kendini yeniden yarattı; muhtemelen bunun en başarılı örneği İngiltere’de Benjamin Disraeli liderliğinde yaşandı. 1860’larda Disraeli (rakibi Liberal Başbakan William Gladstone’dan bile daha ileriye giderek) oy hakkını genişletme reformlarına öncülük etti çünkü muhafazakar milliyetçi ideolojinin birçok çalışana hitap edeceğine inanıyordu. Haklı da çıktı. Muhafazakarlar çok geçmeden birinci parti oldu ve yüzyılın geri kalanında çoğu zaman Liberalleri geride bıraktı.

Boris Johnson
Boris Johnson

Dört dayanaktan ilki: Tek millet

Yeni sağ birçok ayrı felsefe ve içgüdüyü harmanlayarak başarıya ulaştı. Birinci dayanak milliyetçilikti ve farklı kılıklarda belirebiliyordu. Bunun daha mülayim bir biçimi Disraeli’nin “Tek Millet” vizyonunda ifade buldu: Tüm yurttaşları tek bir toplum sözleşmesinin parçası haline getirecek komüniter bir kimlikti. Ama Disraeli, Britanya İmparatorluğu’na dair şoven vizyonuyla daha agresif milliyetçi duyguları da yansıttı. Fransa ve Almanya’da ise yeni muhafazakarlığın merkezinde antisemitizm vardı. 

Hiyerarşileri savunmak

Sağın ikinci dayanağı, geleneksel kurumları ve toplum düzenini radikal değişime karşı koruma dürtüsüydü. Edmund Burke’ün Fransız Devrimi’ne yönelik sert saldırısından doğan fikirler, toplumsal ve siyasi değişimin kaçınılmaz hale geldiği ortama anlamlı cevaplar sunabilecek, uyarlanma becerisine sahip bir muhafazakarlık için kritik rol oynadı. Bu yaklaşımın karanlık tarafı, örneğin cinsiyet ve ırk konularında, mevcut sosyal hiyerarşilere bağlılığıydı. Merkez sağ hiyerarşileri savunmaya duyduğu hevesle de seçmende geniş karşılık buldu.

Merkel'in koltuğuna gelen Olaf Scholz
Merkel'in koltuğuna gelen Olaf Scholz

Piyasaya sadakat

Üçüncü dayanak ise piyasalara bağlılıktı. İlk ikisi gibi bu da sağın kendini farklı alternatifler (1917’den sonra Sovyet sosyalizmi veya II. Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal demokrasi) karşısında tanımlamasına yardımcı oldu. Muhafazakarlar gerek serbest piyasaların çıkarlarını korumak için gerekse Burke’ün ortaya attığı kademecilik adına kapsamlı devlet mülkiyetine ve çeşitli hükümet müdahalelerine karşı çıktı. Ne var ki Avrupalı ve Amerikalı muhafazakarlar refah devletiyle uyumunu sürdürdü; bazen onunla birlikte çalıştılar, hatta bu yönde yatırım yaptıkları bile oldu. Evet, II. Dünya Savaşı sonrası ilk seçimde Winston Churchill liderliğindeki Muhafazakarlar William Beveridge’in meşhur 1942 raporunu model alarak kurulan yeni refah devletine karşı çıkmıştı. Ama o seçimi kaybettiler ve muhafazakar politikacılar kısa süre sonra yeni dönemin birçok unsuruyla barıştı. Bu arada kuzey ülkelerinde ve Almanya’da 1980’lere kadar merkez sağ refah devletinin temel kurumlarına en az sol kadar bağlı kaldı.

Zenginleri desteklemek

Ancak sağın seçim başarısının dördüncü bir boyutu daha vardı: Çoğu zaman merkez sağ partilere finansman sağlayan zengin işletmeleri desteklemek. Büyük işletmelerin çıkarları piyasa yanlısı zihniyetle ne zaman çatışsa sağ hep büyük işletmelerin safına yanaştı. O zamandan bu yana ekonomik ve toplumsal gelişmeler merkez sağın erken dönemdeki yoğunluğunu ortadan kaldırdı. Daha radikal sağ fikirlerin yükselişiyle birlikte refah devletine ve hükümetin ekonomideki rolüne dair yeni zorluklar ve itirazlar doğdu. 1980’lerde Milton Friedman ve diğer serbest piyasa yanlısı düşünürlerin popüler hale getirdiği yeni denetim karşıtı zihniyet İngiltere’de Başbakan Margaret Thatcher, ABD’de ise Başkan Ronald Reagan ile güçlendi. 1990’lara gelindiğinde, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle bu yaklaşım ivme kazandı. Sovyetlerin çöküşü, refah devletinin lehine görünen sosyal demokrasi argümanını, yani tam sosyalizm için işçi sınıfının taleplerini önlemek gerektiği savını boşa çıkarmış oldu. Thatcher ve Reagan’ın denetimi azaltma planları, küreselleşmenin ve otomasyonun giderek hız kazandığı kırk yıllık süreçte eşitsizliğin artmasına katkıda bulundu. Burke’ün ortaya koyduğu gelenekçilik uygulanamaz hale geldi.

Donald Trump
Donald Trump

Merkel ve Johnson’un ortak niyeti

Sağın bir kez daha kendini yeniden yaratması gerekiyor. Eski Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in son on yılda temel sosyal demokratik tedbirlere benzemeye başlayan politikaları ve İngiltere Başbakanı Boris Johnson’un Disraeli’nin tek millet muhafazakarlığını canlandırmak adına sarf ettiği dağınık çabalar, merkez sağ partilerin ne yöne gidebileceğini gösteriyor. Ama bu girişimler başarılı olacak gibi görünmüyor çünkü sağın –ve dünyanın– karşı karşıya olduğu güçlüklerin ciddiyetiyle örtüşmüyorlar. Merkez sağ partiler küreselleşmenin ve Big Tech’in, yani dev teknoloji şirketlerinin yol açtığı eşitsizliğin ve güçlüklerin kaynaklarıyla etkin biçimde başa çıkabilmek için büyük çaplı bir dönüşüme girmek zorunda. Büyük işletmelere ve ultra zenginlere tarihsel sadakati düşünülünce, Amerikalı muhafazakarların böyle bir dönüşüme girmesi özellikle zor olabilir. Aslına bakılırsa, ne pahasına olursa olsun iktidara tutunmak adına uzun süredir Burke’ün fikirlerini boşlamış durumdalar. Richard Nixon’ın küçümseyici Güney stratejisinden bugünkü Cumhuriyetçi seçmen bastırma kanunlarına kadar, Amerikalılar uzun zamandır iktidarın orantısız biçimde sağ eğilimli kırsal bölgelere yönlendirildiği Amerikan siyasi sistemine güveniyor. Nüfusun daha kentli ve eğitimli seçmenlere doğru kayması ve ekonomik durgunluk sonucu artan memnuniyetsizlik düşünülünce, bu strateji sonsuza dek başarılı olamaz. Amerikan sağı ya değişmesi gerektiğini kabul edecek ya da daha da agresifleşerek bir seçmen azınlığına bağımlı hale gelip neticede kendisini demokrasinin karşısında bulacak. Cumhuriyetçi Parti’nin eski Başkan Donald Trump’ı ilahlaştırması, ikinci seçeneğe daha yakın olduklarını gösteriyor. Bu, ABD’nin daha da derin bir kutuplaşma ve işlevsiz yönetişim dönemine girdiği anlamına geliyor. Eşitsizlik, iklim değişikliği ve büyük teknoloji şirketlerinin boğucu tahakkümü gibi sorunlara yönelik anlamlı politikalar ufukta görünmüyor. Dahası, 2024’te Trump’ın yeniden başa gelmesi ve baskıcı otoriterliğin yükselişe geçmesi ihtimali ortadan kalkmış değil. © Project Syndicate, 2021.

Daron Acemoğlu
Daron Acemoğlu