"Ben Beyaz mıyım?" diye sordum. Alman arkadaşım gülerek cevap verdi, “Sanırım kahverengi sayılıyorsun.” Gülünç olan şuydu, kendisi epey esmer bir Alman. Badana rengi kartelasını insan tenine uygulasak, bana göre üç ya da dört ton daha koyu tarafa düşer. Bunu fena halde komik bulduğum için güldüm. Arkadaşım Alman olduğu ve bu durumda beyaz sayıldığı için fazla gülmedi. Hâkim ırktan olduğu için onun açısından sıkıntılı bir durum. Fakat, aslında evet, insanların renklerine göre sınıflandırılması kahkaha attıracak kadar saçma. Yine de maalesef bu bir şaka değil. Ve şimdi ben ilk kez bu hiç de komik olmayan şakanın içindeyim. Baştan söyleyeyim, konu Almanya ile ilgili değil, hepimizle ilgili.
Rengarenk bir sıra
Geçen hafta İngiltere vizesi almak için Berlin’deki vize ajansına gittim. Kapıda çoluk çocuk bir sürü insan bekliyor. Afrika ülkelerinden, Hindistan’dan olduğunu düşündüğüm insanlar. Rengarenk bir kalabalık. Son derece kibar bir görevli, insanları iki sıra haline getirmeye çalışıyor; Ukrayna’dan gelenler ve diğerleri.
Bütün beyazlara tek tek sordu, “Ukrayna’dan mı geliyorsunuz?” Var olan renk paletinde ben de yeterince beyaz olmalıyım ki bana da sordu. Sonunda hakikaten iki sıra oluştu fakat komik olan şuydu: Ukrayna sırasının tamamı renkli insanlardan oluşuyordu. Genç görevlinin de gülesi geldi sanki, göz göze geldiğimiz bir an öyle hissettim. Hiçbirimiz gülmedik tabii ki. Öğleden sonra Hamburg’a döndüm ve bembeyaz şehir merkezinde yürürken yine “kahverengiydim.” Fark ettim ki bugüne kadar gözüm renkleri refleks olarak fark etmekten acizmiş. Ve fakat sonra anladım ki görmediğim şey daha önce hiç kahverengi durumuna düşmemiş olmaktı. İnsan beyazı ancak kahverengi olunca görüyor demek. Tıpkı erkeklerin kadına karşı ayrımcılığı görememesi gibi insan renkleri de sadece “talihsiz tarafta” olunca görebildiğiniz bir şey.
Küresel mektup projem
Bu olayı ‘Şimdi İçin Mektuplar’ toplantısında anlattım. Böyle bir mektuplaşma işi başlattım, bilmeyenler için söyleyeyim. Küresel bir ‘mektup arkadaşlığı’ projesi bu ve 21. yüzyılda insan meselesini anlamaya çalışıyoruz hep beraber. Her ay İngilizce ve Türkçe olarak mektup arkadaşlarıyla buluşuyoruz. Sahne ve izleyici ayrımının kalmadığını düşündüğüm 21. yüzyılda ‘bir bilen ve onu dinleyen’ hiyerarşisini ortadan kaldıran bir iletişim yöntemini deniyoruz. Çok da güzel gidiyor. Kendiliğinden bir zarafet ve incelik geleneği oluştu toplantılarda. (İlgilenenler lettersfromnow.com’a bakabilir.) Geçen haftaki İngilizce ve Türkçe toplantılarda yaşadığım bu vize olayını anlattım ve sonrası çorap söküğü gibi geldi. Herkes kendi renginin farkına vardı ve başkalarının renkleriyle ilgili neler gördüğünü anlattı. Ukrayna’dan gelen mültecilere gösterilen ve o kadar beyaz olmayan diğer mültecilerden esirgenen ‘hoş geldinin’ tarafgirliği bu kadar ortadayken renk konusu epey sıcak tartışmalara neden oldu. Yurt dışında yaşayan, Türkiyeli Z. memlekete dönerken uçakta başına gelen bir hikâyeyi anlattı. Hikâye şöyle: Z., LGBTQ birey ve yanında hemcinsi partneriyle seyahat ediyor. Yanlarına kırklı yaşlarında bir kadın oturuyor. Kadın çok çağdaş; LGBTİ+ meselesinde, siyasette çok ilerici. Fakat uçakta, arka sıralarda bir tartışma çıkıyor ve dönüp bakınca büyük olasılıkla Suriyeli olan birilerinin hostesle tartıştığını görüyorlar. Kadın derhal, kısık sesle şöyle diyor, “Arap doldu Türkiye.” Z. bir türlü ağzını açıp da söyleyemiyor, “Ben de Arabım.” Donup kalıyor.
Aynı sonlu hikayeler
Bu donup kalma işi bir tuhaftır, burada biraz duralım.
Şimdi İçin Mektuplar’ın İngilizce toplantısında bu kez M. konuşuyor, Sırbistanlı ama İskandinav ülkelerinden birinde yaşıyor. M.’nin başına trende bir iş geliyor, uzatmayalım, bir Fransız çift çok yardımcı oluyor. “Çok zarif ve iyi insanlardı” diyor M. ve yol boyu arkadaşlık ediyorlar. Fakat sonra tren istasyonunda bir hadise çıkıyor Avrupalılar arasında, bir tür kavga. Çiftten kadın olanı patlatıyor yorumu, “Sanırsın Afrika’dayız.” Erkek olanı devam ettiriyor, “Sanki Yeni Delhi’deyiz!” M. susup kalıyor. Gergin bir şekilde gülümsüyor ve bir sonrası istasyonda trenden iniyor. Hikâyeden de anlaşıldığı gibi M. beyaz bir insan. M. bu durumda beyaz olmaktan son derece utanan bir insan.
Böyle başka hikâyeler de anlatıldı toplantılarda ve hikâyelerin sonu hep aynı şekilde bitiyordu; “Ne diyeceğimi bilemedim” ya da “Donup kaldım.”
Farkında bile olmamak...
Malum, ırkçılık insanlığın en büyük illetlerinden biri. İşin komik tarafı ırkçı olduğunun farkında olmayan bir sürü insan var. “Benim de Arap arkadaşlarım var ama...” diye başlayan cümlelerin sonunun her zaman ve fena halde ırkçı bir yorumla bittiğini, bu cümlenin bile tek başına büyük insanlık suçlarının yolunu açtığını bilmeyen bir sürü insan. Maalesef dünya üzerinde çok az insan kendine açıkça ırkçıyım diyor, geri kalanı ise gündelik ırkçılığını mutedil bir şekilde yaşayıp gidiyor. İşin en oyuncaklı tarafı da şu: ‘Irkçılık çok fenadır,’ yazıları yazan insanların çok azı başka ırktan insanlarla yaşamak zorunda. Yani bir gazete yazarının işinin bir Suriyeli ya da Yemenli tarafından alınacağına dair bir endişesi yok, ya da zaten komşusunun bir Nijeryalı ya da Iraklı olmayacağından son derece emin. Dolayısıyla yoksulların yaşadığı işini kaybetme endişesinin nasıl ırkçılığa dönüşebileceğini derinden anlaması güç. Irkçılığın ürkütücü bir biçimde yayıldığı yoksullar arasında ise “Aman ırkçılık yapmayayım” gibi bir politik doğruculuk endişesi fazla lüks bir mesele. Peki biz bu işin neresinde duruyoruz? Biz derken bu durumun farkında olanlar, dünya ve insan için derinden endişelenenler. Gıda ve iklim kriziyle pek yakında milyonlarca insanın yer değiştirmesi gerekeceğini, bu hareketin zaten başlamış olduğunu görenler, Batı’daki beyaz adamın kapısının kilitlenmek üzere olduğunun farkında olanlar.
Gün içinde aniden bastıran, hem de çok tatlı, ‘çağdaş’ insanlardan gelen, şaka gibi olan ama aslında hiç komik olmayan cümlelere, tavırlara ne yapacağız? Hannah Arendt, faşizm yükselirken ‘dona kalanlar’ meselesinden bahsederken ‘durup düşünmenin’ ne kadar önemli olduğunu anlatmıştı. Dur ve düşün. Dur ve konuş mu demek lazım aslında? Dur, o kanını donduran şakayı, yorumu tekrar ettir ve yumuşak bir sesle ‘Neden?’ diye sor. Neden? Ne demek istedin? Emin misin? Bunu yapmak bile ne büyük cesaret gerektiriyor aslında.
Toplantıya, Hakkari’ye giden yolda arabadan bağlanan genç bir avukat kadın, bütün bu hikayelerin üzerine, son derece tatlı tatlı ve gülümseyerek dedi ki, “Irkçılığı o kadar uzakta aramaya gerek yok aslında.” Ben de lüzumsuz bir espri yaptım o şarkının sözleriyle “Uzaklarda arama, çünkü sen içimdesin...” Çünkü şaka yapmasam öfkeleneceğim ve öfkelenmek büyük bir cesaret gerektirir. Oyun bozan olmak, oyunun aslında baştan bozuk olduğuna işaret etmek, bunun zaten berbat bir oyun olduğunu söylemek büyük bir yürek gerektirir. Kimde o yürek var? ‘Türkiye’de ırkçılık yoktur’ diyen bir sürü insan var memlekette, daha geçen gün televizyonlardan birinde ‘bir bilen’ söylüyordu. Günün birinde yeterince beyaz olmadıkları bir şehirde sadece bir gün geçirmelerine bakar gözlerinin beyazın elli tonunu görmeleri.