Gloria: İnmek istiyorum artık bu atlıkarıncadan. Yapış yapış bu şeyden tiksiniyorum. Robert: Neyden tiksiniyorsun? Gloria: Hayattan! Sakın şimdi bana ‘Her şey güzel olacak’ nutku atmaya kalkma. Robert: Hiç öyle bir niyetim yoktu. Gloria: O zaman neden bana öyle bakıyorsun? Robert: Yüzünü görmeye çalışıyordum sadece. Gloria: Bak bakalım. Hazır bakarken her şeyin sonunu da görmüş olursun. (Gloria bir tabanca çıkarır, şakağına dayar fakat tetiği çekecek cesareti bulamaz.) Bana yardım et. N’olursun yardım et bana! Robert: (Tabancayı alır) Bana ne zaman tetiği çekmem gerektiğini söyle. Gloria: Hazırım. Robert: (Silahı Gloria’nın alnına dayar) Şimdi mi? Gloria: Şimdi. Robert, Gloria’yı vurur. Polis, Robert’a Gloria’yı neden öldürdüğünü sorar. “Benden yardım istedi” cevabına inanmayıp gülen polise Robert şu cevabı verir: “Atları da vururlar, öyle değil mi?” Atları da Vururlar, Horace McCoy’un 1935 yılında yayımladığı romanından uyarlanan, 1969 yapımı bir Sydney Pollack filmi. İzlemeyenler ya da romanı okumayanlar için hikâye, 1929’da dünyada ve Amerika’da başlayan Büyük Bunalım döneminde, bir dans maratonu sırasında geçer. Yoksul yarışmacı çiftler, ödül parası olan 1.500 doları kazanabilmek için yüzlerce saat dans ederler. Ayakta kalan hayatta kalacaktır. Hikâye, onurun yoksullukla imtihan edildiğinde insanın yapabilecekleri ya da yapamayacaklarıyla ilgilidir. Filmin son sahnesinde bu imkânsız sınava dayanamayan Gloria, (bacağı) kırılmış o güzel kısrak, bir daha binmemek üzere atlıkarıncadan inerek acısına son verir. Filmde, aç bırakılan insanların yarışma boyunca kazanmak için birbirlerine neler yapabileceğini izleriz. İnsanın zayıflığının, izleyenler için nasıl eğlenceli bir gösteri haline gelebileceğini de görürüz. Ama en çok, insanların kaybetmenin ölmek, kazanmanın hayatta kalmak olduğu bir ‘oyunda’ onurlarından ne kadar ödün verebileceğine tanık oluruz. Utanırız. İkinci el bir utançtır bu. Bütün bu oyun adına, oynamak zorunda bırakılanlar için, gözümüzün önünde ezilen insanlık onuru yüzünden utanırız. Bu utanç bizi büyük insanlığın parçası yapar ve kendimiz yaşamasak bile bir başkasının bunu yaşamasından dolayı acı çekeriz. Onurun gururdan farkı budur. Gurur ekseriyetle bizi birbirimize düşman ederken, onur bizi kardeşleştirir. İnsanlık onuru, bu yüzden binlerce yıllık hayat deneyiminden sonra kabul ettiğimiz ortak bir değerdir... Ya da yakın zamana kadar böyleydi. Dünya atlıkarınca
Muteber ekonomistler bugün dünyadaki ekonomik verilerin, faşizmin yükselişe geçtiği 1930’dan daha farklı olmadığını söylüyor. Hatta bazıları, 1. Dünya Savaşı öncesi yaşanana benzeyen bir derin eşitsizlik yaşadığımızı sayılarla kanıtlıyor. O kadar ki kapitalizmin en güçlü kalesi Davos’tan bile 2016’dan beri aynı slogan bağırılıyor: “Böyle devam edemeyiz. Sistemi yeniden gözden geçirmeliyiz.” Dünyadaki ekonomik eşitsizliğin sürdürülemez olduğunu sistemin en tepesindekiler bile kabul ediyor. Sistemin insanlığın sonunu getireceğini görmek için artık solcu olmaya gerek yok. Üstelik bugün, 1930’lardaki koşullara ek olarak artık gezegenin sonunu matematiksel olarak hesaplayabiliyoruz ve dünya bir virüs saldırısı sebebiyle kitlesel ölümlere neredeyse alışmış durumda. Ve tam bu sırada Güney Kore’den, tasmasından boşanmış neo-liberalizmin küçük kalelerinden bir olan o uzak ülkeden “Kalamar Oyunu” diye bir Netflix dizisi geliyor. Dizinin yayınlanması ve gelen beklenmedik tepkiyle birlikte şu soru sorulmaya başlanıyor: İnsanlar artık zorunda olmasalar bile kendi yapış yapış atlıkarıncalarını kurmak istiyor olabilirler mi? Onuru polis korursa?
Şu anda Amazon’da ‘Kalamar Oyunu’ dizisindeki gardiyan ve mahkûm (oyuncu) ekipmanını ya da üniformalarını satan 2 binden fazla internet alışveriş sitesi var. Adidas ve Louis Vuitton dizide eşofman giyen oyunculardan biri olan genç kadını reklam yüzü yapmış durumda. Dizinin Netflix’te şimdiye kadar gösterilen diziler içinde en çok izlenen olduğunu şöyle anlıyoruz: Çin’de o kadar izleniyor ki Çinli internet kullanıcıları veri akışını yavaşlattığı için Netflix’e dava açıyor. Ama esas mesele şu: Bütün dünyada gençler arasında oyunu gerçek hayatta yeniden canlandırmak için amansız bir iştah var. O kadar ki geçtiğimiz günlerde İngiltere Emniyet Genel Müdürlüğü gençlere oyunu yeniden canlandıracak internet sitelerine girmemeleri için resmi bir uyarı yayınladı. Diziyi izlemeyenler için konu ve oyun şu: Ümitsiz ve yoksul insanlar, dev bir merkezde toplanıyor ve ‘yananların’ anında vurularak öldürüldüğü bir dizi çocuk oyunu oynamaya başlıyorlar. Bu koşulu bilmeden gelenlerden yarısı oyunu terk ediyor ama gerçek hayatları o kadar işkence gibi ki tekrar milyarlar kazanmak umuduyla bu ölüm oyununa geri dönüyorlar. Sonrası vahşet, kan ve onursuzluğun dibine doğru serbest düşüş. Onursuzlaştırılmanın dipsiz kuyusuna doğru yola çıkan oyun/dizi gençlerin arzu nesnesine dönüşmüş durumda. Bizi insan yapan o ikinci el utancı birinci elden yaşamak için çıldıranlar var. O kadar ki insanların bu eğlenceli onur katliamına katılmasını polis engellemek zorunda kalıyor. Bu heves, sanki bir yarayı kanırtmaya benziyor: Milyonlarca “Beni de vurun” diyen sakat at! İçimizdeki karanlık
Yaklaşık otuz senedir, reality TV ortaya çıktığından beri, insan onuru üzerine, bu tür pis ve tehlikeli oyunlardan rahatsız olmayanlar için birçok program kurgulandı. Gözetlenmek, özel hayatını sergilemek, bir yarışmayı kazanmak için insanların birbirine yapacaklarını izlemek, sonra hayatta kalmak için bir adaya kapatılıp aç kalanların nereye kadar alçalabileceğini görmek gibi denklemlerle insanın en kötü hallerini izledik. Korku ve çaresizlikle imtihan edilen insanın içinde açılan karanlık dehlize bakmak şehvetle içimizi gıdıklayan bir eğlenceye dönüştü. İnsanın içinde normal koşullarda uyur durumda olan radikal kötülüğün canlandığı anları izlemek kitlelerin ağzını sulandırdı. Ve nihayet şimdi birinin onurunun ezilmesinden dolayı duyulan utancın tamamen ortadan kalkmasıyla yeni bir düzen kuruldu. Gençlerin “O zaman dibine vuralım” dediği bir onursuzluk sarhoşluğu. İnsanlık onurunun ortak bir insanlık değeri olarak kabul edilmesi, bunun bir insan hakkı olarak tanınıp korunması çok eskilere dayanmıyor. Şunun şurası aydınlanma ve sonrasında modern çağın başlaması. Ama sadece birkaç yüzyıl sonra buradayız: Benim de onurumu hırpala, hatta bunun için para vermek istiyorum diyen bir yeni dünya. Kazanmak ve hayatta kalmak için arkadaşını öldürmenin, bunu yapıp yapmayacağını denemenin, bu deneyin oyun olduğu bir düzenden haz alan insanlar. Tam da faşizm havası! Tam da “Zayıf olanlar ölsün” diyen Trump’ın, Bolsonaro’nun ve benzerlerinin seçmenleri. Artık sakat atların vurulduğu değil, atların kendi kendilerini sakatlayıp birbirini vurduğu bir dünya. Ve son soru: Bu filmleri neden izlerdik? Şimdi bu diziyi neden izliyoruz? Önceleri sistemin çekirdeğindeki acımasız çarkı görmek isterdik ve bunun insana neler yaptığını herkesin görmesini. Böylece, diye düşünürdük, bunu hep beraber değiştirebiliriz. Şimdi ise sanki topluca intihar eden penguenler gibi kendi sonuna doğru, insanlığın ve güzel olanın bittiği sınıra doğru deliler gibi gülerek koşan kitleler var. Jane Fonda, Gloria’yı canlandırırken yüzünde büyük bir acı vardı. O acı artık yok ve bu şimdiye kadar bildiklerimizden çok daha tehlikeli ve çok daha büyük bir oyunun başlangıcı. İnsanın yeniden tarif edildiği bir çağa giriyoruz. Ve insanı onuru olmadan yaşayabilen bir canlı türü olarak kabul edersek kurulacak düzen, sonradan renklendirilmiş bir II. Dünya Savaşı belgeseline benzeyebilir. Ve daha kötüsü, bu sefer belgeseldeki herkes gülüyor olabilir.