Tam olarak öfke değil bu, karmakarışık başka bir hal. Suçluluk, utanç, hiç insafı olmayan bir haksızlığa karşı doğal bir iç isyan, sonsuz bir aşağılanmışlık hissi, tamir olmaz bir kalp kırıklığı, yok sayılmanın derin hüznü, sonsuz bir yalnızlık duygusu, çaresizlik ile kaybedecek hiçbir şeyin kalmayışından kaynaklı bir özgürleşme arasındaki mütereddit hal ve sonra yine utanç, yine utanç... Sanki 1971’de saklandıkları köyde ihbar üzerine yakalanıp öldürülen öğrenci lideri Sinan Cemgil’in ölü bedeninin başında duran köylülerden biriyim ve Cemgil’in babası bana söylüyor, “Ben varlıklı bir aileden geliyorum. Öğretmenim. Ekonomik durumum oldukça iyi. Oğlumu en iyi şekilde yetiştirdim. En iyi okullarda okuttum. Ülkenin en güzide üniversitesi ODTÜ’de okuyordu. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Ölmese yüksek mühendis çıkacak ve o da varlıklı bir hayat yaşayacaktı. Fakat o sizin iyiliğiniz için öldü. Bunu bilesiniz diye söylüyorum.”
Sanki 19 Ocak 2007, Agos gazetesindeyim ve Rakel Dink yine tam önünde durduğum için bana bağırıyor, “Koruyamadınız!”
Sanki Ali İsmail yine bağırıyor, “Vurmayın! Öldüm!”
Sanki Berkin Elvan yine tabutundan hafif bir melek.
İnsan, haysiyetsizliğin utancından kurtulmak için isyan eder. Spartaküs’ten Gezi’ye bu hep böyle. İsyan, politik olduğu kadar ahlakî bir meseledir. “Bu utançla ezileceğime,” dersin, “ne olacaksa olsun!” İnsan olmaktan kaynaklanan temel onurun en temel ihtiyacımız sandığımız emniyet talebine galip geldiği bir an olur. İnsanın gözü kararır ve ayağa kalkar. O ayağa kalkmanın getirdiği sonsuz neşe, onurun neşesi, başkalarıyla paylaşıldığında sonsuz bir mutluluk yaratır. O yüzden bugün, onca katlanılamaz kayba rağmen, Gezi’yi ‘hayatımın en güzel günleriydi’ diye hatırlarsın. Hatırladığın onurun sonsuz neşesidir. Baştan başa insan olduğun o anın başka hiçbir mutlulukla karşılaştırılamayacak doyumu.
Orada mıydık?
Gezi Davası karar duruşması günü Çağlayan ‘Adalet’ Sarayı’nın önündeki bir avuç insanı hariç tutarak, #HepimizOrada değildik. Ahmet Şık’ın sözleri bizeydi, “Siz nasıl insanlarsınız?” 70 yaşında bir mimar olmasına rağmen hala kiralık bir evde yaşayan, ömrünü kent talanına karşı mücadele etmeye adamış Mücella Yapıcı’nın bizi utandıracak bir şey söylemesine zaten gerek yoktu, “8 çocuğun yanında benim 18 yıl yatmamın ne anlamı var! Vız gelir tırıs gider” dedi. Çiğdem Mater çekmediği bir filmden ve diğer bütün sanıklar yapmadıkları şeyler yüzünden, doğru dürüst bir iddianame olmadan tutuklandılar. Osman Kavala bu dünyada görüp görebileceğiniz en kıymetli insandır, “iyi hal indirimi” yapmaya bile gerek duymadılar. Dizginlenemeyen öfke Osman’ın ömür boyu hapis cezası almasına neden oldu. Aynı gün kaç kadın katili bir kravatla ceza indirimi aldı acaba? Meclis’te “Adalet mülkün temelidir” yazar. Mülk, devlet demektir ve adalet duygusu kaybedildiğinde devlet otoritesi de yitirilir. Ve bugün AKP trolleri dışında Türkiye’de adaletin olduğuna inanan kimse yoktur. Otorite, toplumun rızasını kaybetmiştir. “Daha ne kadar büyüyebilir?” diye sormayın; öfke, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde daha önce görülmemiş şekilde büyümektedir.
Öfkenin yönetimi
Bugün hem iktidar hem de muhalefet için temel soru şu: Öfkeyi nasıl yöneteceğiz? Gezi Davası kararından anlıyoruz ki iktidar sadece siyaseten zaten vazgeçtiği ilericileri, muhalifleri daha çok baskıyla ‘yönetecek’. Seçime giderken beklenen ‘gönül alma’ olmayacak. Sağa kayarak birleşen muhalefet partilerinin kararı da neredeyse belli: Seçime kadar sabır telkin etmek. Sokağı yönetecek siyasi güce sahip olmadıklarını biliyorlar ve sokağın kan demek olabileceğini, ardından daha da derin bir baskı sisteminin kurulup bunun kalıcılaşacağından korkuyorlar. Ama öfke bir yere gitmiyor. Haksızlık duygusundan kaynaklanan öfke, sadece Gezi’ye katılanlar, hükümeti açıkça eleştirenler arasında değil, giderek yoksullaşanlar arasında büyüyor, büyüyecek. Sadece siyasi davalarda değil, kişiler arası anlaşmazlıklarda verilen yargı kararlarının giderek daha fazla adaletten yoksun olduğunu kendi hayatlarında görüyorlar. Peki bu öfkeye ne olacak?
Bilemeyeceğiz
Tarihin tam olarak neresinde olduğumuzu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ya da şöyle söyleyeyim: Tarihin en tehlikeli tereddüt aralığındayız. Bütün kötü ihtimalleri bir kenara koyup isyan etmemiz gereken yerde miyiz, yoksa ‘Keşke seçime kadar bekleseydik’ diye bir pişmanlık yaşanır mı sokağa çıkıp da işler umulduğu gibi gitmezse? Normal koşullarda sokaksız bir demokrasi düşünülemez. Ne ki biz normal koşullarda değiliz. Söz konusu olan, insan hayatına hiçbir değer verilmeyen, çocuk ölülerinin, ölen çocukların ailelerinin yuhalatıldığı, bunun geniş kabul gördüğü, katıksız bir merhametsizlik. Şili’de halk, bu türden bir merhametsizliğe ve benzer bir siyasal bilmeceye bir buçuk yıl sokak eylemleri yaparak cevap verdi ve sonuç seçimlerde vicdanın, doğrunun ve haklının zaferi oldu. Bunu mu örnek almalı?
Siyaset bilimciler dünyada benzer sistemlerin nasıl değiştirilebileceği üzerine kafa patlatıyor. Halkın baskı rejimini canı gönülden desteklediği bir ülkede insanlık onuru ve hürriyet için ne yapmalı? Sokağın sonucu bir iç savaş olabilecekse isyan doğru yol mudur? Bu duyarsızlık çağında barışçıl ve şiddetsiz bir sivil itaatsizliği nasıl örgütleyebiliriz? İnsafsızlığa, adaletsizliğe ve nefrete verilen kitlesel desteği nasıl ‘tedavi’ edebiliriz? Yoksa bu şansımızı zaten kayıp mı ettik? Bu sorular birçok ülkede gündemde. Bu sorulara siyasi gurular cevap vermeyecek. Bu sorunun cevabı, muhtemelen hiç beklenmedik bir anda kitleler tarafından verilecek.
Bizim işimiz, hepimizin ahlaki görevi, o cevap verilmeye başladığında doğrunun, haklının, vicdanlı olanın yanında durmak. Utancımızdan kurtulmanın tek yolu bu. Çünkü bu utanç ölüm gibi. Yavaş yavaş ölmek gibi.
Ve şu anda, bunca sefalet içinde, sırf inat olsun diye söylüyorum: Haklı olanlar kazanacak. İyi ve güzel insanlar kazanacak.