23 Kasım 2024, Cumartesi Gazete Oksijen
08.03.2024 04:47

DİSK Başkanı Arzu Çerkezoğlu: Emeğin kaybettiğini sermaye kazanıyor

Oksijen’in bu sayfasında iş dünyasının temsilcileri, genel müdürler, yönetim kurulu başkanları, yönetim kurulu üyeleri, CEO’lar ve girişimcilere yer veriyoruz. Bu kez Türkiye’nin en köklü ve güçlü işçi örgütlenmesi Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Başkanı Arzu Çerkezoğlu ile konuştum. Tıp fakültesi mezunu, erkek egemen sendikal dünyanın kadın başkanı Arzu Çerkezoğlu iş dünyasına da bir demokrasi çağrısında bulundu. 

Arzu Hanım öncelikle şunu sormak isterim. Sendikalar erkek egemen yapılar. Kadın başkan sayısı yok denecek kadar az, dünyada da. Başkanlığa gelişiniz nasıl oldu?
Sendikal alan birçok alanda olduğu gibi erkeklerin daha çok olduğu, özellikle de karar mekanizmalarında erkeklerin olduğu bir alan. Şirketler, siyaset için de böyle. DİSK’te de sınıf mücadelesi içinde işyerinden başlayarak bir sürecin içinde oluyorsunuz. Benim de öyle oldu. DİSK’in iç dünyası daha demokratik olduğu için bu mümkün oldu. Sendikacı dendiğinde erkek, 50 yaş üstü gibi kriterler düşünülüyor. Biz bir adım attık. Bence Türkiye’de bir işçinin üstlenebileceği en onurlu görevlerden biri. Kemal Türkler’in emanetini taşımak büyük onur ve sorumluluk. Ben de bu sorumluluğu yerine getirmeye çalışıyorum. 
Siz Tıp fakültesi mezunu bir patologsunuz. Bu konum için rastlanır bir durum değil. Ezber bozan bir portre…
Tıp fakültesi sonrası birçok arkadaşım farklı alanlara yöneldi. Sendikal alana geçiş az oldu. Tıp eğitimi almış olmak ve sendikal çalışmaya girmek farklı bir renk getirdi. 1992 İstanbul Tıp Fakültesi mezunuyum. Hep sendikal mücadelenin içinde oldum. İşe başladığım gün Tabip Odası’na ve Sağlık Sendikası’na üye oldum. 

Mimar, mühendis de işçi oldu!

Genel bir soruyla başlayacağım. Türkiye’de işçiler üzerine yapılmış kapsamlı bir araştırma var mı son dönemde? Eğitim durumları, hayattan beklentileri, yeterlilikleri vs…? Sizin yayınlarınıza, üniversitelerin araştırmalarına baktım, güncel araştırmalar bize ne söylüyor?
Aslında son döneme kadar kapsamlı araştırmalar yoktu. Biz DİSK olarak 50. yılımızda Türkiye İşçi Sınıfı Araştırması yaptık, sendikalı, sendikasız işçilerle görüştük. DİSK’in yaptığı en kapsamlı iş oldu. Bu veriler de bize yol gösterdi. İşçiler açısından tablo maalesef yaşam koşulları açısından son derece kötü ve kötüye gidiyor. O araştırmada da gördük, TÜİK verileri de bize bunu söylüyor. Türkiye’de çalışanlar, ücretiyle geçinenler ki Türkiye bir ücretliler toplumu oldu, 1960, 1970’lerin Türkiyesi’nde değiliz. Türkiye nüfusunun 4’te 3’ü ücretiyle geçiniyor. Artık işçi sınıfının yapısı da değişti. “Hekim olarak bu işe neden girdiniz?” dediniz, artık işçi dediğinizde sadece fabrikada kol emeğiyle çalışan mavi yakalı diye tabir edilenleri değil hekimlerin, avukatların, hemşirelerin, mühendislerin ve mimarların da işçileştiği bir yapıdayız. Sayısal ve nicel olarak da genişledi. Emeğinin karşılığını alma noktasında maalesef geriye gidiş var. Hepimizin çalışarak ürettiği milli gelirden aldığımız pay, ücretiyle geçinenlerin nüfus içindeki oranının artmasına rağmen Cumhuriyet tarihinin en düşük düzeyinde, yüzde 26’lara kadar geriledi. Bu aslında toplumsal davranış biçimlerini belirliyor. Sendikalaşma oranı da düşük düzeyde. Bizim de üyesi olduğumuz 5 kıtadan sendikaların üye olduğu ITUC (Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu) verilerine göre sendikalaşma oranında çok geriyiz. 

DİSK Başkanı Arzu Çerkezoğlu (Fotoğraf: Ferhat Züpçeviç)


Türkiye’de sendikalaşma oranı yüzde 15, hatta altında... 
Sendikalaşma oranı yüzde 15 ama yüzde 30’lara varan bir kayıt dışını düşündüğümüzde aslında gerçek sendikalaşma oranı yüzde 12’ye kadar geriliyor. Toplu sözleşme kapsamı daha da geri.

İşçi haklarında yerlerdeyiz 

Toplu sözleşme kapsamındaki işçi oranı yüzde 10 diye biliyorum…
Yüzde 10 bile değil 9 civarı. Özel sektörde yüzde 4.5’e kadar geriliyor. Düşünün ki Türkiye’de özel sektörde çalışan her 100 işçinin sadece 4’ü hadi 5’i toplu sözleşme kapsamında sendikal haklarını kullanabiliyor. Bu Türkiye’deki sendikal mevzuatın antidemokratik olmasından, Türkiye’de sendikalara bakıştan, her şeyin işçilerin sendikalaşmasının önünde engel olmasından kaynaklanıyor. DİSK olarak biz, “İşçi sınıfının değişen yapısını gören, örgütlenme perspektiflerini belirleyen, söylemini, dilini kullandığı araçları yenileyen sendikalara ihtiyaç var” diyoruz ama asıl olarak bu yapısal bir sorun. Bunun sonucunda ILO’nun her yıl açıkladığı işçi hakları açısından dünyadaki en kötü 10 ülke arasındayız. 10 yıldır bu böyle.
Ben de baktım, Türkiye’de 220 sendika var, bunların 60’ı toplu sözleşme hakkına sahip. Sendikaların iktidarla ilişkisine baktığımızda ters bir durum var. İktidara yakın bazı sendikalar... Bu da tuhaf değil mi?
İktidarlar değişir, bugün A partisi olur yarın B partisi olur ama sendikalar ve işçiler bu ülke için çalışmaya, üretmeye devam eder. Dolayısıyla sendika dediğimizde çok temel bir kuruluş ilkesi vardır. 1967’de kurulurken bizim bugün de gözümüz gibi baktığımız bir ilkedir bu. Sendikalar bütün siyasi partilerden, sermayeden ve hükümetlerden bağımsız olmalıdır. Sendikaların bu özelliği olmazsa olmazdır. İktidara yakın sendika dediğimizde işçinin hakkını savunan değil iktidardaki o anki partinin politikalarını işçi sınıfı içerisinde meşrulaştıran sendika anlaşılır. Sendika doğası itibarıyla muhalif olmak ve işçilerin hakkını savunmak zorundadır. Sendikalar bunu büyük ölçüde kaybetti. Sendikaların üye sayısına baktığımızda da maalesef bu sendikalara iktidarlar tarafından işçilerin yönlendirilip daha fazla sayıda üye yapıldığını da görüyoruz. Yani mesela son 20 yıla bakalım, mevcut siyasi iktidar açısından -başkası da olabilirdi hiç önemli değil- sendikaların üye sayısındaki seyre baktığımızda son derece asimetrik bir büyüme var. İktidara yakın görünüp iktidar tarafından desteklenen kamu sendikaları var. Eğer sendikalar böyle üye yapıp, örgütleniyorsa bu işçinin hakkını savunmak olmaz. O sendikaların yapacağı şey iktidarın politikalarına doğrudan ya da dolaylı örtülü ya da açık destek vermektir. Bu da bir sendikayı sendika olmaktan uzaklaştırır.  
Sendika başkanları hak savunuculuğuyla değil de makam arabaları, aldıkları ücretler, ofislerinin lükslüğüyle anılıyor. Bazı sendikacılar da sorumluluklarını kötü kullanan bazı siyasetçilere benzemiş gibi bir fotoğraf var Türkiye’de. Bu size ne düşündürüyor?
Öyle bir fotoğraf var tabii. Sendikaları rencide etmek istemem, DİSK olarak bu konuda biz çok rahatız. Bizim için kimse böyle bir şey iddia edemez. DİSK yönetimi açısından söyleyeyim: DİSK yöneticileri ben dahil olmak üzere maaşla çalışmıyoruz, tamamen gönüllü biçimde bu mücadeleyi veriyoruz. İşçi arkadaşlarımızın DİSK’e ödediği her kuruş işçilerimizin hakları, eğitimi, sosyal faaliyetleri için kullanılır. Ama sendika yönetimini bir zenginleşme aracı, kendi geldiği iş yerinden, geldiği konumdan daha başka bir konuma kendisini taşıma aracı olarak gören bir zihniyet de maalesef var. Bu tabii hem işçilerin sendikaya karşı güvenini zedeleyen bir şey hem de toplumun aslında genel olarak sendikaya bakışını çok ciddi bir biçimde zedeleyen, güvensizliği büyüten bir süreç. Biz DİSK olarak aynı zamanda “vergide adalet” diyoruz, adaletli bir vergi sistemi için kanun teklifi hazırlıyoruz. 
Çok tartışılıyor bu konu. Siz de ABD ve bazı AB ülkelerinde olduğu gibi ücretlilerin beyana dayalı vergi vermesi sistemini savunuyor musunuz? Yani sağlık, eğitim gibi masrafları düşerek ödese…  
Bugün Türkiye’de gelir dağılımı adaletsizliğinde olağanüstü bir büyüme var. Türkiye’de toplam gelirin bölüşümünde büyük bir kriz yaşanıyor. Geçen ay TÜİK açıkladı, en zengin yüzde 5 ile en yoksul yüzde 5 arasındaki gelir uçurumu 31 kat. Bu cumhuriyet tarihinin en yüksek düzeyi. Bunun ortadan kalkması için aynı zamanda vergide de adalet olması lazım. Vergide adalet olmadan gelirde adalet olmaz. Israrla ve iddiayla söylüyorum dünyanın en adaletsiz vergi sistemi Türkiye’de. İki şeyden dolayı bu böyle. Bir dolaylı vergiler… Yani bir domates ya da patates aldığımızda işçinin de patronun da, en zenginin de en yoksulun da aynı oranda ödediği vergi devletin toplam vergilerinin dörtte üçü, bu olmaz. Bu zaten büyük ve de dolaylı vergiler ne kadar yüksekse oran olarak o ülkede vergi adaletsizliği o kadar büyüktür. İkincisi sizin söylediğiniz gibi; biz çalışanlar, işçiler, emekçiler vergimizi peşin peşin öderiz ama bazıları canı istediği zaman ve canı istediği kadar öder, bu olmaz. Biz peşin peşin ödüyoruz ikincisi ödediğimiz vergi oranı çok yüksek, vergi dilimleri sürekli olarak bilerek ve isteyerek düşük belirlendiği için hemen daha yılın başında ikinci, üçüncü, dördüncü ayda bir üst vergi dilimine, hemen sonra bir üst vergi dilimine sanki zengin olmuşuz gibi geçiyoruz ve ödediğimiz vergi miktarı yıl içerisinde giderek artıyor. Yani biz ocakta aldığımız ücreti vergi nedeniyle eylül-ekim-kasımda alamıyoruz. Dünyanın başka hiçbir yerinde böyle değil. O nedenle DİSK’in bu konuda duruşu son derece net. 5 maddelik kanun teklifi hazırladık. Biz iki yıldır bu vergi meselesiyle çok ciddi bir biçimde uğraşıyoruz ve Türkiye’nin de gündemi haline getirdik. En son İstanbul’dan Ankara’ya yürüyüş yaptık ve Meclis’e bir kanun teklifi sunduk. 
Nedir teklifteki maddeler?
Birincisi gelir vergisi oranı yüzde 10’a düşürülmeli. İkinci olarak; vergi dilimleri en az yeniden değerleme oranı ya da asgari ücrete yapılan artış oranı kadar arttırılmalı. Üçüncüsü; biliyorsunuz asgari ücretin ve bütün ücretlerin asgari ücret kadarının vergi dışı bırakılması için uzun yıllar mücadele verdik. Bu konuda bir adım atıldı. Ancak uygulamanın sorunlu olması nedeniyle aslında bu muafiyetten gerçek anlamda yararlanılamıyor. Asgari ücret vergiden istisna ama, vergi dilimlerinde matrah hesabına katılıyor. Bunun düzeltilmesi, hiç hesaba katılmaması gerek. Dördüncüsü; 2008 yılından beri bu ülkede işverenlere verilen 5 puan SGK prim desteğinin işçilere de verilmesi. Beşincisi de artık çağ dışı olan damga vergisinin kaldırılması. Beş madde. Bunun meclisten geçmesi için mücadele veriyoruz. Sanıyorum bu hafta meclis toplanıyormuş, seçimden sonra nisanda gündeme gelmeli. 
Türkiye’de ücret düzeyleri birbirine çok yakınsadı. Bu mavi yakalılar için değil beyaz yakalılar için de geçerli. Kimseyi tatmin etmeyecek durumda ücretler, hayat pahalılığı nedeniyle. Bu düşük ücretli ve örgütsüz yapısıyla Türkiye yeni küçük, mini bir Çin mi oluyor Batı ülkeleri için?
Çin’de bölgesel asgari ücret uygulanıyor. Ve genel olarak baktığınızda bizde asgari ücret dolar bazında euro bazında kıyaslandığında onun altına kadar geriliyor. Burada iki mesele var asgari ücretle ilgili. Birincisi Türkiye’nin az önce söylediğiniz gibi bir asgari ücretler toplumu haline gelmesi. Yani Türkiye’de asgari ücrete artış yapılıyor ama diğer ücretler aynı oranda artmadığı için herkesin ücreti giderek daha fazla asgari ücrete doğru baskılanıyor. Türkiye’de asgari ücretle çalışanların oranı yüzde 50’nin üzerine çıktı ve bu dediğiniz gibi beyaz yakalılar, üniversite mezunu gençler için de büyük sorun. Cumhurbaşkanlığı verilerine göre, üniversite mezunu gençlerimizin yarısı asgari ücretle çalışmaya başlıyor ve yıllar geçiyor yine asgari ücretle devam ediyorlar. 10-15 yıl bir fabrikada çalışan işçi hala asgari ücretli. Yani Türkiye’de asgari ücret ortalama ücret haline geldi. Bu çok tehlikeli bir şey, birincisi bunun değişmesi lazım. Bunun değişmesinin bir yolu var, iki değil: Dünyanın her yerinde o yol var, bu da toplu sözleşme kapsamının genişletilmesidir.  

11 milyon emekliye 10 bin TL maaş

Hak savunuculuğuyla bunların alınması, değişimin yaşanması şart diyorsunuz. 
Evet, bir ülkede toplu iş sözleşmesi kapsamı ne kadar darsa asgari ücretle çalışanların oranı o kadar yükselir. Birincisi Türkiye’nin asgari ücretler toplumu olmaktan kurtulması lazım. İkincisi de asgari ücret belirlenirken uluslararası standartlara uygun bir biçimde işçinin ailesiyle birlikte geçinmesine yetecek bir ücret olarak belirlenmesi gerekir. Hala Türkiye’de asgari ücret bir işçi  üzerinden hesaplanıyor. Aile yapımızla övünürüz, tek başına yaşayan azdır Türkiye’de. Maalesef özellikle son 10-15 yıldır ücret politikasına baktığımızda herkesi yoksullukta eşitleyen bir politika izleniyor. İsteniyor ki herkes asgari ücretle çalışsın. İsteniyor ki bütün emekliler o en düşük emekli aylığını alsın. Hazine’den tamamlama denilen ucube sistem var, bütün emekliler o seviyede olsun. 7 bin 500’dü, 10 bin oldu en düşük emekli aylığı. Şu an 11 milyon emekli 10 bin lira maaşla yaşıyor. Dolayısıyla bu politikanın değişmesi lazım. Temel meselemiz şu: Ülkemizin kaynakları son derece geniş. Elif Hanım yani insan kaynağı, yer altı, yer üstü kaynaklarımız, olanaklarımız var, yeter ki bunlar doğru kullanılsın ve doğru yönlendirilsin. Üretim kaynaklarının nasıl kullanılacağına, neyi nasıl üreteceğimize ve nasıl dönüşeceğimize hep birlikte karar verdiğimiz gerçek bir demokrasi olduğu zaman ben çok inanıyorum bu ülkede hepimizin çalışarak ürettiği toplam değer 85 milyon insanı, emeklileri de işçiyi de emekçiyi de gençlerimizi ve çocuklarımızı da insanca yaşatmaya yeter de artar bile.  
Yeter ki üretelim üretmeye devam edelim, adaletli bir şekilde bölüşelim…
Türkiye’de temel mesele üretimden uzaklaşılması oldu. Üretime dayalı bir ekonomik politika olmayınca kalıcı istihdam da olmuyor, işsizlik artıyor. Bölüşüm adaletli olmayınca ortaya yoksullaşan bir toplum çıkıyor. Bütün bunları ortadan kaldırmak mümkün, biz aslında bu tabloyu iki günde değiştirebiliriz ve 85 milyon insanın mutlu yaşadığı, eşit yaşadığı, özgür yaşadığı adil bir bölüşümün olduğu bir ülkeyi kurabiliriz. 
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü haftasındayız, ben biliyorum ki aile içi şiddet, kadın hakları ile ilgili güçlü söylemleriniz var. İşçi kadınlar çok büyük yaşıyor. İş yerlerinde taciz, çocuk bakımı, eşit ücret meselesi vs…Bu konularda görüşlerinizi merak ediyorum.
Biz kadınlar olarak yaşadığımız eşitsizlikleri, ayrımcılığı toplumun her alanında yaşıyoruz, çalışma hayatında da bu böyle. Yaşadığımız eşitsizlikler daha işe alım sürecinde başlıyor. Yani bir işe bir kadın bir erkek iki kişi başvurduğunda genellikle erkekler tercih ediliyor. Kadınların hem istihdamı hem işgücüne katılımı yüzde 30’lar düzeyinde, pandemide bu daha da geriye düştü. Kriz dönemlerinde, pandemide, ekonomik krizlerde ilk eve çekilen, ilk işten çıkarılan hep kadınlar oldu. Şu an Türkiye’de kadınların işgücüne, istihdama katılımı iyimser rakamlarla yüzde 30’lar düzeyinde. Bunun nedeni Türkiye’de kadına yönelik çocuk bakımı, yaşlı bakımı, ev işleri gibi işlere,  toplumsal bir bakış açısıyla politikalar getirilmediği için zaten kadınlar çalışmak istese de çalışamıyor. Çalışma şansı verilen kadınlar da aynı işi yapan erkeklerden daha düşük ücret alıyor.
Bu konuyu ben de gündeme getirmeye çalışıyorum, kadınların kariyer basamaklarında da önlerinde engeller var. 
Araştırmalar gösteriyor ki, kadınların hem istihdama katılımının önünde engeller var hem de erkeklerden daha düşük ücretle çalışıyoruz. Kadınların geliri hep ikincil olarak görülüyor, evi geçindirmekle yükümlü olan erkek, kadın çalışıyorsa o ailenin ek geliri olarak bakılıyor. 
Ben de “kocan sana bakar” denilerek işten çıkarılmayı yaşamış bir kadınım.
Kadın emeğini değersiz olarak gören bir yaklaşım söz konusu, bunu değiştirmemiz lazım. Kadına yönelik her türlü şiddetin bu kadar artması da tesadüf değil. Hem genel söylem hem de toplumsal eşitsizlik arttıkça şiddet de artıyor. Bu nedenle biz DİSK olarak 8 Mart haftasında bir kez daha söylüyoruz, kadınların istihdama, işgücüne katılımının önündeki engeller kaldırılmalı. Çocuk, yaşlı bakımı, ev işleri kadının üzerinden alınmalı ve bunlar toplumsallaştırılmalı. 

24 saatlik kreşler açılmalı

Nasıl yapılacak bu? 
Yani mesela sanayi bölgelerinde 24 saat açık kreşler olmalı. Fabrikada çalışıyorsa bir kadın, gece vardiyasına da gelse çocuğunu kreşe bırakabilmeli. Yerel yönetimler, merkezi idare mutlaka yeterli miktarda kreş ve yaşlı bakım evleri açmalı ve kadınların üzerinden bu yük alınmalı. Yine kadınların çalışmaya başladıktan sonra erkeklerle eşit ücrette ve eşit koşullarda çalışmasını sağlayacak, çalışma hayatının bütün dokularından, hücrelerinden toplumsal cinsiyet eşitsizliğini çıkartacak politikalar hayata geçirilmeli. Kadına yönelik şiddet toplumsal hayatın bütününde var. O yüzden İstanbul Sözleşmesi çok önemlidir, biz sahip çıkıyoruz. 6384’ün etkin biçimde uygulanmasını istiyoruz ve işyerlerinde taciz ve mobbinge karşı ILO’nun 100. yılında çıkardığı ILO 190 sözleşmesinin Türkiye’de hükümet tarafından onaylanması ve gereğinin yapılması için mücadele veriyoruz. 

Bazı iş kollarında işçi sıkıntısı varsa, nedeni niteliksiz üniversiteler...

Sohbetlerime konuk olan bazı şirket yöneticileri “son zamanlarda çalıştıracak işçi bulamıyoruz” diyor. Böyle bir sorun var mı hakikaten?
Türkiye’de üretime dayalı bir ekonomik politika yürütülmediği için kalıcı ve güvenceli istihdamdan söz etmek mümkün değil. Elif Hanım Türkiye’de genç nüfusumuzla övünüyoruz. Çalışma çağında 65 milyon nüfusumuz var, bunun sadece 22 milyonu kalıcı ve tam zamanlı istihdamda. Bu kadar esnek çalışma, bu kadar güvencesiz çalışma… Bunlardan vazgeçmemiz lazım. İşçi bulamıyoruz diye bir yaklaşım hakikaten doğru değil. Türkiye’de herkes mesela üniversite mezunu oldu, her yerde üniversite açıldı, nitelik kaygısı taşımadan, ama hep “ara eleman bulamıyoruz” söylemi. Türkiye ekonomisinin üretime dayalı yapıya kavuşması ve buna uygun istihdam politikaları için eğitim sistemi de değişmeli, bu da bütüncül bir yaklaşımla mümkün. Bunu yapacak olan da öncelikle devlet ve devleti yöneten hükümetlerdir, siyasi iktidarlardır. Türkiye’nin bence bugün çözülemeyecek hiçbir sorunu yoktur. Bütün sorunlar çözülebilir ve bu sorunların çözümü noktasında bizim de, hocalarımızın, iktisatçıların herkesin çok somut önerileri de var. Yeter ki akla, bilime ve insana öncelik verelim, memleketimizin geleceğini de bunun üzerinden kuralım.

İşçilerin örgütlenme ve toplu sözleşme-grev haklarını kullanması engellenmemeli...

Şu an oturduğunuz koltukta her hafta iş dünyasından bir yönetici, CEO, patronla konuşuyorum. Benim yerimde olsanız patronlara, CEO’lara, yönetim kurulu başkanlarına ne sormak, ne söylemek istersiniz?
Bu güzel bir soru oldu. Çünkü bunu çok anlatmaya çalışıyoruz özellikle işveren örgütleri toplantılarına çağrıldığımız zamanlar. Özellikle mutlaka gidiyorum ve oralara da anlatıyorum. Çünkü gerçekten bir zihniyetin değişmesi lazım. Patronlara hep anlattığımız şu: Çok kısa vadede kar oranlarını korumak ya da daha fazla yükseltmek açısından işçilerin sendikalaşmasının, hak aramasının önüne bir dizi engeller çıkartılıyor. İktidarlar da maalesef buna sessiz kalarak sürece ortak oluyor. Ancak işçilerin sendikalı olması, örgütlü olması bir ülkenin demokrasisi açısından, bir ülkenin geleceği açısından son derece önemlidir. Bugün belki karlarını artırmak adına böyle bir sürece el vermelerinin Türkiye’nin nasıl bir ülkeye evrilmesine yol açtığına dikkat çekmek istiyorum. Bütün işverenleri bütün patronları işçilerin en temel yasal ve anayasal hakkı olan sendikalaşma hakkına, örgütlenme hakkına saygı duymaya, saygı göstermeye ve bu noktadaki zihniyetlerini değiştirmeye çağırıyorum. Az önce rakamları konuştuk, emeğin milli gelirden aldığı pay en düşük düzeyde ve üstelik de emek verimliliğin artmasına rağmen. Yani saat başı verimlilik Türkiye’de çok artmış durumda ona rağmen aldığımız pay, ücretler geriliyor. Sermaye açısından baktığımızda emeğin kaybettiğini sermaye kazanıyor. Milli gelirden sermayenin aldığı pay Cumhuriyet tarihinin en yüksek düzeyinde... Yani işletme karlarında olağanüstü bir artış var ama elde edilen kar ya da değerin bölüşülmesinde adaletsizlik artıyor. Bunun toplumsal bir konu olduğunu, ülkenin geleceği ile ilgili bir mesele olduğunu artık herkesin algılaması, görmesi ve başta toplu sözleşme ve grev hakkı olmak üzere işçilerin sendikalaşma ve sendikal haklarının kullanımındaki bütün engellerin kaldırılması lazım. Çağrım bu yönde.

İşçiler neden TİP gibi sol partilere ya da sosyal demokrat partilere oy vermiyor?

İşçilerin daha çok sol, sosyal demokrat partilere yakın olması beklenir. Türkiye’de tersi bir durum var. Son seçimlerde TİP’in en çok oy aldığı yer deprem nedeniyle Hatay oldu, daha sonra Beşiktaş, Kadıköy, Datça, Bodrum, yani hali vakti yerinde insanların yaşadığı yerlerden oy aldı TİP. Ülkede en çok üretimin yapıldığı, dev fabrikaların olduğu Gebze, Kocaeli gibi yerlerde sol ittifakın oyu yüzde 5’lerde. Burada bir çelişki var, nasıl yorumluyorsunuz bunu?
Bir şey daha ekleyeyim: İşçilerin en ağır şeyleri yaşadığı yerlerde bile Soma’da mesela 301 maden işçisi kardeşimiz hayatını kaybetti ama yine Soma’da iktidar çok oy aldı. Temel mesele bence şu: Türkiye’de özellikle 12 Eylül’den bu yana öyle bir düzen yaratıldı ki siyaset sadece TBMM ve siyasi partilerin dört duvar arasına ve oradaki insanlar arasında geçen bir konu haline getirildi. Yani bütün bir toplumun işçi sınıfının, emekçilerin, kadınların, gençlerin tümüyle siyasetin dışına itildiği bir dönemi yaşıyoruz. Bu böyle olunca da işçilerin kendi hayatlarındaki gerçeklikler yani geçim derdi, işte çalışırken ölmek, gelir dağılımı adaletsizliği, çocuğunu okula gönderememek ya da çocuğunu istediği okula gönderememek, okula gönderirken cebine beş lira harçlık koyamamak… Yılda bir ya da iki sefer evine kırmızı et giriyor olması… Bunların hiçbiri istisnai durumlar değil. Dolayısıyla işçilerin, halkın yaşadığı gerçek sorunlar bunlar. Ekonomik politikaların sonuçları siyasete o nedenle yansımıyor.


Beka sorunu, bölünme korkusu, dış güçler vs… Siyaset seçimler üzerine dizayn ediliyor diyebilir miyiz? 
Bu ikisi bir arada. Bence birincisi toplumun, başta işçilerin yaşadığı gerçeklikler, işsizlik, yoksulluk, geçim derdi, bunlar siyasete yansımıyor çünkü tümüyle siyasetten dışlanmış durumda. Siyasetin temel belirleyeni gerçek hayat değil toplumu ayrıştıran, kutuplaştıran bir takım argümanlar. İşte beka sorunu gibi ya da çeşitli kutuplaştırmalar, Türk- Kürt- Alevi- Sunni vs. gibi kutuplaştırmalar üzerinden siyaset şekillendirilmeye çalışılıyor. Halkın da seçim tercihleri ağırlıkla bunlar üzerinden şekilleniyor. O nedenle hakikaten Türkiye’de siyaset biraz korkulan bir şey haline geldi.
Gündelik hayat politiktir!
Hayatın kendisidir. Yani gece sokakta bir kadın olarak güvenle yürüyemiyorsak, her gün bir kadına yönelik şiddet olayıyla sarsılıyorsak. Bu politiktir. 
Kreş yoksa, sığınma evi yoksa, tencerede ne yemek pişireceğini düşünüyorsa seçmenler, bunlar siyasete yansır ama görünen o ki Türkiye’de yansımıyor.
Siyaset denince TBMM’nin dört duvarı, siyasi partilerin dört duvarı ve beş yılda önümüze konan siyaset anlaşılıyor. Siyaset hayatın her alanındadır, başta işçi sınıfı, kadınlar, gençler olmak üzere bütün toplumsal kesimlerin karar mekanizmalarına katılabilmesi demektir. Bunun sürekliliğinin güvence altında olması demektir, demokrasi de budur. Birincisi siyasetten dışlanmış olmak, ikincisi özellikle gerçek sorunların değil, yaratılan algıların ve kutuplaştırmanın olması bu tabloyu ortaya çıkartıyor. Bunun anlatılması lazım, ülkenin geleceği için, memleketin geleceği için bu gerekli.