05 Mayıs 2024, Pazar Gazete Oksijen
26.04.2024 04:30

Ömer Aras: 2024 son çeyrekten itibaren ekonomi daha iyiye gidecek

QNB Finansbank Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Aras Türkiye’de bankacılık sektörünün deneyimli isimlerinden.

Ömer Aras’la röportaja geçmeden önce hatırlatmak isterim. Ömer Aras’ın “Deneyimler” adlı bir kitabı var, o kitabında hem kendi hikayesini hem de Türk bankacılık sektöründeki deneyimlerini anlatıyor. Çok farklı ve güzel bir dili var kitabın, çünkü Ömer Aras aynı zamanda akademisyen kökenli biri. “CV’lerde ne yaptığın anlatılır, nasıl yaptığın anlatılmaz” diyor. Ve kariyerindeki ilerleyişini anektodlarla anlatıyor kitabında. Liderlik ile ilgili bölümleri ders gibi. Kitabında “hayatın eğrisi” diye bir kavram var, Ömer Aras hayata baktığımızda hiçbir şeyin düz bir çizgi olmadığını anlatıyor, hayatındaki inişleri ve çıkışları da özetliyor. Bugüne kadar okumayanlara tavsiye ederek röportaja geçiyorum.

QNB Finansbank Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Aras 8 Şubat 2024’te TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Başkanı seçildi. (Fotoğraflar: Ferhat Zupçeviç)

Ömer Bey sizinle gündem üzerine konuşmak isterim ama öncelikle kitabınızdan bahsedelim. Farklı bir yaşam öykünüz var. Babanızı erken kaybetmenin etkileri, yurtdışına akademisyen olarak gitmek, Türkiye’ye döndüğünüzde ise bankacılık sektörüne girip, bir bankanın kuruluşunda bulunmak gibi… Kitabınızda liderlik özelliklerini anlatırken de çok önemli noktalara değiniyorsunuz. Liderler “dinlemeli” diyorsunuz…

Teşekkür ederim kitaba değindiğiniz için.  Başkalarına da fırsat verelim.

Onları dinleyelim. Onlarla birlikte çalışalım.Tolerans sahibi olalım.

Hata yapmaları gerekiyorsa, onu da tolere edebilelim ve onları geliştirmeye çalışalım…Bu düşünceler içindeyken kitap yazma fikri şekillendi. Zaman içerisinde oluşan tecrübenin sonunda çıktı bu fikir. Gerçekten liderlerin çalışanlarını, birlikte bulundukları takımı iyi dinlemeleri ve onları iyi anlamaları ve aynı zamanda onlarla birçok şeyi paylaşmaları gerektiğine inanıyorum.

Koltuk gönderdik, arabaları aldık

Pandemi döneminde hepimiz farklı bir çalışma düzenine geçtik. Siz çalışanlarınızın evine oturdukları koltukları göndermişsiniz, kendilerini daha rahat hissetsinler diye. Çünkü herkesin evinde işindeki konfor alanı yok. Ve o dönemde söylediğiniz güzel sözlerden biri de şu, “Biz yıllarca bankacılık sektöründe müşteriye odaklandık. Ama ben gördüm ki pandemi döneminde aynı zamanda çalışanlarımıza da odaklanmamız gerekiyor.” O dönemdeki değerlendirmelerinizle yeniden sektöre baktığınızda nelerin değiştiğini görüyorsunuz?

Pandemi çok şey öğretti hepimize. Ben uzun yıllar iş hayatında, bankacılıkta çalışmış bir kişi olarak pandemide yepyeni şeyler öğrendiğimi hissettim. Bunların başında da çalışanların ne kadar önemli olduğunu ve esas kazanmamız gereken, el üstünde tutmamız gereken kişilerin çalışanlarımız olduğunu hepimiz anladık. Çünkü pandemiden korunmak gerekiyordu. Bir de bankacılıkta biliyorsunuz iki tip çalışan var.

Düşünceli yönetim kavramı geldi

Bir şubelerde çalışanlar, bir de genel müdürlükte çalışanlar.

Bulundukları ortamlar çok farklı. Şubelerdekiler müşterilerle temas ediyor. Dolayısıyla daha fazla risk grubundaydılar. Genel müdürlükte olanlar ise daha koruma altındalardı. Bütün bu dinamikleri yönettik. Ve dediğiniz gibi mesela genel müdürlük ekibinde olup evden çalışan arkadaşların koltuklarını evlerine yolladık ki, daha rahat etsinler. Koltuk çok önemli. Bütün günü üzerinde geçiriyorsunuz. Ama eve yolladığımız üst düzey yöneticilerin arabalarını da onlardan alıp şubelere verdik, şubelerdekiler de toplu taşımaya binmesinler diye. Hiç olmazsa birbirlerini evlerinden alarak ortak bir arabayla virüse daha az maruz kalsınlar istedik.

Bunu sormamın bir nedeni vardı. Çünkü farklı bir yönetim anlayışının gelmesi gerektiğinizi savunuyorsunuz…

Doğru. Bu tip kavramlarla ortaya bir “düşünceli yönetim” kavramı çıktı.

Bunun da bir yerde isim babalığını yaptım diyebilirim. Düşünceli yönetim derken, çalışanınızı düşünerek yönetmek. Çalışanlar, iş hayatları boyunca çok değişik dönemlerden geçiyor. Diyelim bankaya yeni girmiş biri. Bekarken ihtiyacı olan şeyler farklı. Sonra evleniyor. O zamanki ihtiyaçları farklı. Çocuğu oluyor, farklı ihtiyaçlar ortaya çıkıyor. Bütün bu dönemleri iyi takip edip ona her dönemde destek verebilmek çok önemli. Bunu başarabildiğimiz zaman çalışanla olan bağımız çok farklı bir boyuta geliyor.  O zaman bir işveren ve çalışan ilişkisinin ötesine biraz daha aile yapısına doğru evriliyor. Bunun çok değerli olduğunu, bu kültürün bize çok şey kazandırdığını düşünüyorum. Düşünceli yönetim gerçekten altını çizmeniz gereken bir nokta.

Şöyle bir şey var sizin özelinizde. Evet, 40 yıllık bir bankacısınız. Sektörün çok deneyimli isimlerindensiniz. Geçmişinizde akademik kariyer de var. Yurtdışında yapıyorsunuz akademik kariyeri. Doktoranız var. Sonra dönüp bankacılığa başlıyorsunuz. İlk Citibank var, sonra Yapı Kredi. Ve sonra Hüsnü Özyeğin ile birlikte yola çıkıyorsunuz. Yepyeni bir banka kuruluyor. Güzel bir başarı öyküsü yazılıyor. Halka açılan ilk özel banka. Daha sonra başarılı bir satış dönemi var. Yunanistan’dan bir grup alıyor bankayı, daha sonra Katar’dan bir grup. Bugünlere geliyorsunuz. Ve siz hep varsınız. Her şey değişirken siz değişmediniz, çok hızlı dönüşüm de yaşandı dijitalleşme gibi. Nasıl yönettiniz bu süreçleri?

Söylediğiniz gibi bankacılığa Citibank’ta başladım, yıl 1984. Masamda bir sabit hatlı telefon, bir de Casio hesap makinesi. Sekreterimiz daktilo vardı. Ve faks ve fotokopi makinesi. Yani teknoloji olarak bu yapıdaydık. Teleks üzerinden haberleşme sistemleri vardı. Oradan bugüne müthiş bir evrim geçirdik. Yani komünikasyon ve teknolojinin devrimi, bilgisayarların hayatımıza girmesi, bütün sistemin, internetin girmesi… Geldiğimiz noktada dijitalin artık girmediği yer yok. Bankacılıkta da dijital bankacılık diye kavramlar ortaya çıktı. Ben olaya şöyle bakmak istiyorum. Dijital bankalar ve dijital olmayan bankalar diye bir ayrım yok. Tüm bankalar aslında dijitalleşiyor. Bu arada sadece dijitalde çalışacak dijital banka lisansları da verildi. Şu anda kurulma aşamasındalar, yürüyorlar.

Sizin de Enpara markanız buna odaklı. Nasıl gidiyor?

Biz kendi bünyemizde, yani bankamız içerisinde Enpara markasıyla bir dijital bankacılık platformu yarattık. Son derece başarılı oldu. Bu aslında 12 yıl önce başladığımız bir girişimdi.  Şu anda tamamen ayrı bir dijital bankaya dönüşmesi üzerinde çalışıyoruz. Dijitalleşme, kaçınılmaz bir rüzgar. Bunun arkasında da teknolojinin gelişimi ve sonuçta yapay zeka geliyor. Yapay zekanın yaygınlaşması ve iş hayatının her alanına girmesiyle çok büyük bir değişim yaşayacağız. Bunu şu an için çok hissetmiyoruz belki ama önümüzdeki 3-5-10 yıl içerisinde müthiş bir değişiklik olacak. Her sektörde olacak. Bankacılık sektöründe biz çok antrenmanlıyız. Kaslarımız çok kuvvetli. Değişime ayak uyduracağımızı düşünüyorum.

Türkiye’nin güçlü hikayesi vardı…

Finansbank yabancı sermayenin talip olduğu ilk bankalardandı. National Bank of Greece’e yapılan satış çok önemliydi. Daha sonra pek çok banka Finansbank kadar başarılı değerlemeyle olmasa da yabancılara satıldı. Son 7-8 yıla baktığımızda yabancı sermaye yok denecek kadar az geliyor Türkiye’ye. Bunu neye bağlıyorsunuz? Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi ortama mı? Dünyadaki ticarette değişen dengelere mi?

Yabancı yatırımın bir ülkeye gelmesi için İngilizce tabiriyle “story” dediğimiz, o ülkenin bir hikayesinin olması lazım. 2004 yılında Türkiye’nin çok güçlü bir hikayesi vardı. Türkiye AB üyeliğine aday gösterilmiş, sıkı bir para ve maliye politikası uygulayan, güçlü ekonomiye geçiş programını sürdüren bir ülkeydi. Aynı zamanda penetrasyonu düşük bir bankacılık sektörü vardı önümüzde. KOBİ bankacılığı emekleme devrindeydi, hatta yok denecek kadar azdı. Bireysel bankacılık da aynı şekilde. Bu potansiyele ek olarak düşen enflasyon ve mali disiplin, Türkiye için çok güzel bir hikaye yarattı. Bu hikayeyi satın alan bütün yabancılar Türkiye’ye adeta akın ettiler. Bunun sonucunda da piyasadaki bütün bankaların da diğer şirketlerin de değerlemeleri yükseldi talep yükseldiği için. Bu şekilde de gitti. Bugün ise Türkiye’deki son dönemdeki gelişmelere baktığımızda farklı bir durum görüyoruz. AB’yle ilişkilerimiz eskisi gibi değil. Türkiye’de bankacılık sektörü bayağı ciddi oranda penetre edilmiş vaziyette. Regülasyonlar oldukça artmış vaziyette ve çok sık değişiyor. Bu da bir belirsizlik ortamı yaratıyor. Ve bunların içerisinde de en önemlisi belki de yükselen enflasyon. Yüksek enflasyon ve faizler piyasadaki genel öngörülebilirliği azalttığı için Türkiye’ye olan iştah düştü. Reyting şirketleri de önemli. O dönemde reyting şirketleri “yatırım yapılabilir” seviyede görüyordu Türkiye ekonomisini. Düşen bir enflasyon vardı. Kontrol altına alınan bir büyüme ve gayet sağlıklı bir yapı vardı. 2004 -2006 yılları civarında. Bugün ise durum biraz farklı, fakat son dönemde tekrar burada bir değişim olduğunu hissediyorum.

Ömer Aras’la Oksijen’in ofisinde  sohbet ettik.

Seçimler oldu, ekonomi yönetimi değişti… Değişim başladı diye düşünüyor musunuz?

Son cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra uygulanan politikalarla Türkiye tekrar doğru yönde adımlar atmaya başladı. Her ne kadar enflasyonumuz çok yüksekse de birinci önceliğin enflasyon olduğunda herkes mutabık. Dolayısıyla bu konuda ciddi adımlar atılıyor. Bir de seçimsiz döneme girdik. Yerel seçimlerin sonucunda muhalefet iyi bir başarı elde etti. İktidar da aynı şekilde yoluna devam ediyor. Dolayısıyla bu ikili yapı sağlam bir şekilde, yani politik polemiklere fazla girmeden ekonomi yönetimine de destek verdiği takdirde bence iyi bir döneme doğru evrilme ihtimalimiz oldukça yüksek. Bunun ilk sinyallerini görüyoruz. Son birkaç haftadır bile yabancılarda Türkiye’ye karşı çok ciddi bir iştah hissediyorum.

Bu programı taviz vermeden sonuna kadar uygulayabilecek mi ekonomi yönetimi?

Uygulayacaktır diye tahmin ediyorum. Çünkü ekonomik programdaki kararların sonuçları öyle hop diye çıkmıyor. Yani bugün yükselen faizlerle enflasyon yarın düşmüyor. Ama düşecek. Bunu mutlaka göreceğiz. Son çeyrekte özellikle çok daha iyi neticeler alınacağına inanıyorum. Ve bu noktaya geldiğimizde de bir güven duygusu oluşmaya başlayacak, hem ekonomik programa hem de ülke genelinde. Tabii bu kez pozitif bir sarmala gireceğiz ve mesela reyting upgrade’leri bekliyoruz. Dolarlaşan ekonomimizin TL’leşmesi gerçekleşecek bu faizlerle.

Beklenti var. Goldman Sachs başta olmak üzere yabancı kurumlar “TL güçlenecek” diyor.

TL’ye dönüş olacak bu faizlerle. Merkez Bankası belki faizi biraz daha arttırabilir ama özellikle seçim öncesi yapmış olduğu 5 puanlık artışla yurtiçi ve yurtdışı bütün piyasalara çok ciddi bir mesaj verdi. Kararlılığını ve buradaki inancını gösterdi. Hükümet ve Cumhurbaşkanlığı da bunun arkasında durdu, desteklerini açıkladılar. Dolayısıyla Türkiye bu anlamda önemli bir adım atmış vaziyette. Bunun devam ettirileceğini düşünüyorum. Sonuçlar olumlu geldikçe de inanç artacak ve bu böyle devam edecek.

Özellikle yerel seçimlerde ve sonrasında çok konuşuldu, konuşuluyor. Bazı kararlar biraz ertelendi diye. Vergi oranlarının arttırılması, bireysel kredilerin ve kredi kartlarının baskılanması gibi…

Enflasyonu kontrol etmek için ekonomiyi mutlaka biraz soğutmak gerekiyor. Ekonomiyi soğutmak demek ekonomik aktiviteyi azaltmak, büyümeyi yavaşlatmak. Şu anda birinci çeyrek çok hızlı geçti. Beklentilerin ötesinde hızlı bir ekonomik büyüme var. Yüzde 2’ye yakın bir büyümeden bahsediyoruz, bu yüksek bir büyüme. Bunun yavaşlaması gerekiyor. Yükseltilen faizlerin etkisiyle bu yavaşlamayı göreceğiz, bu zaman alıyor. Krediye ulaşım biraz zorlaşacak. Yani bireylerin krediye ulaşımı, KOBİ’lerin, bütün şirketlerin… Geçmişte, negatif reel faiz döneminde herkes çok rahatlıkla borçlanabildi ve işlerini çevirdi. Şimdi kredilerde bir sıkışma göreceğiz. Çünkü faizler yükseliyor, krediler pahalılanıyor. Dolayısıyla herkes almak istemeyecektir.

Ekonomide bir yavaşlama olacak ve bu sağlıklı aslında, olması gerekiyor. Enflasyonu bu şekilde kontrol edeceğiz. Fakat tabii bunun bir yan etkisi olabilir: Geçmişte çok borçlanmış, krediler nasıl olsa ucuz diyerek biraz hesapsızca borçlanmış şirketlerin o borcu çevirmekte zorlanabileceğini biliyoruz.  Bu da tabii bankacılık sektörüne sorunlu kredilerde artış olarak yansıyabilir. Bankalar da buna hazırlıklı.

QNB ilk 10 banka içinde Türkiye’de. Büyük şirketler ve KOBİ’leri iyi gözlemliyorsunuz. Özellikle şu son dönemde yaşananlarla ilgili bir olumsuzluğa gidiş tablosu görüyor musunuz yoksa normal seyrinde gidiyor mu reel piyasa?

Şirketleri ikiye ayırmak lazım. Bunların içinde öz kaynağı güçlü olanlar var. Onlar da bu yavaşlamadan tabii etkilenecekler ama çok rahatlıkla absorbe edebilecek finansal güçleri var. Bazı şirketlerin ihracat potansiyeli çok fazla. Bu kesim de hemen yurtdışına yönelerek Türkiye’deki talebin daralmasıyla olacak satış düşüşünü kompanse edebilecekler. Fakat borcu yüksek olan ve tamamen iç piyasaya yönelmiş şirketlerde de satışların düşmesiyle finansman giderlerinin artacağını düşünüyorum. Dolayısıyla o şirketlerde bir sıkıntı olabilir.

Döviz alalım fikrinden uzaklaşılıyor, TL güçlenecek

En çok konuştuğumuz konu hayat pahalılığı. Diğer taraftan da tasarruf açısından “TL güçlenecek” dediniz. Tasarruflar bu dönemde nasıl değerlendirilmeli?

Burada olaya çok basit bakmak lazım. Yerel seçimlerden önce dövize büyük bir talep oldu. Merkez Bankası müdahale etmek zorunda kaldı. Yaklaşık 20 milyar dolara yakın rezerv satıldı ki döviz belli bir seviyede tutulabilsin diye. Bu talepin ana sebebi Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi baskı altında olan kurun seçimden sonra serbest bırakılması ve yükselme yaşanmasıydı. Bu nedenle “Bu seçimden sonra da böyle bir artış olur, biz gidelim döviz alalım” fikri oluştu yatırımcılarda. O zaman da dilimizin döndüğü kadar söylemeye çalıştık, “Ya böyle bir şey olmayacak” diye. Çünkü faizler artık o seviyede değil.

Faizler gerçekten denge seviyesine gelmiş vaziyette. “Kurda öyle büyük bir artış beklemiyoruz” dedik. Nitekim seçimden hemen sonra bu fark edildi. Ve herkes dövizini bozdurmaya başladı. Ciddi ciddi bir TL’ye geçiş var. Ben bugün bana soranlara önümüzdeki dönemde -zaten Türkiye’de yatırımcılar üç ay ila maksimum altı ay bakıyorlar-, bu süre zarfında TL’ye yatırımın çok daha karlı olacağını düşünüyorum. Dolayısıyla dövizden TL’ye geçişi de şu anda hissediyoruz. Bu ekonomi için de çok sağlıklı. Kur Korumalı Mevduat’tan kurtulmamız lazım. Hakikaten büyük yük oldu. Merkez Bankası bilançosuna ciddi zararlar yazılmasına yol açtı. Bunun artık geride bırakılması lazım ve bunu ekonomik olarak çözmek de faizle oluyor. Faizler belki bir çıt daha yukarı gidebilir. Merkez Bankası’nın kararları kesinlikle TL’yi özendirecek ve insanlar yatırımlarını çevirecekler. Gerek şirketler gerek bireylerden söz ediyorum.

TÜSİAD’ın çağrısının takipçisi olacağım

Sizi burada konuk ederken aslında sormak istediğim bir nokta daha var. O da kadın çalışanlar konusu. Toplumsal cinsiyet eşitliği. Birlikte de bu konuda çalışıyoruz sivil toplum örgütlerinde. Türkiye’de çalışan kadın nüfusu artıyor. Fakat hep istenilen oranda değil. Özellikle bankacılık sektöründe yoğun kadın çalışan var. Fakat yönetim kademelerine baktığımızda kadın sayısı çok az. Siz de bunun için çok emek veriyorsunuz. Hep söz edilen şey, “kadınların karşısında cam tavanlar var”. Ömer Bey sizi burada bulmuşken sormak istiyorum, bu cam tavanlar nasıl kırılacak?

Vallahi ben kadınların iş gücüne, yönetime katılımı; yönetim kurullarına katılımı konusuna çok inanan biriyim. Kitabımda da bir bölüm var bununla ilgili. Bankamızdaki başarının sırrının erkek-kadın işbirliğinden ortaya çıktığına inanıyorum. Bu çok sağlıklı bir şekilde ortaya çıktı. Biz bunu bilerek yapmadık. Yaptığımız tek şey, elemanları tamamen liyakat odaklı işe almak ve ona göre terfi ettirmek. Cinsiyete bakmadan liyakata önem verdiğinizde kendiliğinden gelişti. Bankamızın en önemli işlerini; yani kredi işlerini, yurtdışı banka muhabirliği işlerini, risk yönetimi gibi birçok işin başında genel müdür yardımcısı düzeyinde işi yöneten kadınlar oldu. Şu an da o şekilde devam ediyor. İştiraklerimiz var. Mesela factoring şirketimizin genel müdürü kadın. Sigorta şirketimizin genel müdürü kadın. Finans Yatırım’ın genel müdürü kadın. Dolayısıyla büyük iştiraklerimizin hepsinin genel müdür düzeyinde de temsilleri söz konusu. Tüm grup olarak baktığımızda genel müdür ve genel müdür yardımcısı sayılarında belki evet 60’a 40 ,65’e 35 seviyeleri olabilir erkek-kadın oranı. Fakat bu biraz da kadınların kendi aile yapılarından kaynaklanabiliyor. Yani sorumluluklarından, çocuk doğuruyor, bir müddet uzaklaşmak gerekiyor gibi… Ben Yönetim Kurulunda Kadın Derneği’nde çok aktif çalışıyorum. Orada da mentorluk yapıyorum 6 yıldır. Kadınların bir kota ile yönetim kurullarına girmesine sıcak bakıyorum. Buna olumsuz bakmamak lazım. Yani işte deneyimi olmayan veya hak etmemiş insanları oraya koyacağız. Hayır, yok öyle bir şey. Bugün bütün yönetim kurullarına bakalım. Yani erkek yoğun yönetim kurullarına. Bunlar kadınlardan daha mı iyi? Böyle bir şey söz konusu olamaz. Bunun mutlaka Mutlaka bunun değişmesi lazım. Kadınların üst yönetime de daha fazla katılması gerekiyor.

Hatta TÜSİAD olarak da bu konuda bayağı bir çağrı yapıldı.

Çok da olumlu geri bildirimler aldık. Kadın dernekleriyle bu derneklerle de işbirliği içerisinde yürütüldü bu çalışma. 20 üyeden cevap geldi. Diğer üyelerimizden de eminim olumlu yaklaşımlar oluyor. TÜSİAD bu konudaki ağırlığını mutlaka koyacaktır. Ben de Yüksek İstişare Konseyi Başkanı olarak bunun arkasında olacağımı size söyleyebilirim. İnşallah muvaffak olacağız.