“5- 10 yıllık vizyon toplantılarını biz de yaptık. Korkarım bunlar artık ‘romantik’ işler olarak kaldı. ‘3 yıllık bütçe yaparız bunu da tuttururuz’ diyenlere şapka çıkarırım, ben böyle bir ufuk pek göremiyorum”
Tayfun Bayazıt bankacılık ve kurumsal şirket yönetimi konusunda Türkiye’nin en deneyimli isimlerinden biri. ODTÜ Makine Mühendisliği’nden mezun olduktan sonra adım adım inşa ettiği kariyeri sonucu bankalar, holdingler ve sivil toplum örgütlerinde etkili bir isim oldu.
Yılı kapatırken, “Neden biz bu kriz ortamından çıkamıyoruz”, “Dünya’da değişim rüzgarları eserken Türkiye ekonomisi nasıl yönetilmeli” diye kendisine sordum.

Fotoğraf: Barış Acarlı
Uzun yıllar bankacılık yaptınız, en üst seviyelere çıktınız. Yıllardır da önemli şirketlerin yönetim kurullarında görev yapıyorsunuz… Çok farklı sorumluluklarınız oldu bu dönemde diyebilir miyiz?
30 yıla yakın ve hayli yoğun geçen aktif bankacılık kariyerime 12 yıl önce bir yön değişikliği vermek istedim. Yakın dönemde masanın öbür tarafında, ağırlıkla reel sektörde yönetim kurullarında veya danışman olarak rol alıyorum. Yönetim kurulu başkanlığını üstlendiğim halka açık bir holdingde hakim hissedar ailenin rızası ile farklı bir yönetim modeli uyguluyoruz. Ayrıca bir girişim sermayesi fonu ve bir portföy yönetim şirketinde ortaklığım da var. Sürdürülebilir kalkınma vizyonu çerçevesinde elzem unsurlar olan enflasyonla savaş, global ilişkiler ve kurumsal yönetim çıtasının yükseltilmesi gibi konular gündemimde; bu bağlamda farklı sivil toplum örgütlerinde aktif çalışmalarım devam ediyor. Artık icranın içinde olmasam da bankacılık dönemi deneyimlerimi güncellerken yatırımlarımı da daha yakından yönetebiliyorum. Bu arada başta müzik ve seyahat olmak üzere hobilerime eskisinden daha fazla vakit ayırabildiğim için de mutluyum doğrusu.
Ne güzel! Ancak ben size bugün pek keyifli sorular soramayacağım. Bankacılık döneminde çok kriz yaşadınız, krizler hala devam ediyor. 1994-95, 2001, 2008-9 krizleri…Neredeyse 2018’den beri de belimiz doğrulmuyor. Hiç bu kadar uzun süre hayat pahalılığı yaşamamıştık. Önceki krizlerden, mesela 2001’den V şeklinde çıkmıştık. Bu kriz neden farklı?
Finansman şartlarını zorlayan cari açıklar, artan kamu açıkları veya düzenleyici kurumların görevlerini layıkıyla yapmamaları gibi olgular enflasyon, faizler ve nihayetinde ödemeler dengesinde sürdürülemez seviyeye ulaşınca krizlere davet çıkıyor. Bu krizler “geliyorum” diyor ama zamanlamasını öngörmek o kadar kolay değil. İzmir’de yaptığımız bir toplantıda Prof. Fatih Özatay’dan öğrendiğim güzel bir özlü söz var: “Her sürdürülemez durum bir süre sürdürülebilir”. 2001 krizini mesela bütün bu unsurların bir araya gelmesi sonunda mali sistem de zorlanınca yaşadık. O krizden nispeten hızlı çıkışımızın da iki ana nedeni var. İlki 19 kez IMF programı uygulamasında başarısız olmuş olan bir ülke olarak Kemal Derviş’in liderliğinde yapılması gerekenleri topyekun ve tek elden yapma irade ve şansını yakaladık. İkincisi ise dış şartlar ile ilgili. Eğer dünyada yakın zamanda yaşadığımız gibi enflasyonist bir süreç olsaydı, yani para bol, faizler çok düşük olmasaydı yine belki krizden çıkışımız bu kadar hızlı olamayabilirdi. Krizden çıkmak marifet gerektiriyor ve iltifata tabii ama asıl marifet krize girmemek için makro dengeleri sağlıklı yönetmek ve dışsal şoklara karşı ekonomiyi korunaklı hale getirmekte.
Onu başaramıyoruz!
Ona göre tedbir almak, yapısal reformları, bazen acı ilaçları uygulayabilmek lazım. 2008 küresel finans krizi sonrası, dünyanın oluşan borcu eritmek için bol para ve büyüme sevdasına kapıldığı bir dönem yaşadık. Daha sonra bunun oluşturduğu ciddi enflasyonist baskıları gören Batı dünyası ve özellikle bağımsız merkez bankaları para politikalarında sert tedbirler aldı. Dışarıda bu ortam oluşurken borçlanmak zorunda olan, cari açık üreten biz zorlandık. Farklı para politikaları ve yapısal kırılganlıklar bizi çok ciddi bir enflasyonist ortama sürükledi. Şimdi bu durumdan çıkmaya çalışıyoruz.
Bu arada pandeminin de çok güçlü bir etkisi oldu. Baktığımızda şimdi işler pek yolunda görünmüyor gibi. Neden böyle oldu? Faiz artırımına geç başlandığı için mi, kamu yeterince tasarruf yapmadığı için mi, ülkenin zaten kıt olan kaynakları doğru kullanılmadığı için mi?
Pandemi her ülkeyi farklı etkiledi, çalışma koşullarını değiştirdi ama özellikle verimlilik açısından yeni fırsatlar da yarattı. Biz pandemi sürecinin yarattığı olumsuz etkilerden ziyade kendi uyguladığımız politikalarla kendimizi yüksek enflasyon ortamında bulduk. Dünya sıkı para politikaları uygularken bizim gevşek para politikası uygulamamız enflasyonun kontrolden çıkmasına neden oldu.
Ekonomi yönetiminin dezenflasyon politikasını nasıl buluyorsunuz?
Sayın Mehmet Şimşek liderliğinde uygulanan programın en sağlam bacağı para politikası. Dolayısıyla faizleri yükselttik ama korkarım hala “enflasyonun belini kırdık, beklentileri orta vadede önemli ölçüde tek haneye yakınsamış durumdayız” diyebileceğimiz bir yerde değiliz. Kasım rakamları olumlu gelişmeler olduğunu destekliyor. Enflasyon beklentileri açısından tüm piyasa oyuncularının ve özellikle hane halkının ikna olması kritik. Bu açıdan daha yapacak işlerimiz var. Ama en azından hizmet sektörü enflasyonunun uzun zamandır ilk defa aşağı yön izlemesini önemsiyorum. Hala çözemediğimiz, dünyada en yüksek 5 içinde yer aldığımız gıda enflasyonu sorunu var. Tarladan sofraya gelene kadar fiyatlardaki artışın arkasındaki nedenlere daha ciddi eğilmek lazım. İklimsel koşullardan teknoloji eksikliğine, tedarikçilerin verimli çalışamamasına kadar birçok sorun var. Bu çekirdek enflasyonda kalıcı inişi sağlayabilme açısından önemli bir konu.
Kamu tarafında reforma ihtiyaç var
Sizin beklentiniz nedir? Kamu yeterince tasarruf yapmıyor. Bu çok büyük etken değil mi?
Önümüzdeki dönem kamu tarafında da ciddi bir reform odağına ihtiyaç olduğu açık. Görüyoruz ki tek başına para politikası ile enflasyonu kalıcı olarak aşağı indirmek olanaklı değil. Bunun ötesinde genç bir nüfusumuz ve kısa bir demografik fırsat penceremiz var, süratle yaşlanıyoruz. Ciddi jeopolitik belirsizliklerin olduğu bir coğrafyada yaşadığımız da bir gerçek. Sürdürülebilir kalkınma patikasından bahsedebilmek için genç nüfusa fırsatlar sunma zorunluluğumuz var. Türkiye’nin potansiyel büyümesini, yani istikrarlı bir şekilde yüzde 4, 4.5’lar düzeyinde bir büyümeyi zikzaklarla ortalamada değil de istikrarlı bir şekilde her sene gerçekleştirebilecek bir konuma gelmemiz gerekiyor. Buna bağlı olarak da üretimi, istihdamı dengeleyecek ve kısa vadeli değil uzun vadeli, ülke gerçeklerini, avantajlarımızı ve dezavantajları değerlendirecek kapsamlı bir programa ihtiyaç var. Teknolojiyi çok daha etkin kullanmamız lazım. Teknoloji ürünleri ve hizmet ihracatımız çok düşük. Gerçekten ciddi kalkınma hamlesi yapan Asya ülkelerine bakıyorsunuz, o oranlar bizden çok yüksek. Kayıt dışı ile samimi mücadelenin de bizi kalıcı başarıya götürecek bir programın ana unsuru olması gerekiyor. Kaldı ki finans sistemimizin altyapısı ve teknoloji kapasitesi bu niyeti hayata geçirmek için çok uygun.
Tüm ihracatçılar zor durumda. Bir taraftan Türkiye’deki üreticiler Fas, Mısır gibi ülkelere kayıyor. Örneğin tekstildeki gücünü kaybettiğini düşünüyor musunuz Türkiye’nin?
Uygulanan politika bir ölçüde kuru baskılamaya dayanıyor ama bugün Çin bile rekabet gücünü ucuz işgücü olarak görmüyor. Verimlilik çok daha önemli. Bunu sadece tekstil için söylemiyorum. Aslında çok sayıda ve hayli verimsiz küçük boy işletmelerimiz var. Bu yapıyı da ciddi ele almamız lazım. Bizim ucuz iş gücünden öte katma değer sağlayacak bir endüstri politikasına ihtiyacımız var. Tekstil çok önemli ve rekabetçi olabildiğimiz bir sektör. İstihdam sağlayan da bir sektör ama sadece ucuz işgücü ile kuru istihdam ötesinde katma değer sağlayacak bir yapıya dönüşmesi lazım. Üretimi daha ucuz işgücüne sahip ülkelere taşımak da tam çözüm değil. Temel sorun bu şirketlerin verimsizliği, öz kaynaklarının güçlü olmaması. Yani burada daha çok ölçek ve verimlilik konusunda çalışılması gerekiyor.
Türkiye’nin yatırım çekebilmesi nasıl mümkün olacak bu tabloda?
Yakın tarihimizde yatırımları çekemediğimiz, çekememekten şikayetçi olduğumuz ama doğru şeyleri yaptığımız zaman da çok ciddi yatırımları cezbedebildiğimiz zamanları birlikte yaşadık. Önce finans sektöründe, otomotiv ve diğer sanayi dallarında neyi doğru yaptığımız zaman yatırımların geldiğini öğrendik. Dolayısıyla formül bir sır değil. Dünyada sermaye akımlarını hareketlendiren temel prensipler pek değişmedi. Teknoloji ve özellikle yapay zeka hayatı çok değiştirdi ama hala büyük yatırımları çekmek için ülkelerin yapması gereken şeyler farklı değil. Yatırımların gelmesi için öngörülebilir bir ekonominizin olması lazım. Sonuçta buraya yatırım yapacak olan kurumlar kendi ana para birimleriyle performansı ölçtükleri için yerel paranız öngörülebilir, nispeten oturmuş ve dengeli olması lazım. Bunun da ön koşulu düşük enflasyon. Sürdürülebilir finansman olanakları ancak düşük enflasyon ile mümkün. Rekabet koşullarının herkese aynı ve eşit olması ile mümkün. Hatta bunun ötesinde bir şeyler de yapmak lazım, bunlar da yetmiyor artık.
Daha fazla ne gerekiyor?
Bakın mesela dünyanın dev otomotiv şirketlerine, yatırım için hangi kriterlere bakıyorlar? Teşviklere ve vergilere de bakıyorlar. Dolayısıyla bunlar işin temeli. Ev ödevimiz Türkiye’yi daha istikrarlı, kaliteli eğitilmiş istihdam sağlayacak duruma getirmek olmalı. Vergiler açısından da rekabetçi olmamız zorunlu. Tabii bunlar hep gerçekçi bir orta vadeli planın unsurları olması gereken uzun soluklu işler.
Dünyadaki dinamikler çok hızlı değişiyor. ABD başkanlığına Trump’ın gelmesinin etkileri olacak. Sizin beklentileriniz neler?
Trump ilk icraat olarak gümrük tarifelerini ele aldı. Kanada Başbakanı’nı da kızdırdı en son. Yine farklı söylemlerle geliyor. Mesela, Çin ciddi hedefe alındığı için bir arayış içerisinde. Böyle bir ortamda bizim Çin’le işbirliği olanaklarını değerlendirmemiz lazım. Biz ne tip doğrudan yatırım çekeceğiz? Hangi doğrudan yatırımları Türkiye için cazip kılacağız ki hem üretime ve istihdama katkısı olsun hem de ekonominin canlanmasına daha fazla katkı sağlasın. Değişen dış koşullar farklı açılımları zorunlu kılıyor.
Avrupa önemli olmaya devam edecek
AB ülkeleri bizim için özellikle ticarette en önemli yerdeydi, bu değişiyor mu? Avrupa bizim için hala çok önemli ve büyük bir pazar. Hala Türkiye’den yetkin insan alıyor bu arada Almanya. Diğer taraftan durgunluk var…
Avrupa bizim için en önemli pazar olmaya devam edecek. Önümüzdeki 10 yıl için bir öngörüde bulunmak durumundaysam bizim için öneminin artacağını söyleyebilirim. Kaldı ki Avrupa sorunlarının çok farkında, ne yapması gerektiğini biliyor. Yapabilecek mi onu göreceğiz. “Avrupa Birliği yaşlandı, bürokrasiye boğuldu, öldü, bitti” söylemi doğru değil. En fazla ihracat yapıp, en fazla doğrudan yatırımı çektiğimiz Avrupa, kültür ve iş anlayışı olarak da bize yakın. Çok başarılı Türk şirketleri var Avrupa’da. İngiltere’de, Hollanda’da yatırım yapan Türk şirketleri var. Bu işbirlikleri de çok değerli. Tedarik zincirlerindeki dinamikler açısından da farklı işbirliklerinin olabileceğini gösteriyor bu bağlantılar. Doğal olarak şirketler nerede ehven finansman imkanları varsa oraya yöneliyor. Şimdi mesela büyük bir grubumuz gidiyor İngiltere’de çok büyük bir yatırım yapıyor. Çünkü İngiltere’de yatırım finansmanı çok daha kolay. Büyük yatırımları burada yapmanız maliyetli. Avrupa’yla iş birliğini çok boyutlu görmek lazım. Avrupa teknolojiye daha fazla yatırım yapıyor, geç kaldı belki, hızla yaşlanan bir nüfusu var ama nitelikli işgücünü de çekebiliyor.
Hala Türkiye için yeni fırsat pencereleri var mı Avrupa’da?
Sanayi konusunda deneyimliyiz ve süratimiz var. Eksiğimiz olan şey organizasyon kapasitemiz ve öngörülebilir bir ekonomiye sahip olmayışımız. Avrupa ekonomisi öngörülebilir, enflasyonu büyük ölçüde bertaraf ettiler, faizlerde önemli bir sıçrama olmayacak. Daha fazla üretmeye, istihdama ihtiyaçları var. Örneğin enerji alanında birikimimizle uygulayabileceklerimiz var. Ciddi işbirlikleri olabilir. İklim riski ve enerji tedarikiyle ilgili hızlı dönüşüme ihtiyaç var. AB ve Türkiye yakınlaşması olabilir bu konuda.
“Avrupa Birliği yaşlandı, öldü, bitti” söylemi doğru değil. Avrupa bizim için en önemli pazar olmaya devam edecek. Önümüzdeki 10 yıl için böyle bir öngörüde bulunabilirim
ABD teknolojiye, Çin teknoloji ve büyük bir üretim gücüne, Avrupa yarattığı markalara odaklanarak büyüyor. Körfez ülkeleri petrol gelirleriyle farklı yatırımlara yönelip değişiyor. Hindistan, Brezilya, Meksika keza üretim kapasiteleri yüksek ülkeler. Biz de bu son 3’ü gibiydik. Ama zemin kaybediyoruz. Bu arada dünyanın en atak şirketleri Avrupa dışı ülkelerden çıkıyor. Nasıl yorumlamalıyız bu tabloyu?
İşin özünde eğitim var. Dünya gerçeklerine dayanan modern eğitim konusunda eksiklerimiz var. Eğitim harcamalarına baktığımız zaman son 10 yılda harcamalar artıyor ama bunu ne kadar etkin, verimli kullanıyoruz o ayrı. Tabii bunu söylerken son 10 yıl içerisinde Türkiye’den küresel ölçütlerde çok başarılı yazılım ve oyun şirketleri de çıktı. Bu da gösteriyor ki bir kabiliyet seti, havuzumuz var. Bu potansiyeli eğitimle desteklediğimiz takdirde teknolojiyi kaldıraçlamamız mümkün. Ve bunu acilen yapmamız lazım. Amerika’nın ilk hareket eden olması hasebiyle ciddi bir avantajı olsa da Avrupa bu işe uyandı. Çin çoktan önemli hamleler yaptı hatta birçok açıdan birçok ülkeyi de geçtiğini görüyoruz. Otomotiv sektöründe işin özünde Amerika’nın Çin’le baş edemediği için gümrük duvarları oluşturmaya çalıştığını görüyoruz; bir tür acizliğin ifadesi. “Ben rekabetçi bir şekilde bu ürünü, otomobili veya neyse onu üretemiyorum” demek. Dolayısıyla verimli üretim yapamadığı için kendi pahalı ürünlerini vatandaşlarına satmayı teşvik ediyor.
Yalnızca ABD’li değil başta Almanya’nın dev otomotiv şirketleri de Çin’in çok kısa sürede gerçekleştirdiği dönüşümü yıllardır yapamadılar.
Otomotiv gösterge sektördür. Teknoloji katkısıyla işler nasıl değişebilir onu gösterir. Ülkelerin ihracat dinamikleri değişimi açısından önemli bir konu. Başta sorduğunuz ihracat ve tekstille de bağlantılı olarak söylemek isterim. İnsanımızı önümüzdeki bu ekonomik dinamiklere göre nasıl eğiteceğiz? Rekabetçi sektörlerde rekabetçi işleri nasıl yapacağız? Herkesin yazılımcı olacak hali yok. Birileri de sanayiye yeni yatırım yapacak. Güçlü sektörlerimize ve kaslarımıza odaklanmamız lazım.
Bunlardan biri de turizm. Potansiyeli çok yüksek. Fakat rekabet çok artıyor. TTYD Başkanı Oya Narin ile görüştüm, 3’üncü turizm hamlesi olmazsa işimiz zor diyor…
Türkiye için turizm çok önemli bir sektör. Sürdürülebilir turizm için çok önemli adımlara ihtiyaç var. Kısa vadede turizm için dev adımlar atıp tüm doğal varlıklarınızı riske de atabilirsiniz; çok dikkatli, düşünülmüş hamlelere ihtiyaç var. Sürdürülebilir gelir modeli sağlayacak kültür turizmine dayalı bir model kurulmalı. Maalesef enflasyon, faizler, kur konuları gibi yarattığımız temel sorunlar turizmde geliştirebileceğimiz alanları yeterince konuşmamıza olanak sağlamıyor. Ülkenin en büyük döviz girdisini sağlayan sektör turizm.
Teşvikler sıfırlanmalı
Türkiye’de son ne yaptı diye baktığımızda eğitimde maalesef istediğimiz noktaya gelemedik ama işte şehir hastaneleri yaptık, köprüler yaptık, otoyollar yaptık. Bir taraftan da şehirler çok büyüdü, şehirleşme oldu. Ama bunları yaparken en büyük eksiğimizin ne olduğunu düşünüyorsunuz? Savunma sanayisinde öncü işler yaptık, onu da ekleyelim…
Savunma sanayisinde önemli işler yapıldı, yapılıyor. İçinde bulunduğumuz coğrafya, kaderimiz. Bu konulara gözümüzü kapatmamıza engel oluyor maalesef konumumuz. Galiba bizim odağımız enflasyon, kur, faizler, günün sonunda şirketler açısından yaşayabilmek olduğu ve enerjiyi buraya harcadığımız için rekabetçi yanlarımızı düşünerek hizmetler sektöründe, sanayi sektöründe, aslında çok rekabetçi olabildiğimiz alanları çeşitlendirme konusuna pek vakit bulamadık. Diğer öncelikler maalesef bu taraftaki enerjimizi aldı. Benim gördüğüm iş dünyası, ailelerde oluşan sermaye birikimi “hangi sektörde rekabetçi olabiliyorum, büyüyebiliyorum, coğrafi açılımımı büyütebiliyorum, sürdürülebilir karlılığı sağlayabiliyorum” ona bakıyor. Teşvikler politikası o kadar karmaşık hale geldi ki bir zaman içerisinde bunların hepsinin sıfırlanıp tekrar dizayn edilmesi gerekiyor. Zira kısıtlı kaynaklarımız var, finansman imkanları hem ucuz değil hem de kısıtlı. Çarpık oluşan bir yapıyı yıkıp tekrar yapmak zor bir iş. Bu araba çalışırken tamiri gerçekleştirmek gibi bir şey, ama yapılması lazım. Sonuçta Türkiye’de enflasyon düşse, reel faizler çok makul hale gelse dahi ucuz işgücüne dayanan dar marjlı işlerimizin yaşam şansı olmadığı çok ortada. Uzak Doğu bundan vazgeçti. Vietnam ucuz tişört yapan bir ülkeden teknolojiyle ilgili adı anılan bir ülke haline gelmeye başladı. Dolayısıyla bizim de bu işe daha farklı bakıyor olmamız lazım. İyi örnekler var, ölçek sorunumuz var. Ülkemizde yanlış hatırlamıyorsam şirketlerin yüzde 50’den fazlası 10 kişiden az istihdam ediyor. KOBİ’lere, az kişiyle verimli çalışan şirketlere itirazım yok ama bu kadar bölük pörçük ve verimsiz işi sürdürmek mümkün değil. Bizim başarılı Uzak Doğu modellerini yakından inceleyip kendi kültürümüze uygun bir çalışma yapmamız lazım.
Sanki bu kriz çok daha fazla, hani belki her zaman öyleydi ama ücretli kesimi çok zedeledi, çok hırpaladı. Özellikle beyaz yakalı kesim içinde bazı aileler hayat pahalılığı nedeniyle çocuklarını özel okuldan almak zorunda kaldı. Türkiye’de bu krizlerden çıkmanın tüm faturası daha çok ücretli kesime mi, orta kesime mi kesiliyor?
Dünyadaki örnekleri de böyle maalesef. Yük nasıl paylaşılacak, faturayı kim ödeyecek? Doğru ve adil vergi politikalarıyla hane halkı üzerindeki yükü en aza indirirken kamunun da liderlik ederek çok ciddi tasarruf ediyor olması lazım. Kamu tasarrufları ile desteklenmeyen programlar inandırıcılığını kaybediyor. Bu fatura ödeme konusunda yükün adil dağıtımı önemli. Bu yönetsel beceriye bağlı, tabii işin içine siyaset girince farklı yerlere gidebiliyor. Onun ötesinde şirketler kesiminde çözüm biraz daha basit. Çünkü şirketler karlılıklarına bakıyor, tedbirleri alıyorlar. İşler büyüdüğü zaman daha genişlemeci politika izliyorlar, işler daraldığı zaman önlem alıyorlar. Sıkıntılı evreyi aşıp önümüzdeki dönem içerisinde edinilecek refahın paylaşılması için bu refahın herkes için yaratılmış olması lazım. Şirketler kesiminden bir örnek verecek olursam bir bütçe yapar, o bütçenin daha 3’üncü ayında ciddi saparsanız 12 aylık yazmış olduğunuz manzumeye yönetim kurulunun da hissedarların da desteğini kaybedersiniz. Dolayısıyla adım adım da kapsamlı bir programın uygulandığı ve gerçekleştiğini gösterebilmek lazım. Şu anda buna ihtiyaç var.
“Küreselleşme öldü” çığırtkanlığına aldırmamak gerekiyor
Beraberdik, “İnadına umutluyum” diyen Prof. İoanna Kuçuradi’yi dinledik. 2025’e girerken nelerden umutlanmalıyız? Nelere daha çok dikkat etmeliyiz? Hangi riskleri görüyorsunuz önümüzdeki yıl içinde karşılaşacağımız?
Bir kere Profesör Kuçuradi müthiş bir filozof, hepimizin ilham kaynağı. Bu kadar bilge ve tecrübeli hocaya katılmamak olmaz, dolayısıyla ben de umutluyum. Küresel riskler çok çeşitli ve karmaşık bir hale geldi. Siz Tarık Serpil Bey’le yakın zamanda bir söyleşi yaptınız; orada küresel riskler raporundan detaylı bahsetti. Pandemi riski vardı ama göremedik. Pandemi riskinin olasılığı çok düşüktü ama tesiri çok yüksekti. Ülkelerin çok ciddi hazırlanması gereken bir konu iken hazırlıksız yakalanıldı. Şu anda iklim riskleri çok önemli. Neredeyse her şirketin işini bir şekilde etkileyecek kadar önemli. Siber riskler için milyonlarca dolar harcanıyor ancak risk giderek büyüyor. Bir yandan trilyonlarca dolar yapay zekaya yatırım yapılırken öte yandan da bunların hepsini en iyimser yaklaşımla çalıştırmayacak tehditler de ortada. Yapay zekanın çok daha ilerlediği ve siber risklerin çok daha farklı boyutlara gelebileceği günler pek uzak değil. Dolayısıyla riskler yok değil, yeni ve çok karmaşık riskler var.
Umut konusuna dönersek…
Bizim önceliğimiz enflasyon. 30’lara falan geldiği zaman da mutlu olmayacağız. Bunun gerçekten tek haneye ineceğini görmemiz lazım veya ineceğine inanmamız lazım. Trump dönemi ciddi bir değişim getirecek, bunları öngörebiliyoruz. Klişe terimlerden hoşlanmıyorum ama artık gerçekten şirketler çok çevik olmalı. Geçmişte değerlerin üzerine bina edilen 5- 10 yıllık vizyon, misyon toplantılarını biz de çok yaptık. Ama korkarım bunlar artık “romantik” işler olarak kaldı. Şirketlerin kendi rekabetçi gücünü iyi tanımlaması ve anlaması lazım ama her halükarda çevik olmaları gerekiyor. “Biz 3 yıllık bütçe yaparız bunu da tuttururuz” diyebileceklere şapka çıkarırım, ben böyle bir ufuk pek göremiyorum. Bütçe anlayışı bile çok farklılaştı. Kar-zarar, bilanço, nakit akışları (en önemli konu) değil şirketin her hücresini, kar-zarar dinamiklerini etkileyecek her detayı iyi yönetmesi gerekiyor. Zor bir dönem. Yetenekleri yurtdışına kaçırmamak için koşulları iyileştirmeye ihtiyaç var. Beyin göçü ile ilgili Prof. Ufuk Akçiğit’in akademisyenlerin yurtdışına, iyi üniversitelere gitmesinin ve köprü sağlamasının önemini vurgulayan çok güzel bir çalışması var. Ama, bizim hala Türkiye’de yetişmiş insan gücüne, yetkin yeteneğe çok ihtiyacımız var. İyi eğitilmiş, teknolojiye yatkın olan insanlara her sektörde ihtiyacımız var.
Çok iyi yetişmiş bir mühendisin, doktorun, cerrahın ülkesini terketmesi, burada mutlu olamadığı için gitmesi de derin bir umutsuzluk ve kaygı yaratmıyor mu?
Bence karar vericilerin öncelikli konusunun “Topluma nasıl daha fazla umut yaratırım, önümüzdeki günleri nasıl öngörülebilir hale getiririm” olması lazım. Yoksa bu dinamiklerden şikayet etmenin manası yok. Farklı ülkelere gidip deneyim kazanmak çok değerli bir kazanım. Dünya artık tek pazar. “Küreselleşme öldü” çığırtkanlığına da bence pek aldırmamak gerekiyor. Yeteneği olan insan dünyanın her yerinde iş yapabilir. Akışkanlık günümüzün gerçeği. Önemli olan ülkemizdeki kendi çevremizi nasıl daha öngörülebilir ve sürdürülebilir kılarız, dünya standartlarında rekabeti sağlayacak koşulları sağlarız ki insanlar burada akademik çalışmalarıyla, girişimleriyle, geliştirdikleri teknolojilerle kalmayı cazip görsünler. İstanbul gibi dünyanın en özel şehirlerinden birinde olmak bile büyük bir ayrıcalık. Bunu akıllı kullanmamız gerekiyor.