Enis Batur, en bilinen haliyle bir şair, yazar, düşünür. Yayıncılık dünyasıyla haşır neşir olanlar için son 30-40 yıla damgasını vuran yayıncılardan ve sektördeki editör ile yöneticilere el verenlerden… Cemal Süreya’ya göre bir ‘edebiyat adamı’. Sanat dünyamıza göre ‘gören bir göz’, belgeleyen bir ‘fotoğraf makinesi’. Bana göreyse çok yönlü bir ‘Rönesans Adamı’, entelektüel dünyamıza yön veren figürlerden, edebiyatımızın ise ‘en uzun şiirlerinden’ biri… Kişi, Enis Batur’a dair yazmaya başlayınca, bir kaleydoskop misali baktığınız her açıdan, her aynadan farklı bir yüzünü gösteren, bu çok yönlü ve çok üretken insana dair ister istemez “nereden başlasam neyi anlatsam” durumuna düşüyor.
Son dönemlerde çok ortalarda görünmemeye özen gösteren Batur, PEN Türkiye Yazarlar Derneği 2024 Şiir Ödülü’nün sahibi olunca kendisinin genel yayın yönetmenliğini yaptığı Kırmızı Kedi Yayınevi’ndeki ofisinin kapısını çaldık ve yalnızca bir şair olarak değil, onu oluşturan tüm yapı taşlarına dair kendi deyimiyle ‘mimari boyutta’ bir söyleşi gerçekleştirdik.
Ars Poetica adlı şiirinizde şöyle söylüyorsunuz: “…Kömürden elmasa varmak için çıktığım yolda elmastan yola çıktığımı unutmadım: Yangınsa sonumda yazılan, orada yazacağım an gelmeli de. Birer kıvılcım olsun harflerim, her kelimemi yalım dili taşısın – öyle bir ateş ki içinde içimde tutuşmuş bir karanlıktan kana kanaya içsin herkes, istedim.” Ve bugün PEN Yazarlar Derneği 2024 Şiir Ödülü’nün sahibi oldunuz. Ars Poetica’yı yazan Enis Batur sahip olduğu bu ödüle dair neler söylemek ister? Bu ödül sizin için ne ifade ediyor?
Şımarıklık sayılmasın çok sayıda şiir ödülü aldım. Bu belki onların üstüne bir çilek olarak kondu. İleri olgunluk dönemimin selamlanması olarak nitelendiriyorum. Thomas Mann “Alkış vitamini iyidir,” diyor. Ara sıra alkış vitamini almak insanı yaptığı işlerde daha kutlu kılıyor. Ama son derece sert bir dünyada yaşıyoruz. Kültür ortamımız da çok sert. Özellikle de sosyal medyanın kabardığı son 10-15 yıl içinde olumsuz yaklaşımların sayısı da arttı. Dolayısıyla köstek destekten daha fazla. Onun için de ben çok fazla ortalıkta dolaşmamaya gayret ediyorum, çünkü görüldükçe tepki daha da artıyor bunun farkındayım. Geniş bir kitle “yapan insan"dan hoşlanmıyor. Ama ben yapıyorum. Ülkenin en üretken yazarlarından biri olarak tanınıyorum zaten. Kim inanır bilmem ama bunun da önemli bir ölçü olduğunu düşünmüyorum. Verimlilik aslında nitelik üzerinden hesaplanması gereken bir olgu, nicelik üzerinden değil. Ama şu da var, yaşımla ters orantılı bir üretim içinde olduğumun farkındayım. Genellikle 60 yaşı aştıktan sonra şairler ve yazarlarda bir tempo düşüklüğü olur. Bunun istisnaları var. Bizde Dağlarca, dünya edebiyatında Victor Hugo, Goethe gibi… Demek ki tam bir kural değil bu. Benim de 60 yaş eşiğini aştıktan sonra endişelerim vardı. “Yaşım ilerken yazdıklarım nitelik kaybına uğrar mı?” türünden. Tabii insan kendisine karşı ne kadar nesnel olabilir bilemiyorum, ama böyle bir sıkıntı oluşmadığı düşüncesinde yol alıyorum. Son yayınladığım iki şiir kitabı son derece oylumluydu, 500’er sayfalık iki kitap. Onların yazılmasını bırakın, yayına hazırlanması bile dehşet kan söktü aldı benden. Tek tek her şiirin üzerinde durmak, Yahya Kemal’in deyişiyle dikenleri azaltmak … İşimizin cefakar boyutu da var, ama bundan yakınacak halim de yok. Hamama giren terler.
Yücel Kayıran bir yazısında sizin şiirinize dair “Birincisi, bu şiir ‘70’lerin toplumcu gerçekçiliği karşısında, İkinci Yeni’nin izini devam ettiren bir şiir olarak burjuva kültürünün bireyciliğini dile getiren bir şiirdi” diyor ve oradan Karanlık Oda Şarkıları’na uzanıp “Karanlık Oda Şarkıları her şeyden önce Batur’un kendi şiir serüvenindeki çeşitli seslerin birleşimini dile getirmesi bakımından önemlidir,” diyor. Doğan Hızlan ise, “Enis Batur’un şiir serüvenini başından beri bilenlerdenim. Her kitap birbiri içinde bir gelişimin izini sürer. Onda son dönem çalışmalarında, poetikaya kurban edilmeyen ama onu da ihmal etmeyen bir anlayış eşliğinde, duyarlığın -belki de duygunun- artışına tanık oldum” diyor. İlk şiirlerinizden bu yana şiirinizdeki köşe taşlarına, kırılmalara dair siz kısaca neler söyleyebilirsiniz? Bugün hangi duraktasınız? Sesiniz en sonunda nereye vardı?
Başlangıç dönemim aslında yok. Yok derken şöyle, ben 1968 yılında, daha 16 yaşımdayken şiir yazmaya başladım. 1972 yılının sonunda bitmiş gözüyle baktığım bir şiir kitabı vardı elimde. Bir de parça şiirler vardı bu yıllar içinde yazılmış. Onların hepsini yok ettim. Kendime bir sıfır noktası seçmek istedim. O sırada Türkiye’ye kültür ortamına sığamadığım duygusuyla zaten yurt dışına gitmeye karar vermiştim. 20 yaşındaki bir adam için son derece sıradan bir duygu, aynısını geçen yüzyılda Yahya Kemal, sonra bizden önceki kuşaklardan Attila İlhan da yaşamış. Bir şeyler sıkıştırıyor insanı burada, açılmak istiyor. Doğru bir karar olduğuna inanırım. Dolayısıyla yurt dışında yazmaya başladım yayınlanan şiirlerimi. İlk dönemin bir dolu acemiliği vardı, ama arkamda beş-altı yıllık süreçte katettiğim bazı mesafelerin yararını gördüm, çünkü çok doğrudan etkiler vardı o dönemden. Yok etmemin bir nedeni de oydu. Üzerimde etkisi olan yerli ve yabancı şairlerin mühürleri göze çarpıyordu. Ondan sonra yazdıklarımda kalmadı demem, gene vardı herhalde, ama azalmaya başlamıştı sanıyorum. Bir de ben etkilenmelere kendimce sınır tanımamış bir okurum. Hem dünya şiirinde hem Türk şiirinde birçok ustanın, benden önce yaşamış şairlerin yapıtlarıyla koyu ilişkilerim oldu. Dolayısıyla bir-iki noktadan etkilenmiş biri değilim, her anlamda şiir dünyasından etkilenmiş biriyim. Bunun yararını gördüm. Ve sanıyorum 80’li yıllardan itibaren ki yaşım 35’e vardığında bir toplu şiirler kitabı çıkarttım, Yazılar ve Tuğralar, ondan sonra çizgim daha belirginleşti. Öyle düşünüyorum. Birkaç cephede yürüyen bir şiirim var. Lirik şiirler, dramatik şiirler, epik şiirler, deneysel şiirler diye ayırdığım… Son dönemde de bunların bir anlamda bir araya geldiği doğru. Karanlık Oda Şarkıları hemen hemen bütün bu özellikleri içinde taşıyan şiirlerden oluşuyordu. Bir anlamda demek ki olgunluk dönemiyle birlikte şiirimin sentezi ortaya çıkmaya başladı diyebilirim.
İnsan sonuçta ölene kadar arayış içindedir. Ama daha büyük anlamda hala arayış içinde olduğunuz bir şeyler var mı? Yoksa yatağımı buldum gidiyorum noktasında mısınız?
Rutin arayış, dediğiniz gibi o insanın artık kanında dolaşıyor. Ama bu yaşta yeni büyük bir hamle arayışı içinde değilim. Buna karşılık söylemesi gene rahatsız edici olabilir,ama yaklaşık 45 adet yayına hazır kitabım var. Onların ince ayarlarıyla meşgul oluyorum. Bunların önemli bir kısmı ben çekip gittikten sonra okur önüne çıkacak. Yayımlama tempoma bakılırsa, 90 yaşıma kadar yaşasam bile bunların hepsini ben sağken çıkartamazdım zaten, benim için önemli değil bu. Önemli olan bunları hakkını vererek hazır etmek. Üzerlerinde her gün gereken işlemleri yapma çabası içindeyim. Bir yandan çok hacimli bir günlüğüm var, 6000 sayfadan oluşuyor. Onu epey budadım. Çünkü özel hayatıma ilişkin verilerin kalmasını uygun görmedim. Zamanında yazmışım, ama bunların magazin unsuru haline getirilmesinden ürktüğüm için onların hepsini yok ettim. Dolayısıyla bir yazar günlüğü kaldı geriye. Bu haliyle de doğru çözüm olduğu düşüncesindeyim. Dediğim gibi bu kitapların çoğu, ben çekip gittikten sonra çıkacak bir biçimde hazırladığım kitaplar. Ama bir-iki şiir kitabım daha sırada. Onları sağken yayımlayacağım herhalde.
Peki, özellikle “ancak ben gittikten sonra açılabilir, okunabilir, basılabilir” dediğiniz bir şeyler var mı?
Var. Hatta basılıp basılamaz olduklarından emin olmadığım birkaç kitabım var. Yayıncıların da belki gözünü korkutabilecek, özellikle siyasal çerçevede ve de galiz anlamda içimi döktüğüm metinler var. Onları ben sağken zaten yayınlamam çünkü öyle bir kahramanlık yönüm yok benim. Nümayişçi biri değilim. Ama insan içine de atamıyor. Dolayısıyla yazıya döküyorum hırslandığım konuları. Ve onlar suç unsuru oluşturuyor. Bunun farkındayım. Dolayısıyla benden sonra da ancak gözünü kan bürümüş bir yayıncı bu işi yapabilir! Ya da çok sonra, 30-40 yıl sonra zaman aşımına uğramış olarak görülebilir ve yayınlanabilirler. Dert değil, önemli olan benim onları kağıda mıhlamış olmam.
“Bilge Karasu benim için ek bir üniversite anlamını taşıdı”
Bugünlerde çok yeni yayımlanan Bilge Karasu’dan Enis Batur’a Mektuplar kitabının başında Mesut Varlık’a usta- çırak ilişkisinden, el almak ve el vermekten bahsediyorsunuz. Hem yeni çıkan bu kitabı da anmak isterim hem de bu anlamda el aldığınız ustalarınızı bir kez de burada anıp, bahsedebilir misiniz?
Borçlarımı genel olarak ödediğim hissini taşıyorum. Ustam olarak gördüğüm insanların hemen tümü üzerine yazdım. Bunların arasında birebir tanışmadığım ama yapıtından çok etkilendiğim insanlar da oldu, Oktay Rifat gibi. Onunla sadece yazıştık ve telefonda konuştuk o kadar. Hiç yüz yüze gelmedik. Sonra bir kitap yazarak ona olan borcumu da ödediğimi düşünüyorum. Bilge Karasu’nun tabii ki ayrıcalıklı bir yeri var, çünkü tanıştığımda çok gençtim, 19 yaşımdaydım. İlk iki-üç senelik yurt dışına gidişime kadar olan süre içinde benim için ek bir üniversite anlamını taşıdı. Okumayı yazmayı öğretti bana. Son derece zarif ve kibar bir adamdı. Götürdüğüm metinleri okuduğu zaman, böyle küçük bir cetveli vardı parmağıma vururdu. “Bu kadar çok ‘gibi’ bir sayfada normal mi sizce?” diye sorardı. Kolay bir ilişki değildi, her seferinde yaralanarak eve dönerdim ama durumu gözden geçirip haklı olduğunu kabul ettikten sonra tekrar yeni yazdıklarımla giderdim, bunun da ötesinde, etki konusunda “Bu sıralar çok mu Metin Eroğlu okudunuz?” diye sorardı. Bu tamam, yeterli bir mesaj olurdu. Demek ki yazdığım şiirlere çok yansımış. Ve onu hemen fark etmiş. Ben fark etmemişim. Dolayısıyla bu tür çok önemli katkıları oldu ama yazmanın dışında söyledim zaten Mesut’la yaptığımız söyleşide, bana resim sanatına bakmayı, müziği dinlemeyi de öğretti. Neler yapılması gerektiğine ilişkin temel bazı şeyler öğretti. Ben eğitim sistemine son derece karşı olan bir insanım hala. Okulların zararlı kurumlar olduğunu düşünüyorum. Çünkü herkese aynı şeyi öğretmek gibi temel bir gafleti var ve bunu yenemiyor. Öte yandan bir insana siz domates ekmeyi, bozulan prizi tamir etmeyi öğretmiyorsanız ne öğretiyorsunuz? Saçma sapan bir yığın şey öğretmek için üstüne yükleniyorsunuz çocukların. Ondan sonra da ondan hayır bekliyorsunuz. Hayat boyu acemiliklerin içinde boğulan, kaybolan insanlar haline dönüyoruz hepimiz. Dolayısıyla bu tarz usta çırak ilişkilerinin okulların yarattığı boşluğu doldurmakta büyük katkısı var. Ama tabii bunun bir sınırı da var. Bir noktadan sonra ustanız olarak gördüğünüz insanlarla benzeşmediğinizi ona da hatırlatmanız gerekiyor. Kendinizin de bu konumu korumanız gerekiyor. Ben benim, sen sensin… Bu aşamayı Bilge ile ustaca atlattık. Herhangi bir yara almadan ilişkimiz sürdü. Olgunluk dönemimde de… O zaten yaşlanmadan öldü, çok erken gitti. İlişkimiz hep pozitif yönde gelişmiştir. Mektuplarda da zaten tatlı zılgıtları vs. olduğu görülüyor. Okur bunları görecektir. Onun dışında dediğim gibi duruşlarından, yapıtlarının bazı özelliklerinden etkilendiğim yerli ve yabancı çok sayıda şair ve yazar oldu. Sonuçta belli bir yaşa gelene kadar insan onlardan yontarak kendisini imal ediyor. Birinden bir şey, diğerinden başka bir şey alıyorsunuz, berikinden gördüğünüz bir yanlışı en azından tekrarlamamayı öğreniyorsunuz. Bu da önemli. Örneğin Ezra Pound ben yaşarken, 20 yaşımdayken öldü. Benim için önemli bir ustaydı ama politik olarak tepeden tırnağa yanlış bir adamdı. İnsan onu gördüğü zaman iyi şair ille de iyi politik görüşe sahip olmuyor düşüncesini anlıyor ve ona göre kendisiyle hesaplaşmaya başlıyor. Benim siyasal bakışımın ne önemi var, nereye kadar önemi var, bu şiirde ne kadar yer edecek düşüncesi önem taşıyor. Ama tabii bunu okur sizin yazdıklarınızdan çıkarır mı o da ayrı konu. Ondan emin olamıyorsunuz. Benim örneğin son derece önemli bir politik şiirim var. 30 küsur sayfalık. Opera kitabımda yer alan Mahşerin Dört Atlısı … Bugüne kadar hiç kimseden bir tık sesi gelmedi o şiirle ilgili. Birçok mesaj alırım, mektuplar gelir, yazılar yayımlanır, tezler yapılıyor üzerime. Kimsenin o şiiri fark ettiğini görmedim şimdiye kadar. Bu da bana ilginç geliyor. “Demek ki şairin politik duruşunun o kadar da önemi yokmuş,” diyorum içimden !
Şairin bir mimar olarak portresi
“Şiir, nesir ayırmıyorum, 30 yıllık yazı yaşamımda durmadan işimin yapısal özellikleriyle uğraştım, didindim; bir gün kurduğum bütünlükten bir yapıt olarak söz edilecekse, bunda önemli bir pay mimari boyutta aranacaktır kuruntusunu yaşıyorum,” diyorsunuz. Hem binalarla ilgilisiniz ama aynı zamanda kelimelerin de mimarisi var. Oktay Rifat kitabınızda ise “Bir koltuk yapmakla bir şiir yapmak arasında canalıcı benzerlikler bulunduğunun Oktay Rifat farkındaydı,” diyorsunuz. Şairin bir mimar ve kuran kişi olarak portresine dair neler söylemek istersiniz? Hem kendiniz olarak hem de teorik anlamda…
Şimdi aslında ilginç bir konuya girdiniz çünkü bu demin sözünü ettiğim hazırlamakta olduğum kitaplardan biri, benim en eski kitaplarımdan da biri. 1977’de başladığım…
Mimarın Düşü mü?
Evet. 47 yaşına basan, büyük bir ihtimalle bitiremeyeceğim, şimdiden 300 sayfayı bulmuş bir kitap. Ama hazırlık notları o kadar fazla ki bir o kadar daha yazmayı gerektirirdi. Yılların içine bu kadar yaymış olmamı herşeye rağmen doğru buluyorum. Çünkü zaman içinde o kadar çok yapıya gittim ki ilgimi çektikleri için. Postacı Cheval’in “İdeal Sarayı”na, Le Corbusier’nin Ronchamp Kilisesi’ne, Rudolph Steiner’in Goetheanum’una gittim. Bütün bu yapılarla şiir kurmak arasındaki ortaklık beni müthiş cezbetti ve hala cezbediyor.
O yapılarda kelimeler görüyorsunuz değil mi?
Evet. Bir bakıma yaptığım işin somutlaşmış hali gibi o yapılar.
Kelimelerin tezahürü…
Evet. Buna karşılık hayatta en önemli gerçekleştiremediğim düş, kendi elimle bir baraka yapamamış olmak. Kulübe bile demeye dilim varmıyor. Çok iddialı bir yapı olabilir kulübe. Ama bir baraka olsun yapmaya çalışmalıydım. Bir küçük arsa bulup onun üstünde.
Hiç mi denemediniz? Ben deneyip de yapamadınız sandım.
Yok, denemedim. Değindiğiniz Oktay Rifat’ın masa, iskemle yapma meselesi bizim işimizin zanaat tarafının birebir somut karşılığı. Ben kendimde bu zanaatın eksikliğini duydum. Şiir yazmak, yazı yazmak dışında elimden bir şey gelmeliydi. Bunun eksikliğini hep duydum. Ve de bazı hayatların ikinci aşamasında bunu başaranlar gördüm. Mesela bir bankacı tanıdığım vardı. Önemli bir bankacıydı. Eşi ressam olduğu için tanışıyorduk. 60 yaşına geldiği sıralardaydı emekliliğini aldı ve bizi eşimle birlikte Şile tarafındaki evlerine çağırdılar. Oraya gittik ve bana kendi atölyesini -eşininkini değil- gezdirdi. Kutular yapıyordu. Bir web sitesi var, orada kutu, sandık vs yapıp satıyor. Ama nasıl özenli, ne kadar hoş şeyler. Bu mesela benim gözümde bana kendi bozgunumu gösteren bir durum. Böyle bir yan iş neden yapmadım, niye kalkışamadım diye. Biraz da haksızca yapıyorum bu özeleştiriyi, çünkü sonuç olarak hayatımın yabana atılamayacak bir vaktini ve enerjisini kitap yaparak harcamak durumunda oldum. Hayatımı kazanmak için yayıncılık yapıyorum hala. 45 yılı aştı. Herhalde 4000’e yakın kitabın yayınında sorumluluğum oldu.
Kitaplar yaptınız ve aynı zamanda onları hazırlayan insanları da yetiştirdiniz. Bir de işin o kısmı var. İşin zanaat kısmı bu da…
Sormayın, ne ilişkiler… Evet, öyle. Biraz o tarafımdan avunabilirim belki. Ama gene de el işi değil.
“Müthiş bir roman çöplüğü var”
Cemal Süreya, henüz 1970’lerin sonunda, Ataç’tan hareketle, sizin için “tam edebiyat adamı” demiş ki siz de kendinizi bu şekilde tanımlıyor ve birden çok türde eser veriyorsunuz. Bununla birlikte “Roman’ı edebiyatın dışında bir yere yerleştiriyorum hala” da diyorsunuz… Hala bu düşüncede misiniz bilmiyorum ama romanınıza geçmek isterim Kitap Evi’ne.
O konuda kurduğum bazı cümlelerin çok doğruyu yansıtmadığını söyleyebilirim. Şöyle ki en azından 20. yüzyılın (ki 18, 19’a hiç girmiyorum) en önemli 50 romanının listesini yapacak olsam, ortaya çok ciddi bir birikim çıkıyor. O 50 romanı tüm dünya en büyükler kategorisinde görüyor, ben de öyle görüyorum. Romana karşı olan biri olarak bunu söylüyorum. Nitekim bunların önemli bir kısmının da yayıncısı oldum. Joyce’un Ulysses’inin, Musil’in Niteliksiz Adam’ının, bütün Proust’ların, Hesse’lerin vs…
Kendinizi inkar etmek gibi olacak yani…
O açıdan bakılacak olursa roman hakkındaki düşüncem gözden geçirilmesi gereken bir düşünce ama şu da var: Bütün bu 50 kitaplık ya da diyelim ki onu 100’e, 200’e çıkaralım, bu süre içinde bir de 200 milyon sıradan roman yayımlandı. Müthiş bir roman çöplüğü var. Şunu da, şiir çöplüğü yok mu diyeceklerin itirazını da kabul edebilirim. Şiirin de büyük bir çöplüğü var.
Ama daha az seçilen bir yol…
Daha az seçilenden çok daha az görünen… Çünkü yazılan şiirlerin çoğu dolaşıma çıkamıyor. Amatör şiirler oldukları için insanlar defterine yazıyor, sonra da vazgeçiyorlar. Ömer Madra dostum bana demişti. “Bugüne kadar tanıdığın şiir yazmayan tek adam benim.” Öte yandan benim elimden çıkan anlatılara en uygun bulduğum niteleme ve sonra da kullandığım zaten “katır metin”dir. Ne at, ne eşek… Bilinen anlamda roman değil, ama tam anlamıyla deneme kitabı da değil. İşte onun için roman denemesi tamlamasını kullanıyordum başlangıçta. Bir yandan anlatıyorum, bir yandan da düşünerek anlatıyorum. Ama bu bir tek bana özgü bir eğilim değil. Bu bir zeitgeist sorunu. Bakıldığı zaman benimle çağdaş pek çok dünya yazarının benzer yolu seçtiği görülüyor zaten. Dolayısıyla hepimize birden hidayet gelmedi herhalde. Yazının kendi macerasının bize doğru gelişinden yapılmış olan işleri çok fazla tekrar etmek istemediğimiz için yeni formatlar denemek yolunu seçmeye çalıştık. Ama tabii anlatı benim yazı hayatımda merkezi bir rol taşımıyor. İşte Kitap Evi küçücük bir kitap sonuçta ve 15 yılda yazıldı düşünün. Normal olarak ben öyle bir kitabı bir oturuşta üç ayda yazarım. Ama orada da işte zamana yayılsın, bir sürü ayrıntı yerine otursun, bazı öğeleri kitabın dışında bırakmak için deneme halinde yazayım vs. kaygıları, onun da geniş bir zaman içinde yazılmasını sağladı.
Öte yandan Kitap Evi’nde anlatılan kütüphane ev yapısından ve bu ev kendisine miras kalan anlatıcı yayıncıdan da bahsetmek istiyorum. “Sadece kitaplarla baş başa kalabileceği, dilediğince okuyup yazabileceği bir mekan hayal etmiş hep. O yapının nasıl olabileceğini düşlemiş. Ve şimdi somut olarak karşısında.” Bu ev sizin rüya eviniz mi? Düşünüzün somutlaşmış halini mi sundunuz bize?
Bir anlamda kütüphanenin bendeki sembol karşılığı o, evet.
Sizden de çok parça var sanırım o kitabın anlatıcısında, sesinde?
Var tabii. Birebir değilse bile.
Oradaki kitaplar, kütüphaneler, labirentlerden tabii benim aklıma hemen Manguel, Eco geliyor.
Hatta büyük babamız Borges…
Evet, üçüncü olarak da o. Sizin aslında ruhdaşlarınız diye düşünüyorum bu isimler. Zaten Manguel de Kitap Evi’nin Fransızca baskısı için size dair “Il est mon double (O benim ikizim)” diyor.
Doğru. İki tür aile var. Bir kan bağı ailesi var. Bir de bizim işlerimiz diyebileceğimiz işlerde başka bir aile devreye giriyor. O sözünü ettiğimiz ustalar meselesi. Ama tabii tek bir aileden ibaret olmuyor. Ben sadece Borges, Eco, Manguel ailesinin üyelerinden biri değilim. Ki bir sürü başka yazar da sayılabilir bu türün örnekleri arasında. O bizim bir boyutumuz. Bir başka boyutta başka yazarlardan oluşan başka bir aile var. Ama ailelerden biri o ve önemlisi. Çünkü kitap kavramı önemli bir kavram. Bir keresinde Pascal Quignard geldiğinde -o da benim kadar çok kitabı olan bir yazar- biz otururken biri sordu, “bu kadar çok kitabı niye yazıyorsunuz?” dediler. Baktık birbirimize. “Başka türlü olmuyor,” dedik. “Bilemiyoruz. Devam ediyoruz.” O da bir aile tipi mesela. Çok kitap yazanlar ailesi. Üstelik de bunların bazıları çok şaşırtıyor beni. Yves Bonnefoy. 92 yaşında mı ne öldü, son 15 yılda, 160 tane kitabı yayımlanmış. Son derece titiz bir şair ve bir yazardı. Öyle rastgele şeyler üretebilecek biri asla olmadı. Nitekim o kitaplarının en az 10-15 tanesini okudum ben. Hepsi son derece üst seviyedeydi. Ama bir tür bir doymama durumu var. Öyle bir kitap ki kendini büyütsün duygusu içinde üstünüze çöküyor. Bu da bir aile türü yani. Ama öbür aileyle de yine bir hısımlık bağı var. Borges’in o kütüphane labirentleri, Eco’nun Gülün Adı’nda kurduğu kütüphane, Manguel’inkiler…
“Zenon aynadan bana bakan ikiz”
Şimdi buradaki ikizleşmeden şuna geçmek istiyorum aslında. Sizin ikiziniz Zenon’a gelmek istiyorum.
Aa çok iyi. Bunu iyi gördünüz.
“Dün olduğu kadar bugün de Yourcenar’ın L’OEuvre au Noir’ının benim okuryazarlık serüvenimdeki yakıcı etkisi farklı biçimlere bürünerek sürdü. 20 yaşımda Zenon’un 20 yaşındaki duruşunun yakınlarındaydım; bugün, 51 yaşımda, 59’unda ölen kurmaca ikizimin neresindeyim?” (Roman bizde de kahramanının adıyla Zenon başlığıyla yayımlandı bu arada.) Zenon’u beraber büyüyormuşsunuz gibi görmüşsünüz zannedersem. O yüzden şimdi size şunu sormak istiyorum. Şimdiki yaşınızda Zenon’la ne durumdasınız, ona neler söylemek isterisniz? Zenon sizin için ne ifade ediyor?
Güzel soru. Zenon’la sorunumuz şu ki Zenon intihar ettiğinde 60 yaşına varmamıştı. Dolayısıyla ben ondan 15 yıl daha fazla yaşamış bulunuyorum bugün. Ondan daha fazla ilerledim mi kendi iç yolculuğumda; zaman zaman evet, zaman zaman hayır diyebildiğim bir durum bu… Ama en başa dönecek olursak yurt dışına gittiğim dönemde özellikle -daha önce 19-20 yaşımda okumuştum gerçi Yourcenar’ın romanını ama- adamı taşımaya başlamıştım. Ve orada bir çeşit ciddi bir çarpışma yaşadım o figürle. Ondan sonra da yolda giderken yanımda onun varlığı durdu hep. Bir çeşit aynadan bana bakan kardeş, ikiz hatta...
Doppelganger mi?
Evet. Dolayısıyla şimdi tabii daha sıkıntılı bir süreç yaşıyorum, yaş itibariyle benden çok önce öldüğü için. Aynada bir boşluk var. Zaman zaman Yourcenar’ın öteki adamı Hadrian’a da dönüyorum. Çünkü o epey yaşadı. Bir de tabii çok bilgece bir kitap o, Hadrianus’un Anıları. Kişi kendisindeki arızaları fark ettikçe dönüp bakması gereken temel metinler var. Benim için bunlar zamanla hep eski metinler olmaya başladı, yeni kitaplar değil.
Yourcenar kahramanına “Kötü eğilimlerine karşı savaş, sonuna dek kendini çalışmaya ver, olanak çerçevesinde yetkinleşmeye çaba göster, avare yaratıkları kurtarmaya yönel,” diyor. Sizin hayat yolunuzu da bu prensipler mi belirledi?
Evet öyle.
Aslında bir roman kahramanını kendine kılavuz seçmek de enteresan.
Evet, ama roman kahramanı çok iyi ete kemiğe büründürülmüşse, yaşayan birinden farkı şu anlamda kalmıyor; ‘Yaşayan birini ne kadar tanıyabiliyoruz?’ En yakın arkadaşımızı bile ne kadar tanıyabiliyoruz? Halbuki kurmaca kişiyi yazan eğer çok ustaysa, onu bize tanıdığımız insanlardan daha fazla tanıma olanağı tanıyor. André Delvaux’nun yönettiği film uyarlamasını da görmüştüm.
Korkuyordunuz filmi görmekten, sonra gördünüz mü?
Evet. Korktuğuma da değiyor. Üstelik de çok da beğendiğim bir oyuncuydu, Gian Maria Volonté. Ama tabii kafamdaki Zenon’u rahatsız etti.
“Ben Zenon’u arayan adam saydım hep.” Yol, yolda olmak, arayış… “Mustafa’da onun ve benzeri isyankar ruhluların olduğu kadar İbni Arabi’nin ve benzeri arayış susuzlarının bir alaşımını görüyordum. Suyun kıyısında, ara sokaklarda yürürken yeni yüzler bulduydum. Ondandır bir gün evimden çıktım ve bir daha geri dönmedim,” diyen Enis Batur’u bu yollara Zenon mu düşürdü? İlk yurt dışına gidişiniz ve devamı…
Belki payı vardır, ama ben onu doğru ya da eğri, çocuk yaşta Eskişehir’den İstanbul’a yatılı öğrenci gönderilmemle başlayan bir sefere çıkış olarak görüyorum. Evimden uzaklaştırıldım duygusunu yaşadım ben. Beni kovdular yani. Resmen bu duyguyu içimde taşıdım. Ve de bir bakıma iyi olmuş tabii, bundan sonrasını hazırladığına göre, çünkü mesela yurt dışına gitme kararım son derece riskli bir karardı. Çünkü her şeyi olan bir gençtim. İyi bir okulda okuyorum, ailemin durumu iyi, bir geçim sıkıntım yok, yazılarım yayımlanmaya başlamış gazetelerde vs. Ben bunların hepsini reddedip, ters dönüp yola düşebildim. Ve de iyi ki de yapmışım. Büyük kazanımdı benim için. Dolayısıyla bu yola düşme meselesinin başlangıç noktasını ta orda görüyorum. Çünkü bir çeşit, ‘yerim yurdum, ben nereye gidersem orasıdır’ duygusunu doğurdu içimde. Ve hakikaten de öyle yaşadım. Tabii Paris’in hayatımda çok büyük yeri var. Hala öyle. Son iki yıldır gidemedim doğru dürüst, burnumda nasıl tütüyor anlatamam. Her şeyiyle...
Paris, ecekent…
Öyle. İstanbul’u da çok seviyordum ama İstanbul o kadar harcandı ki… Zaman zaman oğlumdan rica ediyorum arabayla beni şuraya götür buraya götür diye. Eski sokaklarımı arıyorum. Yoğurtçu Zülfü Sokak’a gidiyorum, Kandilli’ye gidiyorum vs. Ama yolda giderken gördüğümüz şeyler, burası neresi duygusunu yaratıyor. Ama Paris öyle değil. Paris yerinden kıpırdamıyor fazla. Olduğu gibi duruyor yani.
Buradan gezi yazılarınıza da geçelim mi? Haydar Ergülen, Pasaport Damgaları kitabınız için “Enis Batur nerdeyse hep Paris’i anlatır, anlattığı tüm şehirler Paris’tir sanki,” diyor. Gittiğiniz her şehirde ondan bir parça mı buluyorsunuz acaba?
Yok. Tam tersine gittiğim her şehirde o şehre özgü olan neyse onu yakalamaya çalışıyorum. Ama tabii gizliden gizliye bir karşılaştırma durumu belki vardır, onu tam kestiremiyorum. Çok zaman geçirdiğim için Paris benim için artık tanışılacak bir şehir değil. Toplam yedi-sekiz senem geçti orda. Ama örneğin Palma’ya ya da Siena’ya gitmişim dört-beş gün kalmışım. O şehirle ancak bir tanışma ilişkisi kurabiliyorum.
“Akıllı yazarın az kitabı olur”
“Yazı adamı bir noktadan sonra yazmadan göremeyeceğini, anlamayacağını bilir, öğrenmiştir,” diyorsunuz. Buradan da kimin için yazdığınız noktasına gelmek istiyorum. Kendi kendisini görmek isteyen kendiniz için mi? Ya da dünyayı kendiniz için anlamlı kılmak için mi? Çünkü her şeyden önce izleyicisiniz. Yazılarınızda o çok var. Trenin penceresinden izlemek, fotoğraf makinesinin merceğinden bakmak… Hep bir izleme, görme ve tanık olma var yazılarınızda. Sorunun en geniş anlamıyla soruyorum aslında, sonuçta siz kimin için yazıyorsunuz?
Sorunun birinci yarısı için düz ayak cevap: “Önce kendim için yazıyorum.” Ama tabii önce kendi için yazan biri yazılarını, şiirlerini göndermeye başlıyorsa demek ki sadece kendisi için yazmıyor. Benim hiçbir zaman çok okurum olmadı. Bir-iki istisna kitap dışında ki onlar da kitabın özelliği nedeniyledir, ortalama 1500-2000 okurum oluyor benim.
Onlar da fanatik okurlarınız sanırım…
Sahip çıkan, tiryaki tarafları ağır basan okurlar. Dolayısıyla bu beni zaten tatmin ediyor. Bunlar niye 2.000 de, 20.000 değil düşüncesini taşımıyorum. Çünkü 20.000’in üzerinde o nitelikte insan olsaydı zaten gelip bulurdu benim yazdıklarımı. Zaman zaman birkaç kişiden duydum şunu; “İtalyan ya da Fransız yazarı olsaydı çok daha fazla okunurdu.” Doğru değil bu. Doğru değil çünkü orada yayınlanıyorum. Mesela Kitap Evi Türkiye’de sattığının hemen hemen benzerini sattı Fransa’da. Demek ki eşit derecede insana hitap ediyor yazdıklarım. Okurların sahip çıkmaları şunu gösteriyor. Bu kadar çok yazan bir adamı takip etmek delilik aslında. Bunu birkaç kere yazdım. Akıllı yazarın az kitabı olur. Kundera’nın 12-13 tane kitabı var, Kundera okumak kolay. Enis Batur okumaya kalkışmak delilik. Neresinden başlayacak, nereye kadar okuyacak? Bunu göze alıyorsa birtakım insanlar, 100-150 tane kitabımı okuyorsa, daha ne isteyebilirim ben zaten. İlerde ne olur, sorusu da var. Max Frisch’in bir sözü vardı. “Yazar yaşarken okunur,” diye. Bu cümleyi okuduğum zaman Frisch yanılıyor dedim, çünkü Max Frisch öldü ve okunuyor. Dolayısıyla böyle bir kural koyamayız. Bütün dünya edebiyatı ortada zaten. Dante öleli herhalde 800 sene oldu. Okunuyor dünyanın her tarafında. Demek ki yazdıklarımızın bizden sonra da bir ömürleri olacağı duygusunu ve düşüncesini taşıyoruz. Ben taşıyorum. Ve de nitelikli okur diye tarif ettiğimiz bir okur türünün yazdıklarımı benden sonra da takip edeceği inancını taşıyorum. Kuruntu da olabilir.
Biraz geleceğe mektuplar…
Evet, tam öyle. Şişedeki mektup işte. Hangi kıyıya vurursa… Bazen de vuruyor, yani insan görüyor.
“Her yeni kitabımı ellerim titreyerek beklerim”
Ekşisözlük’ten size yönelik bir soru okudum: “Hani bir insan yeni kitabı çıktığında heyecanla eline alıp, sayfalarını koklar, ışıl ışıl gözleri elindeki kitaba bakar ya. Bu artık uzun zamandır Enis Batur’a oluyor mudur acaba? Bunu en son hangi kitabı için yapmıştır ya da yayınevlerine koyacak yer yok göndermeyin artık diyor mudur?”
Hiçbir şey değişmedi. Birinci kitapta neyse, iki yüz küsuruncuda da o.Ellerim titreyerek “Niye gelmedi, niye gelmedi?” oluyorum her seferinde. Ankara’da Mehmet Can Doğan Çolpan Yayınları’nı yönetiyor. Orada yeni bir diziye başlıyor. El yazısıyla şiir kitapları. İlk kitap da benimkisi. Kesik Uçlular koydum adını. Çünkü ben kesik uçlu dolmakalemle yazıyorum. Bugün yarın gelecek. Dolayısıyla niye hala gelmedi duygusundayım. Bugün yayınevine girer girmez sordum, “Ankara’dan bir kitap gelecekti, geldi mi?” diye. Hiçbir şey değişmedi.
Futbola gelmek istiyorum. Galatasaray fanatiği diyebilir miyiz sizin için?
Kısmen.
“Futbol beni ağırlıklarımdan hafifleten bir tutku oldu”
Futbol da bir şiir mi sizin için?
Futbolun bir matematik tarafı var; cebir, geometri tarafı… Tıpkı şiirin de olduğu gibi. Ama bu biraz zorlama bir bakış belki. Futbol beni ağırlıklarımdan hafifleten bir tutku oldu. Çocukluğumdan başlayan... Babam ağır Fenerbahçeliydi, hastasıydı. Ama bana bulaştıramadı. Büyük olasılıkla Metin Oktay döneminde herhalde Galatasaraylı oldum ben. Ve hep öyle kaldım. Hafif fanatiğimdir. Ama şöyle fanatiğimdir. Takım kötü oynadığında kaybetsin isterim. Mesela dün kupadan elendi, çok iyi oldu dedim. Kültür dünyasında benim kadar maç seyreden az insan vardır. Bütün Premier Lig maçlarını seyrediyorum. Eskiden daha da fazlasını seyrediyordum. Şimdi bir parça azalttım ama yani yine de yılda en az 150-200 maç seyrediyorum.
Yeniden başladığımız yere ve ödüle dönersek… Ödül duyurusunda Pen Başkanı Zeynep Oral, “Enis Batur’un bu yıl bize sunacağı 2024 Şiir Manifestosu’nu merakla bekliyoruz” diyor.
Yazdım. Ve hemen gönderdim. Onu sunacaklar büyük bir ihtimalle. Bir de bir tören olacağını öğrendim ve canım sıkıldı. Çünkü törenlerden hep kaçarım. Bir sürü şiir ödülü yurt dışında olduğum zamana geldiği için hiçbirine katılmadım. Behçet Necatigil, Altın Portakal vs. ödülleri sırasında yurt dışındaydım. Bu sefer burada olduğum için yakalandım. Bir tören olacak.