Koyu yeşil fitilli kadife pantolonunun izi çıkmış suratıma. Sandalyenin en ucuna oturup olabildiğince uzattığı bacaklarına yüzüstü yatıp uyuyabilecek kadar kısaymış demek ki boyum. Kardeşimin doğduğu gece olduğuna göre beş yaşında olmalıyım. Kafamı kaldırıp ona doğru bakıyorum. Okuduğu kitap kucağına düşmüş, gözleri yarı kapalı sanki. Uyukluyor olmalı. Usulca aşağı doğru kayıyorum. Ayaklarım yere değdiğinde yavaşça doğrulup parmaklarımın ucuna basarak ameliyathane kapısına doğru gidiyorum. Bir yandan da onu kontrol ediyorum. Laf aramızda hayatı boyunca en çok kıskandığım özelliklerinden biri bu kadar kolayca uykuya dalabilmesi oldu. Hiç ses çıkarmadan bekliyorum kapının önünde. Biraz sonra iki hemşire yüksek sesle şakalaşarak çıkıyor içeriden. Ben onların uzaklaşmalarını beklerken kapı da yavaş yavaş kapanıyor. Son anda hamle yapıp ayağımı pervazla kanat arasına koyuyorum, sonra da koşarak içeri dalıyorum. Bunca patırtıya o da uyanıyor tabii. Floresan ışıklı buz gibi koridorda kovalamaya başlıyor beni. Zihnimdeki son sahne, annem koridorun en ucundaki odada, başında doktorlar, hemşireler, aramızda birkaç metrelik mesafe, avazım çıktığı kadar bağırıyorum:
“Annemi öldürüyorlaaaarrr!”
Sonrası hayal meyal. Anlatıldığına göre babam beni kaptığı gibi dışarı çıkartıyor ve ardından annem Elvan’ı dünyaya getiriyor.
Serin bir bahar sabahı, yeni doğan güneşin yatık ama keskin ışığı Çankaya’daki evimizin içini baştan sona yalıyor. Babam pek de becerikli olmayan hareketlerle bir dilim ekmeğin üzerine yağ sürüyor. Üzerine kaşar peyniri koyup bana uzatıyor. Sonra yeniden hastaneye gittiğimizi hatırlıyorum. Kardeşimin doğarken bana bir hediye getirdiğini söylüyor yolda. Hem babamla hem de Ankara ile ilgili net olarak hatırladığım en eski anım olmalı bu.
Doğumdan hemen sonra İstanbul’a taşınıyoruz. Etiler Çamlık Mahallesi, adına uygun bir şekilde koca koca fıstık çamlarıyla dolu o zamanlarda. Yılmaz Sanlı’nın tasarladığı ve yapımcıları arasında olduğu yan yana iki apartman, mimarlar, sanatçılar ve doktorların çoğunlukta olduğu komşular… Biz Yılmazlar 2 apartmanında oturuyoruz. Annemle babamın büroları da yine aynı mahallede, birkaç apartman ileride. Hasan Ali Yücel İlkokulu, Nispetiye Caddesi’nden yürüyerek on dakikalık mesafe, okuldan çıkışta genellikle eve uğramadan büroya gidiyorum. Ödevleri bir çırpıda bitirip ofisteki maketlerin farklı açılardan resimlerini yapıyor ya da çalışan diğer mimarlarla takılıyorum. Babam arada onların bulunduğu odaya geliyor, projelerle ilgili konuşuyor, sorulara cevap veriyor. Hep çok kibar. Lafı fazla uzatmıyor, mesela benim şimdi ofiste arkadaşlarımla konuşurken çok defa yaptığım gibi oradan buradan dolandırmıyor. Telefonda da kısa konuşurdu zaten. Bazen o kadar kısa keserdi ki yüzünüze kapanmış gibi hissederdiniz. Akşamları eve annem ve babamla beraber yürüyerek dönüyoruz. Ne güzelmiş…
***
Az önce tarihlerin üzerinden geçtim yeniden. Dokuz yaşındaymışım. Yine bir okul çıkışı büroda alıyorum soluğu. Aklımda bir gün önce gördüğüm, henüz parçaları bir araya getirilmemiş olan ahşap maket. İzmir Hükümet Konağı yarışması için, balsa ağacından yapılıyor. Yarın sen gelene kadar bitiririz demişlerdi. Çantamı bir kenara atıp merakla arka odaya koşuyorum. Gerçekten de toparlanmış, dünden bugüne neredeyse tamamlanmış, birkaç parçayı itinayla, yumuşacık zımparalıyor Halit ağabey. Sonra hafifçe üflüyor elindekini, biraz yapıştırıcı sürüp ustalıkla yerleştiriyor yerine. Cımbızı tutan sol eli belli belirsiz titriyor sanki. Hayranlıkla izliyorum şölen tadındaki bu finali. Neşet ağabeyi çağıralım diyor ayağa kalkarken. Derken babam giriyor odaya. Uzun uzun inceliyor her noktayı. İyice yaklaşarak eğiliyor, insan gözünden nasıl görüneceğine bakıyor galiba. Sonra doğrulup gözlüğünü çıkarıyor, sapını ağzına sokarak bir tur daha atıyor etrafında. “Çok iyi olmuş çocuklar, elinize sağlık” diyor abartısız ama içten bir ifadeyle.
Yapıların arasında hayli detaylı olarak işlenmiş olan Eski Hükümet Konağı imiş. Onun etrafındaki bloklar ise yeni yapılar olarak öneriliyormuş. Bu yapıların altlarında boşluklar var. Şimdiye kadar gördüğüm hiçbir yapıya benzemiyorlar. Birkaç gün önce yerlerine iliştirilen ve benim ne işe yarayacaklarını merak ettiğim çubukların üzerine oturuyorlar. Çok tuhaf geliyor bu durum. Sanki bir şeyler unutulmuş gibi. Babamı yakalamışken soruyorum. “Aslında unutulmuş bir şey değil, onları özellikle boş bıraktık” diyor. Boş bulduğu bir sandalyeye oturup devam ediyor. “İzmir’in imbat denen bir rüzgârı var. Yazın, çoğunlukla öğle saatlerinde çıkar, denizden karaya doğru akşama kadar eser. Biz de bu yapıların alt kısımlarını olabildiğince boş tuttuk ki rüzgâr bu boşlukları kullanarak şehrin derinliklerine dek ulaşabilsin.” Büyülenmiş gibi bakıyorum babama. Meğer mimarlık ne kadar ciddi bir işmiş, öyle sadece çizmekle olmuyormuş. Bir sürü şey bilmek lazım, babam da çok bilgili bir adam olmalı diye geçiriyorum aklımdan. Sanırım mimar olmaya tam da o sırada karar veriyorum…
***
Yakışıklı adamdı babam. Ama öyle çok da havalı görünmek istemezdi. Genellikle temiz ve düzgün giyinirdi. Bunda annemin önemli bir payı olduğunu söylemem gerekir. Davranış ve tavırlarına hâkim olan sükûnet, kendisi bunu önemsemese de kimi zaman onu olduğundan daha ilginç hale getiriyordu sanırım. Çok fazla dikkat çekmeyi sevmediğini hatta bazen su götürmez bir utangaç olduğunu düşünürdüm böyle zamanlarda. Daha önceleri pek fark etmemiştim ama bugünlerde gitgide ona benzeyen pek çok huyumu keşfeder oldum. İnsan olarak edindiğim iyi ya da kötü alışkanlıklarımın perde arkasında ve bugünkü davranış örüntümün pek çok noktasında hayli derin etkileri olmalı babamın. Ara sıra başıma bela olacak kadar su yüzüne çıkabilen ve düpedüz canımı sıkan utangaçlığım da onlardan biri sanırım.
Babam için günlük alışkanlıklarının aksamadan sürmesi son derece önemliydi. Aynı saatlerde uyur ve uyanırdı. Yıllarca kahvaltıda aynı krakeri ve aynı peyniri yedi. Ofise geliş ve gidiş saatleri hiç değişmedi. Zaman zaman onu izlediğimde bu tekdüzelik beni bile bıktırırdı ama onun her gün aynı şeyleri yapmaktan sıkıldığını hiç duymadım. Sabahları uzunca süren tuvalet sefası sonrasında bir gün dahi aksatmadığı ve hayli ilginç hareketlerden oluşan bir jimnastik seansı vardı. Duşa girmeden hemen önce, pijaması ile yapardı. Yerinde koşar gibi olan hareket sırasında bacaklarından çıtır çıtır kemik sesleri gelirdi. Ne yaptıysa doğru yapmış olmalı. Bu dünyadan göçmeden on gün öncesine kadar her işini kendisi yapabilecek kadar dinç kaldı.
***
80’li yılların sonları olmalı. Heyecanla bekliyorum kapıdan içeri girmesini. İçim içimi yiyor, çok merak ediyorum nasıl tepki vereceğini. Annemle babamın ofisinde üç yılı aşkın bir süredir çalışıyorum ve ilk kez böyle bir şeye kalkıştım. Akşam onlar ofisten çıkar çıkmaz babamın cam tuğla duvarın üzerine seloteyple astığı perspektif çizimini söküp kendi masama yapıştırdım. Sonra da üzerine bir eskiz kâğıdı koyarak düşünmeye başladım. Zihnimde bir hafta önceki Konak gezisinin imgeleri, Birinci Ulusal Mimari üslubunun nitelikli örnekleri. Fevzi Paşa Bulvarı, Mimar Kemalettin Caddesi, sivri kemerler. Diğer kenarlardan daha yüksek inşa edilerek kule görünümü verilmiş bezemeli köşeler, bitkisel süsleme motifleri, mukarnaslı kornişler, taş rozetler…
Hiçbir ifade yok yüzünde. Uzun uzun bakıyor aynı cam tuğla duvara kendi çizdiği ile yan yana astığım eskize. “Biraz fazla mıncıklamışsın galiba” diyor neden sonra. Annemin benden yana taraf tutmasıyla inşa edilebilmiş olan Vakıfbank Ege Bölge Müdürlüğü yapısına yıllar sonra bakınca daha iyi anlıyorum ne demek istediğini.
Babamın meslek hayatı boyunca çok zaman yeniliklere, tartışmaya ve ikna olmaya açık olduğunu gözlemledim. Ara sıra da olsa inatçılığı tutardı ama böyle zamanlarda dahi kabalaştığını görmek kolay değildi. Mimarlık onun için çok önemliydi, yaşam biçimini etkilerdi. Ancak sanırım mesleki hırsı mimarlığa olan tutkusunun gerisinde kalıyordu. Donanımlı ve iyi bir mimar, aynı zamanda iyi bir okurdu. Annemle birlikte oluşturdukları kocaman kütüphane bizim evin en önemli eşyalarından biriydi ve benim çok genç yaşta okuma zevkini edinmeme vesile olmuştu. Şiiri severdi babam. Kelime hazinesi hayli genişti, konuşurken yaptığımız dilbilgisi hatalarını düzeltir, özellikle eski kelimelerin etimolojik kökenlerini paylaşırdı.
***
1 Kasım 2023 günü, sabaha karşı kaybettik onu. Tıpkı kibarca sürdürdüğü seksen dokuz yıllık yaşamında olduğu gibi, bu dünyadan usulca ve zarafetle ayrıldı. Şimdi ofiste her gün defalarca önünden geçtiğim, her geçişte ona mutlaka dokunduğum, kimi zaman arkasından sırtını sıvazladığım bazen durup dururken yanaklarından öptüğüm, çokça da “aslanım benim” diyen sesini duyduğum masası artık boş. Eşyalarına daha dokunamadım bile. Bir yerlerden bu dediklerimi duyuyor mudur bilmem. Ama arkasından kurulan onca şahane cümleyi duymasını çok isterdim. Hani nasıl derler, olacaksa böyle olsun, ne mutlu ona, bu dünyaya bu denli güzel izler ve böyle hoş bir seda bıraktığı için ve ne mutlu bana, böyle bir babam olduğu için.
Evet, hiç kuşku yok ki o sadece bir baba değildi benim için. Dile kolay, otuz yılı aşkın bir süre birlikte çalıştık. Mimarlık mesleği için çok önemli bulduğum usta-çırak ilişkisinde annemle birlikte bana yıllar boyu eşi bulunmaz, bedeli ödenemez bir öncü, bir dost oldu. Önce seven, sonra gösteren, giderek paylaşan, zamanla yolumu açan ve en sonunda benimle sahiden gurur duyan bir usta. Ve arkasından iki cümle çıkıverdi ağzımdan:
“Ne çok şey öğrendim senden… Gittiğin yerde de etrafına hep ışık ol babam.”
İstanbul, Londra ve New York’ta ofisleri olan ve dünyanın farklı ülkelerinde projeler gerçekleştiren EAA’nın (Emre Arolat Architecture) kurucusu. Ağa Han gibi pek çok prestijli ödülün sahibi, aynı zamanda Yale, Delft ve Cooper Union gibi üniversitelerde eğitim ve konferanslar veren, Britanyalı Mimarlar Kraliyet Enstitüsü (RIBA) ve Amerikan Mimarlar Enstitüsü (AIA) onur üyesi mimar.