En çok İstanbul’a dönüş yolunu severmiş Ankara’nın Yahya Kemal. Ben gidişini de seviyorum bazen. Özellikle karayoluyla olursa. Biraz da niye gittiğime bağlı tabii. Sonuncusu karlı bir akşamüstüydü, şu illet salgından hemen önce olmalı. Keyfim pek yerinde. Hala çok seviyorum yalnız başıma araba kullanmayı. Bir nevi terapi. Gözün yolda, aklın oynaşta, durdurabilene aşkolsun. Rakım yükseldikçe kayganlaşıyor yol. Yol boyundaki köyler usta birer tasarımcının elinden çıkmışçasına yumuşacık, usulca yerleşmiş yamaçlara. Pelitçik, Buğralar, Kızık. Güneş parlak kırmızı bir halıya çevirmiş baraj gölünü. İnsanın canı sigara çekiyor bu kadının şarkılarında. Hala aklımda, bir de şöyle güzel bir kırmızı şarap içesim vardı otele vardığımda. Ama bu sefer uçakla gidiyorum. Sabahın köründe uyan, daha güneş bile doğmadan dökül yollara. Epeyce ayak sürüdüm halbuki. Şu pandemi biraz hafiflesin, ortalık biraz yatışsın falan. Ama yok. Hep çok acelesi oluyor bizim yatırımcıların. “Efendim ne olur ne olmaz, şimdi seçim falan olur, biz en azından projemizi yapalım bir an önce, alalım, koyalım kenara izinlerimizi. Sizi güzelce misafir edelim burada, bir yemeğimizi yiyin, beraberce gezelim bizim araziyi. Ankara’nın en güzel lokasyonu” diyor telefonun öbür ucundan Emirhan Bey. Hepsi böyle, anlaşılan hepsi de en güzel bu Ankara lokasyonlarının. Aylarca, yıllarca beklerler, sonra da bir acele ki sorma, sanki bir şey kaçacak… Hep bu proje bize dün lazımdı mavrası...
Medeni bir terminal ama...
Her seferinde ne olduğunu soracağım diyorum Ankaralı birine, sonra da unutuyorum. Yine bu kesif koku, çift maskeye rağmen daha uçak köprüsünde yakalanıyorum. Yahya Kemal’e yüreğimin bütün derinliğiyle hak veriyorum bugün. İçim sıkkın. Sanki yaşayacaklarımı önceden bilirmiş gibi, bitse de dönsem bir an önce havasındayım daha şimdiden. Her zamankinden daha da ıssız görünüyor havalimanı. Evet, eli yüzü düzgün, medeni bir terminal yapısı bu. Cömert galeriler, genel bir ferahlık hissi, fiziksel ve görsel akışkanlık, hepsi tamam da bu kadar büyük alanları metrekarelerce suyla kaplayıp sonra bu koca yeri haldır haldır soğutmaya çalışmak. Hem de karşıdan insanın gözünü kör edercesine gelen güneşte… Bir de şu yüzlerce kolonun taş kaplamaları yok mu? Çok Ankaralı bir çaba gibi görünüyor buradan bakınca. Değer miydi, değdi mi bilmem ki. Çok da düzgünler valla, jilet gibi bir işçilik. Nasıl didindik biz Dalaman’da bu kalitenin yarısını yakalatmak için oysa. İyi ki çıplak beton bırakmışız tavanları, kolonları falan. Yeni terminalin aynı zamanda enerji üretecek olan güneş kırıcı panelleri de üç yıldır takılamadı laf aramızda... Havalimanlarından merkeze doğru giden yollar çok şey söyler. Esenboğa’dan şehre yöneldiğinizde ön cepheleri terakota makyajlı ama arkaları derme çatma yapılara ya da Pursaklar’daki Bosna İşkembecisi’yle yanındaki düğün salonuna bakıp Ankara’nın son otuz yılda yaşadığı dönüşümün öncelikleri, arka planı ve temsil biçimleri hakkında hiç de yabana atılmayacak bir çıkarım yapabilirsiniz mesela. Ya da şu meşhur giriş kapılarına. Neye yaradıklarını hala anlayamadım bu tuhaf yapıların. Selçuklu ve Osmanlı mimarisinden motifler taşıdığını iddia ediyordu dönemin Belediye Başkanı. Öyle bir şey de göremiyorum. Tuhaflık bende belli ki. Açılış töreninde kurduğu ders niteliğindeki şu iki cümleyi hiç unutmadım başkanın: “Bugün bence Ankaramızın en önemli günlerinden birisi. Başkentimizin hafızalara kazınmış sembollerine bugün yeni beş adedini birden, bir arada hediye ediyoruz.”
Nerede o güzel binalar?
Şimdi düşünmeden edemiyor insan. Başkentimizin hafızalara kazınmış sembolleri derken tam olarak ne demek istemişti acaba? Tekrar zorluyorum zihnimi, tekrarlıyorum kelimeleri. Simge, hafıza, hediye. Ankara Havagazı Fabrikası mesela? Döneminin en fantastik endüstri tesislerinden ve kentin hafızasında gerçekten yer etmiş anıtsal yapılarından birisi değil miydi? Hadi geçtim Ruhr havzasındaki dönüşümü ya da Amsterdam Gaz Fabrikasını; Tate Modern daha yeni açıldı, Londra’da yer yerinden oynadı, onu da mı duymadınız? Havagazı fabrikası yenilenerek kente müthiş bir kültür merkezi hediye edilemez miydi? Peki genç Cumhuriyet mimarisinin önemli temsilcilerinden Su Süzgeci Binası’nı hatırlayan var mı? Ya da Atatürk Orman Çiftliğindeki Marmara Köşkü’nü? Çubuk Barajı kıyısında bir Göl Gazinosu vardı mesela. 30’ların son yarısında Fransız mimar Théodore Leveau tarafından tasarlanmıştı. Toplumdaki cinsiyet ayrımının ortadan kalkmaya başladığı yıllar, ülkenin pek çok yerinde gazinolar, yeni eğlence mekanları inşa ediliyor. Bu yapı da kuraklığı ile namdar başkentin baraj gölü kıyısında, itinayla tasarlanmış geniş bir parkın içinde, dönemin modernist akımının önemli temsilcilerinden birisiydi. Böyle bir yapıyı yıkmak için nasıl bir sembol tahayyülüne sahip olabilir ki bir yönetici? Yok, aklım almıyor. Peki ya o güzelim Etibank yapısı? Bir gece ansızın ortadan kaybolan İller Bankası, Kumrular Sitesi, Danıştay, TBMM Halkla İlişkiler Binaları? Bunlar Cumhuriyet mimarlığının simgesel yapıları değildi miydi? Madem kentin hafızasından, sembollerden söz ediyoruz, o zaman neden yıkıldı hepsi?

