Aydın... Öylesine bırakıvermiş gibi saçıyla sakalını. Oysa titizlikle tasarlanmış bu dağınıklık için her sabah saatler harcadığını bal gibi biliyorum. Zaten pek sıkıya gelemezdi, şimdi pandemi falan derken iyice su koyuverdi. Gerçi babasından kalanlarla yedi sülalesi geçinir gider, onun tembelliğinin tasası da niye bana düşer bilmem. Bütün gün oturuyor bu terasta. Efendim bu süreç ona çok iyi gelmiş. Biraz kendisiyle ilgilenme şansı bulmuş. Ne zaman uğrasam en az beş kitap duruyor bu havalı, uzun, ahşap masanın üstünde. Sıkılıyormuş beyefendi uzun süre aynısını okumaktan. Külahıma anlat sen bunu. Hiçbirini bitirmediğinden eminim. Kenarı kırmızı yazılı gözlüklerinin üzerinden karşı kıyıya doğru bakıyor kısık kısık. Çok önemli bir şey söylediğini düşündüğünde hep böyle yapar. “Rezil oldu kadim şehir. Şu hale bak anasını satayım, tam bir beton tarlası.” “Ne olacaktı ki?” diyorum. Daha doğrusu ağzımdan çıkıveriyor istemeden. Çıktığı anda da kızıyorum kendime. Hiç sevmiyorum artık onunla atışmayı. Hep aynı terane. Çok duyarlı ya bu arkadaşlar. Çok ilgililer ya her şeyle. Pek öyle derinlemesine bilgi sahibi olmasalar da olur, ama her konuda mutlaka bir fikirleri vardır. Hiçbir şeyi de beğenmezler. Hep bir sıkıntıları vardır. Yogalar, “well being” seansları, sağlıklı beslenme kursları, ama yine sürekli bir mide yanması, bir türlü kafayı toplayamama durumu, hiç bitmeyen bir şikâyet hali. O kötü, bu berbat, şu seviyesiz. Günde en az on tweet atar bizimki. Yerli yersiz, zehir zemberek hepsi… “Ne demek ne olacaktı?.. Güzel mi bu şimdi?” “Güzel mi dedim ben? Nereye sokacaksın bu kadar adamı, sokakta mı yatacaklar? Gelmesinler, gelmeselerdi efendim demek kolay. Sen doğduğunda bu şehrin nüfusu iki milyon bile değildi.” “Bırak yahu, az değilsin sen de.” “Ne demek o?” “Canım işte hep bir oldunuz, canına okudunuz ortalığın…” Dilimi ısırıyorum. Kim kiminle bir olmuş? Sen kiminle bir oldun acaba? Hayır, hayır! Tutacağım kendimi, cevap vermeyeceğim, bu konuşmayı daha fazla uzatmayacağım. Usandım bu adamın bu yarı öforik, yarı küstah hallerinden. Başka şeyler, iyi şeyler düşüneceğim… Ama olmuyor, duramıyorum işte ben de bazen. “Güzel oldu burada bu çıkıntı” diyorum. “Hangi çıkıntı?” “İşte bu, geçen hafta büyük bir titizlikle tamamladığın gecekondu cumbası” “Dalga geçme, bütün komşular yaptı, bir ben kalmıştım.” “Kolektif bir eylem diyorsun yani bu halta. Bari sen yapmasaydın.” “Yahu, ben hiç olmazsa onlar gibi plastik doğrama kullanmadım.” “Evet, tabii, çevreye karşı çok duyarlısın sen. Ama şu güzelim apartmanı maymuna çevirdiniz hep birlikte. Konuşmaya, sızlanmaya, tatavaya gelince üstüne yok. Yok efendim hafta sonları varoşlar buraya akıyormuş, kalabalıktan sokakta yürünmüyormuş, betonlaşma, çarpık kentleşme ve tabii şu öcü yüksek yapılar şehri katlediyormuş. Farkında mısın bilmem, İstanbul’un fiziksel gelişimi hakkındaki fikirlerin iktidarın güncel söylemleriyle bire bir örtüşüyor.” “Hadi canım, iyice saçmaladın!” “Bak, biraz olsun dinle beni. Bir an için olsun anlamaya çalış. Yatay mimarlık diyorum sana, iktidar diyorum. Bir şeyler anımsatıyor mu bunlar? Hayır efendim, aslında hiç saçmalamıyorum. Betonlaşmadan şikâyet ediyorsun. Beton olmayıp da ne olacaktı diyorum. Bu söylediğimi ciddiye al, aynı anda hem popülizmin hem de konformizmin dibisin diyorum. Çılgın kalabalığın nostaljik sığlıklarına, bilime, bilgiye dayanmayan, kerameti kendinden menkul fikirlerine kulak asma diyorum. Haberin olsun, insanlar dünyaya böyle umarsızca yayılıp, tarım arazileri vahşi doğayı bu hızla istila ve tahrip etmeyi sürdürürse dünyadaki canlıların tümü, sen, ben, hepimiz çok yakında yok olacağız diyorum. El alem artık tarımı bile düşeyde hallederken sen cahil cahil konuşuyorsun diyorum. Geniş anlamda, bilimsel gerçekliklerle örtüşen, hamasetle işi olmayan sürdürülebilirlik neymiş, biraz araştır diyorum. Bu herkes bahçeli evde yaşasın yaygarasına bari sen katılma diyorum. Tüm ekonomik ve sosyolojik stratejiler kentleri azmanlaştırıp kırsalı iyiden iyiye gebertecek şekilde sürerse bu hikâyenin sonu hiç iyi gelmeyecek diyorum. Anla artık, İstanbul koca bir metropol, ekonomik olarak da kültürel olarak da çeşitlilikten besleniyor, onu birbirine benzer insanların yaşadığı bir kasaba olarak tahayyül edemezsin diyorum. Nüfusu yirmi milyonlara merdiven dayamış ama hepsi hepsi iki ince yarımadadan oluşan bir kentin büyümesi öyle senin istediğin gibi geniş geniş, yayıla yayıla, günlük ulaşım mesafelerini, zaman da dahil olmak üzere her türlü kaynak tüketimini arttıra arttıra olmaz, olmamalı diyorum. Sorun olan kalabalığın kendisi ya da çeşitliliği değil, bu yoğunluğun nitelikli bir şekilde tasarlanmamış olması diyorum. Anlıyor musun?” İçimde gittikçe büyüyen pişmanlıkla kesiyorum konuşmayı. Hani susacaktım, hani uymayacaktım ben buna… “Tamam, tamam, ne çok kafa ütüledin” diyerek kalkıyor ayağa. Oturma odasının terasa açılan kapısından gözü gibi baktığı kırk sekiz yaşındaki Dual’in sesi geliyor. Biz birbirimizi yerken adeta sevişiyor trompetle Chat Baker… Annesi öldüğünden beri burada yaşıyor bizimki. Boğaz sırtlarında altmışlarda ve erken yetmişlerde yapılan bu apartmanlar, o yılların mimarlık dünyası adına pek çok ipucu verir. Bir defa neredeyse hepsi dönemin geç modernist çizgisini şaşırtıcı bir tutarlılık ve ondan daha da şaşırtıcı bir tasarım seviyesiyle yansıtır. Evet, yeterince sakindir, kendi sınırları içinde hayli niteliklidir ama öyle çevreymiş, dokuymuş, eleştirel bölgeselcilikmiş falan takmaz; Boğaziçi tektoniği, yalı morfolojisi gibi bağlamsal meselelerle hiçbir bağ kurmaz pek çoğu. Zürih gölüne bakan yamaçlarda da Paris’in göbeği Montparnasse’da da görürsünüz bunları. Dedim ya, onlardan hiç de aşağı kalmaz üstelik bizimkiler. İlkokul yıllarından beri tanışıyoruz. Annelerimiz arkadaştı. O zamanlarda da ukala dümbeleği bir tipti ama hiç olmazsa sessiz sakindi. Bugünkü küstahlığından eser yoktu. Babası kral adamdı. Son yıllarına kadar bizimle poker oynar, annesinden gizli puro ikram eder, bazen de bizi Kilyos’a, plajda top oynamaya ve denize girmeye götürürdü. Söylentiye göre devleti soyarak zengin olmuştu. O zamanlar hiç takılmıyorduk bu laflara. Lisenin ikinci yılında Almanya’da yaşayan teyzesinin yanına gönderdiler Aydın’ı. Yazdan yaza görüşür olduk o ara. Londra’da Finans okudu sonra. Bir de sanat tarihi dersleri almış o sırada. Keşke almasaydı, bari o konuda bu denli düdüklü nane olmasaydı diye düşünürüm yıllardır… Kadehinin yarısını boğazına boca ediyor bir dikişte. “İnanamıyorum sana, şehri getirdiğiniz şu hali bir yana bırak, benim terastaki masum kapatma eylemimle uğraş sen daha. Yatacak yeriniz yok hiçbirinizin oğlum!” Kalkıp gitmenin ve bu herifi öfkesiyle baş başa bırakmanın tam zamanıdır diye düşünüyorum. Hadi bana eyvallah de, çek kapıyı çık değil mi? Müzik de bitti zaten. Ama yok, işte yine dürtüveriyor içimdeki o inatçı şeytan. “Sen İstanbul’daki binaların kaçta kaçının yapım ruhsatı var biliyor musun?” “Ne bileyim!” “Her şeyi biliyorsun ya, at bir şey.” “Yarısı?” “İn, in, daha da in…” “Yok artık!” “Yarısının da yarısı beyim.” “Hadi canım, abartıyorsun…” “Hayır efendim, hiç abartmıyorum. Peki ne kadarının iskân ruhsatı var biliyor musun?” “O ne demek?” “Öğretmediler mi sana o parlak okullarda bunları? Yapı kullanma izni demek. Yapının inşaat ruhsatına ve eklerine uygun yapıldığını gösterir rapor demek. Senin var mı iskân belgen?” “Allah aşkına, akşam akşam beni mi buldun sen yahu?” “Az önce mangalda kül bırakmıyordun ama. Sorumlu vatandaşlık dersi ver, her fırsatta etrafa ayar çek sen. Gerine gerine oturuyorsun yıllardır bu binada. Üstelik önemli bir dönem yapısının terasında izinsiz tadilat yapıyorsun. Bahanen de hazır, herkes yaptı, ben de yaparım. Ha bu arada, yüzde on beş, bilemedin yirmiyi geçmez bu şehirde yapı kullanma izni olan binalar. Anlayacağın, bu toplumsal suç ortaklığının tam da merkezindesiniz bay endişeli modern!..” Artık iyiden iyiye kırışmaya başlamış yüzünün yarısını kaplayan sakallarını sıvazlıyor. Fiyakalı yakasız gömleğinin üst düğmesini ilikliyor yavaşça. Sanki bir şeyler söyleyecekmiş de beni kırmak istemediğinden susuyor ifadesini takınıyor yine. Yıllardır yapar bunu. Elinin biri çenesinde, kafasını iki yana sallaya sallaya gülümsüyor. Bu sefer tutuyorum kendimi. Ben de susuyorum. Derin derin susuyorum hem de. Onca yılın hatırı var. Yavaş yavaş denizin üstüne aksetmeye başlıyor karşı kıyının ışıkları. Yakınlardaki bir martının alışık olmayana hiç de cazip gelmeyen, ama deniz kenarında yaşayanların onsuz yapamadığı çığırtkanlığı bozuyor dakikalar süren sessizliği. Sonra birden, kaçarcasına kalkıyor hasır koltuğundan. “Koyuyorum sana da bir kadeh” diyor yüzüme bile bakmadan.
12.03.2021 06:00
Yatay mimari İstanbul'u kurtarır mı?
İstanbul koca bir metropol, kasaba değil. Sorun olan kalabalığın kendisi ya da çeşitliliği değil, bu yoğunluğun nitelikli bir şekilde tasarlanmamış olması. Nüfusu yirmi milyonlara dayanmış, hepsi hepsi iki ince yarımadadan oluşan İstanbul’un büyümesi geniş geniş kaynak tüketerek olmaz, olmamalı... Tüm ekonomik ve sosyolojik stratejiler kentleri azmanlaştırıp kırsalı iyiden iyiye yok ederse, bu hikâyenin sonu hiç iyi gelmeyecek. Ağa Han ödüllü Mimar Emre Arolat Oksijen için yazdı...