Merkez Bankası’nın küresel ve yerel faktörlerle giderek artan enflasyonist baskılara rağmen politika faizini beklenenden erken bir şekilde 23 Eylül tarihli Para Politikası Kurulu toplantısında indirmeye başlamasının finansal göstergeler üzerindeki olumsuz yansımalarını ibretle izlemekteyiz. TCMB, aslında indirim için hazırlıklara başladığını Eylül başından itibaren “manşet enflasyona değil çekirdek enflasyona bakın” iletişimini kullanarak ilan etmişti. Faiz indirimine gidildiğinde ise öne çıkan argümanı “ticari kredilerin öngörülenden fazla yavaşlaması” olmuştu.
Kredi faizleri yükseldi
Gelişmelere bakıldığında “atılan taşın ürkütülen kuşlara değmediği” söylenebiliyor. Zira ticari kredi ortalama faizi bankaların fonlama maliyetindeki 100 baz puan indirime rağmen yüzde 21 ile Eylül başındaki seviyelerinin hafif üzerinde seyrediyor. Üstelik bankalar bu fırsatı diğer önemli fonlama kanalları olan mevduat faizlerine yaklaşık 70 baz puan düşüş olarak yansıtmasına rağmen. Dolayısı ile, kredilerin seyri açısından daha önemli belirleyici olan kredi-mevduat faiz makası bu karar öncesine göre açılmış durumda. Buna ek olarak; kur, tahvil faizleri ve ülke risk primi göstergesinde belirgin olumsuz gelişmeler kaydedilirken, gelecek dönem enflasyon beklentilerinde son dönemin en yüksek sıçraması gözlendi. Dolar Eylül ayı başındaki 8.30 TL seviyesinden 9.30 TL’ye çıktı ve yüzde 12 arttı. Doların TL’ye karşı artışı yıl başından bu yana yüzde 24’e yaklaştı. Hazine 10 yıllık tahvilinin faizi de Eylül başındaki yüzde 16.5 düzeyinden yüzde 20’ye fırladı ki, bu vadedeki faizi 20’nin üzerinde son gördüğümüz tarih bundan üç yıl öncesiydi. Ülke risk primi göstergesi olan CDS oranları da Eylül başındaki 360 düzeyinden 450’ye kadar yükseldi. Bu ise bizi dünyada en yüksek risk primi olan ülkeler arasına taşırken, tahvillerin geri ödenmeme riskine verilen oran yüzde 7.5 olarak hesaplanıyor. Elbette bütün bunlara yol açan tek başına 100 baz puanlık indirim değildi. TCMB’nin kurumsal sağlamlığını son yıllarda sarsan tepe yönetimi değişikliklerine, son dönemde kararlara muhalefet etmeye başladıkları konuşulan PPK üyelerinin görevden alınmasının eklenmesi ve Beştepe nezdinde güven tazeleme sonrası faiz indirimlerine devam edileceği beklentisinin güçlenmesi, risk primini yükselten unsurlar arasında başı çekti. Uzun yıllardır enflasyona oranla büyümeye öncelik veren ana politikanın bir yansıması olarak karar alıcıların yola çıkış noktası para politikasını gevşeterek büyüme eğilimine destek vermek olsa da, gelişmelerin tam tersi yönde sonuç vereceğini şimdiden söylemek bizler için zor değil. Zira tek başına para politikasının ekonomik aktivite ve krediler açısından etkisi kısmi. İktisat yazınında son yıllarda öne çıkan ve para politikası duruşunu da kapsayan daha bütüncül bir gösterge olan finansal koşulların seyri büyük olasılıkla sıkılaşmaya işaret ederek iç talepte yavaş yavaş gözlenmeye başlanan durgunluğun daha da belirginleşmesini getirebilir. Tahvil getiri eğrisinin uzun vadeli faizlerin kısa vadeli faizlerin üzerinde olduğu bir görünüme bürünmesi, para politikasının aşırı gevşek olarak algılandığını yansıtırken, döviz kuru oynaklığının artması, swap faizleri ve risk primindeki yükseliş, kredi-mevduat faiz makasının genişlemesi finansal koşulların önceki döneme göre sıkılaşarak ekonomik aktivite ve krediler açısından destekleyici değil köstekleyici olacağını düşündürüyor. TCMB frene bassa bile...
Bütün bu değerlendirmeleri 21 Ekim Perşembe günkü PPK toplantısı öncesi yani alınan kararı bilmeden yaptığımı da belirtmeliyim. Yukarıda saydığım gelişmeler, düşük bir olasılık gibi görünse de, TCMB’nin frene basmasını da getirebilir. Ancak piyasalar genel olarak Banka etrafında dönen gelişmeleri faiz indirimlerine “her ne pahasına olursa olsun” devam edilecek şeklinde okumakta. Hatta TCMB’deki görevden almalar öncesi anketlerde 50 baz puana yavaşlayacağı düşünülen indirimin 100 baz puan olarak gerçekleşebileceğini düşünenlerin sayısı artmış durumdaydı. Olası kararın “sürpriz” niteliği (faiz indirimine gidilmemesi gibi) ağır basarsa kurlarda belirgin dalgalanmanın bu kez TL lehine olabileceği uyarısını da yapmak gerekirken, Banka’nın ana yönelimini değiştirmeyeceği ve sadece geciktireceğini dikkate alarak zaman içinde bu etkinin azalacağı da söylenebilir. Kısacası, biz enflasyonu kalıcı olarak yüzde 10’un altına indiremedikçe kurların her yıl en az bir basamak yukarı atması (9, 10, 11 gibi) kimse için sürpriz olmamalı. Enflasyon beklentileri kontrolden çıkarsa ne olur?
Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Ekonomik Görünüm Raporu’nun son sayısında toparlanmanın pandemi nedeniyle aksadığı ve ivme kaybettiğine dikkat çekildi. Raporda, genel olarak büyümeye yönelik risklerin aşağı yönlü olduğu belirtilerek, enflasyon risklerinin ise yukarı yönlü olduğu kaydedildi. Raporun en dikkat çekici analizi ise, küresel enflasyon senaryolarıydı. Baz senaryosunda enflasyonun yakın vadede gelişmiş ülkelerde yüzde 4.4 ve gelişmekte olan ülkelerde (EM) yüzde 8.4 ortalama ile zirvesini görerek geri çekilme eğilimine gireceğini öngören IMF, enflasyon beklentilerinin çapalanamadığı duruma ilişkin aşırı uçtaki senaryosunda ise enflasyonu aynı sıra ile medyan beklenti olarak yüzde 12 ve yüzde 25 civarında öngördü. 1970’lerdeki petrol krizinden sonra gelişmiş ülkelerde enflasyonun kontrol altında gitmesinin en büyük dayanağı enflasyon beklentilerinin yönetilebilmesi ile bazı fiyat gruplarından gelen dönemsel fiyat baskılarının gelecek döneme taşınmasının önlenebilmesi olmuştu. Kalkınmanın ana eksenleri: İnsan, bilim ve kurumlar
TÜSİAD geride bıraktığımız hafta “Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa: İnsan, Bilim, Kurumlar” adlı çok önemli bir raporu kamuoyuyla paylaştı. Son dönemde TCMB örneğinde olduğu gibi sıkıntısını çektiğimiz kurumların güçlendirilmesi konusunda yer verilen aşağıdaki üç öneriyi herkesin ve her kesimin benimsemesi gerektiğini düşünüyorum: 1- Hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığının sağlanması çerçevesinde devletin tüm işlemlerinde hukukla bağlı olması ve etkin hak arama özgürlüğünün güvence altında olması 2- Çoğulcu ve katılımcı demokrasinin güçlendirilmesi; bütün vatandaşlar için tüm hak ve özgürlük alanlarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi standartlarında geliştirilmesi, siyasette ötekileştirme, ayrımcılık ve nefret söylemleri ile mücadele edilmesi, 3- Kuvvetler ayrılığını güçlendirmek için denge ve denetleme mekanizmalarıyla yargısal denetimin güçlendirilmesi, şeffaf, hesap verebilir, daha az merkeziyetçi ve etkin bir kamu yönetimi anlayışının yerleşik hale getirilmesi Raporda altının belirgin çizildiği üzere, günümüzde refahın asır belirleyicisi ne yer altı kaynakları ne fiziksel sermaye ne de ucuz emeğe dayalı üretimdir. Yer altı kaynaklarıyla zenginleşmiş ülkeler bulunmakla birlikte gelişmiş ülke olmak için bu yeterli değildir. Toplumların refahının en önemli belirleyicileri maddi olmayan kaynaklardır. Gelişmiş ülkelerde kalkınmanın olmazsa olmaz üç temel unsuru: • İNSANİ GELİŞME VE YETKİNLEŞME • BİLİM, TEKNOLOJİ VE İNOVASYON • SİYASAL, EKONOMİK, TOPLUMSAL KURUMLAR VE KURALLAR Bu çalışmada yer verilen 105 ülkeyi kapsayan ekonometrik analiz şunu gösteriyor; İnsani gelişim bilim teknoloji ve kurumlarda kendimizi OECD ortalamasına çıkarmak için gerekli adımları atabilirsek 20 yıl içinde kişi başı milli gelirimizi 30 bin dolara yükseltebiliriz.