Sessiz sedasız bir dayanışma sürüyor İstanbul’da. Bunu ortak yayınlarda göremezsiniz, bunu şirket isimleriyle yapılan yardım ilanlarında da göremezsiniz. Bunu AFAD’ın ya da bilmem hangi derneğin yetkilisinin çıkıp yaptığı açıklamalarda hiç göremezsiniz. Bu başka bir insanlık ve İstanbul’un en yoksul bölgelerinde yeşeriyor, depremzedeleri mütevazı ama sımsıcak sarmalıyor. Kıt kanaat geçinen de hali vakti biraz yerinde olan da elinden geleni değil, elinden gelemeyeni oldurup yapıyor.
Yardımın adabını yazıyorlar...
Esenyurt’ta, Avcılar’da, Fatih’te, Şişli’de, hiç tanımadıkları depremzede ailelerle yoksul evlerini paylaşanları buldum. Konuşmak istedim, önce tereddüt ettiler, sonra kabul eder gibi oldular, sanıyorum en sonunda bir vicdan muhasebesi yapıp, “Kusura bakmayın, ne olur gelmeyin. Bu yardımların bilinmesini istemiyoruz. Bize yakışmaz” dediler. Onlara saygım sonsuz ama birilerinin de konuşması lazım ki, iyilik nasıl yapılır, ahlaklı olmak nedir, bir öğrenelim ve öğretelim!
İkna etmek çok zordu insanları, bu sebeple... O yüzden tanıdıklarım vasıtasıyla Esenyurt’ta güvenilen, halkın sevdiği insanlar aracı oldu. Esenyurt Alternatif Kültür Sanat Derneği ve Kent Konseyi’nden Ali Yıldırım, Yusuf Ulu ve Yasemin Dündar... Tüm ailelere, tiyatro eğitmeni ve oyuncu Yasemin Hanım’la birlikte ulaştık. Hem yardım yapanlara hem depremzedelere...
“Enkazdan ölüleri 11 gün sonra çıkarabildiler”
İlk adresimiz Beylikdüzü’ne bağlı Yakuplu Köyü... Geçimini evlere temizliğe giderek sağlayan ve 20 yaşındaki işsiz oğluyla birlikte yaşayan Serpil Yeninar, tam 26 yakınını kaybetmiş depremde. O Kahramanmaraş’tan 22 yıl önce gelmiş İstanbul’a ama bütün ailesi Maraş’taymış. Annesi, üç kardeşi, onların çocukları, hepsi... Depremin olduğu gece 78 yaşındaki annesi hastanede yatıyormuş. Hastane yıkılmamış. Ama kız kardeşi, eniştesi, 13 yaşındaki yeğeni ve kız kardeşinin baktığı amcasının zihinsel engelli oğlu enkaz altında kalmışlar. Cansız bedenleri tam 11 gün sonra çıkarılabilmiş enkaz altından!
İşte o acılı evin kapısını çalıyoruz. Serpil Hanım açıyor kapıyı, içeri buyur ediyor. Depremden kurtulan, Parkinson, şeker ve astım hastası annesinin olduğu odaya geçiyoruz doğrudan.
“Ben öleydim, yavrularım ölmeyeydi!”
“Deprem sırasında neler yaşadınız Makbule teyze?” diye soruyorum. Anlatıyor, kesik kesik, ağlayarak, ağıtlar yaka yaka: “Maraş’ta deprem hep olurdu da yavrum, yer giderdi gelirdi, sonra biterdi. Bu şar şar şar salladı, yıktı hepimizi! Hastanede duvarlar çatladı çatladı, hep üstümüze döküldü. ‘Allah, Allah’ dedik, başka bir şey demedik. Sonra dört kişi beni alıp dışarı çıkardı, oturttular bir sandalyeye... Böyle kurtuldum işte. Ben yaşadım, yavrularım öldü. Ben öleydim, yavrularım, Gültenim, Ökkeşim ölmeyeydi! Allahım neden beni almadı?”
“Maraş ancak on senede toparlanır”
Makbule teyzenin, göz yaşları hiç dinmiyor. Ağlaya ağlaya devam ediyor anlatmaya: “Ah kızım, evler barklar gitti, çalışacak iş kalmadı, ‘Maraş ancak on senede toparlanır’ diyorlar. Hep çürük yapmışlar evleri!.. Artık ben dönemem Maraş’a... Bu hasta halimle nasıl gideyim? Bir daha göremem memleketimi...” Sonra bana mı soruyor, kendi kendine mi soruyor belli değil, ama soruyor: “Allah razı olsun Tayyip Hükümeti’nden, ‘Bir yıl içinde yapacağız evleri’ diyor ama yapabilir mi?”
Bizi dinleyen bir ziyaretçi hanım, “Peki ama teyzeciğim on binlerce insan enkaz altında öldü. Bu hükümetin hiç suçu yok mu?” diye soruyor. Önce susuyor, belli ki buna cevap vermek istemiyor. “Allah İstanbullu yardımseverlerden razı olsun” deyip, odadaki yepyeni portatif tuvaleti gösteriyor. Makbule teyze yatağa mahkum olduğu için birileri alıp getirmiş bu tuvaleti. O devam ediyor, “Hiç tanımadığım insanlar yardımımıza koştu, acımızı paylaştı. Ben hiç böyle düşünmezdim İstanbul’u, ne çok iyi insan varmış!” diyor.
Melis’in yüzündeki acı insanı sarsıyor
Biz konuşurken, odaya Makbule teyzenin torunu Melis ve onun oğlu, dört yaşındaki Yiğitcan geliyor. Her ikisi de yara almadan kurtulmuşlar depremden... 23 yaşındaki Melis’in yüzündeki acı insanı sarsıyor. “Ne olur benim fotoğrafımı çekmeyin” diye başlıyor söze. “Deprem anında siz neredeydiniz? Neler yaşadınız?” diye soruyorum. Yiğitcan cevaplıyor: “Ben evde çok korktum ama çadırda hiç korkmadım... Burada deprem olursa görürsün sen! Çok kötü...” Daha çocuk tabii, oyununa dönüyor sonra. Annesi alıyor sözü, “Uçakta gelirken çok korktu. Her sallantıda ‘Anne deprem oluyor, inelim!’ deyip ağladı. O gece de yatıyorduk, önce korkunç bir ses, ardından bir gümbürtü geldi. Kıyamet kopuyor sandım. Her yer sallanıyordu. O şokla oğlumun yattığı yeri şaşırdım. Sonra onu tuttuğum gibi iki yatak arasındaki boşluğa attım. Daha ev sallanıyorken, annemi aradım cep telefonuyla. Evleri sekiz katlıydı ve giriş katında oturuyorlardı. Annemi aradım açmadı, babamı aradım açmadı, kardeşimi aradım açmadı! Komşularımızı aradım, onlar da açmadı... Hepsi enkaz altında kalmışlar! O binadan tam 38 ölü çıkarttılar!” diyor.
Uzun bir sessizlik oluyor. Ağlayamıyor artık Melis, ağlamaktan göz pınarları kurumuş. Eve gelen ziyaretçiler ağlıyor bu kez.
Peki onlar nasıl kurtulmuş? Müstakil evleri sayesinde... “Ben kayınvalidem ve kayınpederimle oturuyorum. Evimiz iki katlı... Depremde hasar gördü, içeri giremiyoruz ama çok şükür yıkılmadı. Annemlerim oturduğu apartmanı, o çöken site var ya, Ebrar Sitesi’nin müteahhidi yapmıştı... Kapıcıları, ‘Zeminden sürekli su çıkıyor’ der dururdu. Meğer dere yatağının üzerine yapılmış apartman. Maalesef kapıcı, eşi ve iki küçük çocuğu da bu depremde öldüler. Çocuklarının üzerine kapanmışlar korumak için ama...” diyor, devamını getiremiyor. Ne çok acı var...
“AFAD girmedi enkaz tehlikeli diye ama azeriler girdi”
Bir süre sonra ben “Enkaz kurtarma çalışmalarına kim katıldı?” diye sorunca yüzü kararıyor. Anlattıklarını hiç unutmayacağım: “Apartman sekiz katlıydı. Sadece ilk üç katı çökmüştü. Diğer beş kat yıkılmamış şekilde duruyordu. İkinci gün AFAD’cılar geldiler, ‘Biz bu enkaza giremeyiz, çok tehlikeli’ dediler. Sonra Azerbaycan’dan bir kurtarma ekibi ve bizim madenciler geldi.
Her iki ekip de ‘Biz tünel açar, gireriz. Siz umudunuzu kaybetmeyin’ dediler. Çöktü çökecek o binanın altına girdiler! Depremin dokuzuncu günü enkazdan iki kardeşi, 17 yaşındaki Muhammed Enes ile 21 yaşındaki Abdülbaki Yeninar’ı kurtardılar. Gece gündüz çalıştılar ama olmadı. Öğrendim ki, annem, babam, kardeşim ve kapıya doğru koşup kaçmak isteyenlerin hepsi ölmüş. Yatak odasından çıkmayıp, bir boşluğa sığınanların bazıları ise kurtulmuş.”
“Annemin de, babamın da yüzleri yoktu!”
Tam 11 gün enkazın başında beklemişler. Bir umut!.. Ve sonra cansız bedenler enkazdan çıkarılmaya başlanmış. Ve tabii yakınları da hayatlarının en zor anlarını yaşamış. Melis’in annesinin yeni aldığı, kullanmaya kıyamadığı kanepe örtüleri perde olmuş cansız bedenleri enkazdan çıkartılırken!.. Dayıları teşhis edememiş ne annesini ne babasını. “Ben istemedim, hiç istemedim onları öyle görmek. Ama savcı bakmanız lazım dedi. Mecbur kaldım... Bu anlatılacak gibi değil. Nasıl anlatayım? Öyle bir ezilmişlerdi ki, yüzleri yoktu! Bana annemin kulaklarındaki altın küpeleri, parmağındaki yüzüğü teslim ettiler. Beton öyle bir işlemiş ki içlerine, günlerdir sıcak suyun içinde tutuyorum, çözülmüyor” diyor. Sonra kendini teselli etmek için galiba, “Yine bizimkiler tek parça çıktılar. Yan komşu çok kiloluydu, onu parça parça çıkartabildiler” deyip, öyle bakıyor boşluğa...
“Babam emeklilik hayalleriyle birlikte gitti”
Bu kabusu dağıtmak için güzel günlere dönmek istiyor. Cep telefonunu çıkarıyor, annesinin, babasının, kardeşinin, zihinsel engelli Remzi amcasının fotoğraflarını gösteriyor. Anılara dönüyor: “Babamlar önceden Kanlıdere’de müstakil bir evde oturuyorlardı. Ev sobalıydı, kaloriferli bir eve taşınmak istediler. Babam kredi çekti bu evi almak için. Belediyede çalışıyordu, kaynak ustasıydı. O krediyi ödemek için her şeyden kısmışlardı. Babam da, annem de çok özendiler yeni evlerine. Mezarlarını hazırlamışlar meğer! Babamın hayalleri vardı, 47 yaşındaydı. EYT’den emekli olacaktı. Çok mutluydu, ‘On yaşından beri çalışıyorum. Artık çalışmayacağım’ diyordu. Çok yoksulluk çekmiş, on yaşında sanayide tornacının yanında çalışmaya başlamış babam. Sonunda dinlenecekti... Annemin de varı yoğu kardeşim Ökkeş’ti. Yedinci sınıfa gidiyordu. O da babam gibi ustalık isteyen işlerde çok yetenekliydi. Meslek lisesine gitmek istiyordu.”
“Geçen ağustosta iftaiyeye hep ölü torbası yığdılar”
Bu anılarla teselli olacaktık değil mi? Tabii ki olmuyor!.. Melis Hanım artık iki gözü iki çeşme... Teyzesi Serpil Hanım alıyor sözü bu kez: “Ökkeş o kadar iyi bir çocuktu ki, annesine babasına destek olmak için, hurda toplar satardı. Hele canım kız kardeşim... Amcamın oğlu zihinsel engelliydi, tam 15 yıldır ona bakıyordu. O sahiplenmişti Remzi’yi. Hastalığından beri annemize de o bakıyordu... Sürekli telefonlaşırdık Gülten’le... Maraş, geçen Ağustos’ta günlerce sallanmıştı” diyor. Sonra cep telefonunu açıp kız kardeşiyle birbirlerine gönderdikleri mesajları gösteriyor. “Bakın Gülten’in mesajına, ‘Beşik gibi sallanıyor Maraş. ‘Büyük deprem geliyor’ diyorlar. İtfaiyeye bir sürü ölü torbası geldi. Ölürsem hakkını helal et!” diye yazmış, arkasından da gülen yüzler göndermiş! Ben de, ‘Sus be salak! Olmaz inşallah’ demişim. İçini rahatlatmak istemiştim...”
“Meğer kar değil, kefen yağıyormuş!”
Melis giriyor söze tekrar... “O zaman bizim evimiz daha güvenli diye, anneannem, annem, babam, kardeşim, Remzi amcam hep birlikte bize geldiler. Ne olur ne olmaz diye yine de evde kalmadık. Döşekleri dışarı attık, bir hafta bahçede yattık. Hava da sıcaktı zaten. Her gün en az on kere sallanıyorduk. Sonra birden bire geri durdu deprem. Bazı üniversite hocaları, ‘Bu bölgede 509 yıllık bir sessizlik var. Büyük deprem geliyor’ diye uyarmıştı, bazıları ise ‘Korkmayın fay enerjisini boşaltıyor, iyidir’ dediler. Meğer daha büyüğüne hazırlanıyormuş işte! Ben çok korkardım depremden, annem beni sakinleştirirdi, ‘Bak seninki müstakil ev, bir çatının altı. Biz ne yapalım, üstümüzde sekiz kat var’ derdi. Çok konuşurduk böyle” diyor. Sonra aklına kardeşi geliyor, “O da çok korkardı depremden. ‘Abla, ya deprem olursa ne yaparız?’ diye sorup dururdu. ‘Korkma bir şey olmaz’ derdim ben de. O gün kardeşim, kar yağıyor diye çok sevinmişti. Meğerse kefen yağıyormuş!” diyor.
Üç tahtanın üzerinde üç rakam mezar taşı niyetine
Melis, İstanbul’a depremin 13’üncü günü gelmiş. Biz konuştuğumuzda 16’ıncı gündü. O geri dönmek istiyordu. Neden mi? Önce annesinin ona attığı son mesajı gösteriyor bana, ‘Anneannen yarın hastaneden çıkacak. Gel de beraber odasını, yatağını hazırlayalım’ diyor, Melis de ‘Tamam anne, ölmezsem gelirim’ diye cevap yazmış... Makbule Teyze o geceyi de hastanede geçirdiği için bugün hayatta, kızı ve ailesi ise artık yok. Sonra bir fotoğraf gösteriyor cep telefonundan Melis. Tahtadan üç mezar taşı mı demeli, ne demeli bilemedim... Üzerlerinde 4800 Ökkeş Koyuncu, 4830 Gülten Koyuncu, 4832 Serdar Koyuncu yazıyor. Kardeşi, annesi ve babası. Remzi Koyuncu enkazdan dokuzuncu gün çıkarılıp defnedilmiş. Onun yerini ve numarasını bilmiyor henüz Melis... Ve azap içinde anlatıyor: “Duramıyorum buralarda... Her gün gidip onları ziyaret etmek, başlarında hep dua etmek istiyorum. Zaten bundan sonra başka ne yapabilirim ki?”
“Bizi kurtarın, bize su verin diye diye öldü insanlar”
Haklı, artık yapılabilecek bir şey yok. Peki ama çok daha fazla can kurtarılamaz mıydı? O ilk iki gün kaybedilmeseydi eğer... Melis’e bunu soruyorum. Cevabı, “Bize iki gün yardım gelmedi ama sonra sağ olsunlar ekipler yemediler, içmediler bize verdiler. Millet birbirini yiyordu kefen yok diye ama mezarlığa bir gittik, yığdıkları kefenin haddi hesabı yok. Sırf devleti düşürmek amacıyla bunu söylediler. İlk iki gün çok sıkıntı çekilmişti, yollar yıkılmıştı çünkü, kar-kış vardı” diyor... Ziyarete gelen hanımlardan biri “Ama 11 gün geçmesine rağmen gidilemeyen enkazlar vardı” diyor. Bunun üzerine o da, “Biz 26 akrabamızı kaybettik depremde. Yakınlarımız anlatıyor, enkazın altında ‘Bizi kurtarın, bize su verin’ diye yardım isteye isteye dördüncü gün ölmüşler. Çok büyük bir acı bu... Ne diyeyim?” diyor ve susuyor tekrar.
Böyle acı dolu küçücük evden ayrılıyoruz. Diyeceğimiz çok bir şey de yok ki... Çaresizliği kemiklerimizde hissediyoruz. Bildik teselli sözlerini sıralıyoruz, onlar da ne desin işte, boyunlarını büküyorlar. Vedalaşıyoruz.
“Keşke, 100 aileyi daha misafir edebilsek...”
Depremin ikinci günü, WhatsApp’tan bir paylaşım yapmışlar: “Biz Mehmet Kamış’ın çocukları olarak elimizde kullanıma hazır olarak bulunan üç tane sıfır dairemizi bir yıl süreyle, elektrik, doğalgaz, su faturaları tarafımızdan ödenecek şekilde depremzedelere açıyoruz. Depremde mağdur olan üç aileyi misafir edeceğiz. Ayrıca bu ailelerden üç kişiye de iş imkanı sağlayacağız. İmza: Çetin Kamış, Metin Kamış, Müslüm Kamış...” İsimlerin yanlarında da cep telefonları.
Bu mesajı telefon rehberlerindeki numaralara göndermişler. Ve kısa sürede depremzedelere ulaşmışlar. Şu anda tam altı aile, işte bu üç dairede kalıyor. Bu üç kardeşe ulaşmam çok zor olmuyor ama onları konuşmaya ikna etmem neredeyse bir haftamı alıyor. Yine aynı sebeple... “Bizim ismimizin, cismimizin hiç önemi yok. Biz yaptığımız yardımı anlatmak derdinde değiliz” diyor Çetin Kamış. Ağabeyi Tekin Bey, “Biz bunu yaparken, ‘Aman insanlar bunu bilsin’ diye yapmadık. Ama aile çevremizden insanlar bunu paylaşınca, sosyal medyada bir anda viral oldu. Şimdi Maraş’tan beş, Adıyaman’dan bir aileyi misafir ediyoruz. Bizim ailemiz biraz daha büyüdü. Biz bu mantıkla bakıyoruz. Keşke olanaklarımız çok daha fazla olsa da 100 aileyi misafir edebilsek. Evimizin odalarını bile açsak bu insanlara, bu büyük acı karşısında hiçbir şey yapmış sayılmayız” diye ekliyor.
“Bu milletin tümü doğusuyla batısıyla dayanışma içinde”
Bundan sonra anlattıklarına gelince... Tekin Bey’in bu sözleri tam bir insanlık dersi: “85 milyonun acısı, bizim de acımızdır. Emin olun ki, ateş sadece düştüğü yeri yakmadı. Hepimizi yaktı. Ben on gün boyunca su bile içemedim. Televizyonun karşısından kalkamadım. Çaresizlik ve acı içinde... Bu bir doğal afet ve bizim milletimiz, siyasiler bizi ne kadar ayrıştırmaya çalışırsa çalışsın, doğusuyla batısıyla hep birlikte dayanışma içinde. Bu 85 milyon içinde kimsenin kimseyle bir sorunu yok. Ben buna inanıyorum. Depremde de bunu gördük zaten...”
“Depremzede aileler için elimizden geleni yapacağız”
Bu sohbeti Esenyurt’ta yapıyoruz. Hayırsever bu üç kardeş hem hayvancılıkla uğraşıyor hem de üç marketleri var, Mert Et-Tavuk... Tekin Bey’in bıraktığı yerden sözü kardeşi Çetin Bey alıyor: “Babamız Hacı Mehmet Kamış’ı, Covid’den kaybettik. Erzurum Karayazı’da 15 yıl muhtarlık yapmıştı, çok hayırsever bir insandı. Vefatından sonra, hiç tanımadığımız insanlar bizi arayıp, ‘Ben yetimlerimi babanız sayesinde büyüttüm’ dedi. Biz zaten bir arayış içindeydik, babamızın adına ne hayır yapabiliriz diye. Bu deprem olur olmaz, ilk iş battaniye, gıda, çocuk maması ve çocuk bezi yolladık bölgeye ama bu yeter mi? On binlerce insan evsiz kaldı. ‘Onların hayatlarını nasıl normalleştirebiliriz?’ diye düşünmeye başladık. Ve evlerimizi kiraya vereceğimize, depremzedelere açalım dedik. Babam da sağ olsaydı bunu yapardı. Bize ulaşan depremzedelere, nereli olduklarını asla sormadık. Biz de İstanbul’a 2007’de göç ettik. İnsanın memleketini terk etmesinin ne olduğunu çok iyi biliriz. O sebeple, biz üç kardeş, bir yıl süreyle evlerimizi açtık ama sonrasında da duruma bakacağız ve elimizden geleni yapacağız onlar için.”
Bu güzel insanlar konuştukça içime bir umut doğuyor. Öyle içten ve mütevazı anlatıyorlar ki, bu değerleri nasıl unutmuş olduğumuzu aklım almıyor. Bu yıkıntılar arasında işte böyle bir iyilik yeşeriyor... Ayaküstü yaptığımız sohbet bitiyor, utana sıkıla, o dairelere yerleşen ailelerden biriyle görüşmek istediğimi söylüyorum. Önce bir bakışıyorlar, olur mu gibisinden. “Bir sorsanız siz. Kararı onlar versin” diyorum. Kırmıyor ve arıyorlar. Sağ olsunlar, aileler de kabul ediyor.
“Bir anda gürültü koptu, duvarlar yarılmaya başladı”
Kahramanmaraş Pazarcık’ta evleri hasar gören ve depremin üçüncü günü İstanbul’a gelen büyük bir aileyi ziyarete gidiyoruz. Biri kadın, iki kardeş, onların eşleri, çocukları, torunları tam 12 kişi Mehmet Kamış Apartmanı’nın zemin katında bizi konuk ediyor. Kapıyı 47 yaşındaki Fatma Durur açıyor. İçeride 16 yaşındaki kızı Sudenaz, ağabeyinin 31 yaşındaki kızı Fatma Geliç ve onun üç küçük çocuğu var. Üç yaşındaki Gürsel Ayaz ve beş buçuk yaşındaki Elif Naz uyuyor, beş buçuk aylık olan Buse ise annesinin kucağında ağlıyor. Meğerse kalça çıkığı varmış, korse takılmış, canı yanıyor. Ailenin diğer üyeleri yakındaki akrabalarını ziyarete gitmiş.
“Depreme nasıl yakalandınız?” diye soruyorum. “Biz dördüncü katta oturuyorduk. Bir anda bir gürültü koptu, içeride bir aydınlanma oldu. Duvarlardaki çatlamaları, yarılmaları gördüm. Eşimle kızımızı alıp, zar zor dışarı attık kendimizi. İkinci kattaki merdiven biraz çökmüştü, ben yuvarlanarak indim aşağıya. Bir de baktık ki, o bir dakikanın içinde etrafımızdaki bütün binalar ve hemen arkamızdaki üç katlı ilkokul yerle bir olmuş. Ondan sonra da bir daha evimize girmedik” diye anlatıyor Fatma Durur.
“Süsleyip püsleyip açtıkları ilkokul yerle bir oldu”
Sözü kızı Sudenaz alıyor. “Cengiz Topel İlkokulu zaten hasarlıymış ama süsleyip püsleyip ‘hasarlı değil’ yapmışlar! Okulun hali buydu da ya evler? Depremden hemen sonra bir çocuğun ‘Anne, anne!’ diye bağırışını hiç unutmuyorum!” diyor. Tekrar sözü annesi alıyor, “Daha okula doğal gazı yeni çekmişlerdi. Okul açılalı bir ay bile olmadı. Meğer çürük raporu varmış, yeni öğrendik. Ya gündüz öğrenciler içindeyken deprem olsaydı?” “Ama zaten o çocuklar da yataklarında hayatlarını kaybettiler” deyince ben, başını sallıyor. Yüzünde tarifsiz bir acı, anlatmaya devam ediyor felaketi: “O yıkıntıları bir görseniz! Nasıl olup da sağ çıktığımızı hiç anlamadım. ‘Allahım biz nasıl kurtulduk’ deyip deyip ağladım. Bizim sağımız solumuz her yanımız hep enkaz altında kaldı. Pazarcık’ta binlerce insan öldü. Kardeşimin görümcesi, eşi ve çocuğu, ağabeyimin baldızı ve tüm ailesi... Hele yakınımızdaki Nacar Köyü’nde tek bir kişi bile sağ çıkmadı.”
Yeğeni Fatma Geliç alıyor sözü bu kez: “Bizim evimizi yedinci katta. Ama eşim uzman çavuş ve Diyarbakır’da görevliydi deprem sırasında. Ben de bu yüzden, üç çocuğumu almış babamlarda kalıyordum. Evleri giriş katında... Yatak öyle bir sallanmaya başladı ki, ne olduğumu şaşırdım. Annem ve babamla çocukları kaptığımız gibi sokağa fırladık. Dışarıda kar, kış, kıyamet... Saatler sonra, mecburen eve girip, kızımın biberonunu ve battaniyesini aldım. Ev hasarlı, eşyalar kullanılacak gibi değil. Ama çok şükür ki çocuklarım hayatta...”
Fatma Hanım şimdi kara kara üç küçük çocuğunun geleceklerini düşünüyor. Bir yandan da aklı hala göremediği asker eşinde...
Bu sırada sözü yine halası Fatma Hanım alıyor: “Biz daha depremin üçüncü günü İstanbul’a geldik. Kız kardeşim Nesrin görmüş Tekin Bey’in mesajını... Ona da Esenyurt’tan tanıdığı bir arkadaşı göndermiş. Nesrin, ‘Çok küçük çocuk var. Ne yapacaksınız bu karakışta? Hava çok soğuk, çadır da yok, gelin İstanbul’a’ dedi. Zaten çocuklar da sürekli ağlıyordu. İçine sığınabileceğimiz arabamız da yoktu. İşte böyle geldik buraya... Binlerce şükür olsun ki, buraya yerleştik. Allah Tekin Bey’den ve kardeşlerinden bin kere razı olsun. Bize evlerini açtılar. O kadar çok şaşırdık, o kadar çok mahçup olduk ki... Ne kadar yardım geldi bize biliyor musunuz? Hiç tanımadığımız insanlardan!.. Gıda, çocuk bezi, çocuk maması, onu bırakın evde bir tane eşya yoktu, buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi geldi. Hepsi kullanılmamış, yepyeni... Hatta bulaşık makinesi iki tane geldi. Beşiğimizden perdelerimize kadar ne ihtiyaç varsa alıp getirdi insanlar... ‘Bunlar bize çok fazla’ dedik ve apartmandaki diğer iki daireye yerleşen depremzede ailelerle paylaştık. Ne kadar çok iyi insan varmış meğer. Bu kadarını gerçekten beklemiyordum. Herkes koştu geldi, herkes elini taşın altına koydu. Hiç tanımadığım insanlar sarılıp acımı paylaştı, benimle ağladı... Bu deprem bize insanlığı öğretti.”
“Acı içinde de olsa sıfırdan hayata başlayacağız”
Biz Fatma Hanım’la konuşurken, eşi Fatih Bey geliyor eve. O da Tekin Bey ve kardeşlerine minnettarlığını belirtiyor önce... Sonra anlatmaya başlıyor: “Müstakil evimiz vardı, yirmi yıl o evde oturduk. Ama sobalıydı. Rahat edelim diye kaloriferli bir eve çıktık. O rahatlık ancak altı ay sürdü. Artık Maraş’ta hayat bitti. Mal, mülk, eşya, hepsi gitti. Elde var sıfır, artık her şeye yeniden başlamak zorundayız. Tabii bundan da öte ölüp giden binlerce insanın acısı var! O acıyla yeniden bir yaşam kuracağız...”
“Deprem olacak deniyordu, peki niye hazırlık yoktu?”
“Dile kolay, 42 bin kişi öldü” diyorum. Şöyle bir bakıyor yüzüme, “Yok, çok daha fazla” diyor, dalıp gidiyor. Kendini toparladıktan sonra devam ediyor, biraz üzgün, biraz da kırgın: “Yardımlar ancak iki gün sonra geldi. Çok geç kalındı enkaz altındakileri kurtarmak için. Maraş ağustos ayı boyunca sallandı. Deprem üstüne deprem oldu. O dönemde bağ evimize gidip yattık. Hep ‘Büyük deprem olacak’ deniyordu. Peki bu biliniyordu da neden hazırlık yapılmamış? Neden çadır stoku yok?” Ben araya girip, “Ondan öncesi var, on binlerce bina yerle bir oldu. Binalar niye çürük yapılmış? Niye denetlenmemiş?” diye soruyorum. “Hep siyaset... Çok insanın vebalini aldılar. Ama bu Türk milleti akıllanmaz. Üç ay, beş ay sonra bu acıların hepsi unutulacak. 1999’da yaşamadık mı? Yine aynısı olacak” oluyor cevabı.
Fatih Bey, bir gün sonra Maraş’a dönecek. Belediyede çalışıyor ve işe çağırmışlar. Şimdi o enkazla bir kez daha yüzleşecek ve dediği gibi ‘sıfırdan bir hayat kurmak’ için mücadeleye başlayacak.Bize düşen ise umudumuzu kesmemek ve bu acıdan ders çıkarmak için elimizden geleni yapmak. Ya da enkaz altında kalıp, tekrar tekrar aynı acıları yaşamak. Seçenekler bu kadar!
Tüm çabaları başka bir dünya kurmak için
Depremzede aileleri ve yardımseverleri bulmamıza yardımcı olan Esenyurt Alternatif Kültür Sanat Derneği ve Kent Konseyi’nden Yusuf Ulu ve Yasemin Dündar, işimizi bitirdikten sonra derneğe davet ediyorlar bizi. Derneğin merkezi Esenyurt Belediyesi’nin içinde. Belediye onlara bir oda tahsis etmiş. Duvarlarda Ahmed Arif’in, Can Yücel’in, Yaşar Kemal’in posterleri... Ve koca bir yazı: “Başka bir dünya mümkün!” Ayaküstü sohbet ediyoruz. “Bugün önceliğimiz tabii ki deprem. Ama biz Kent Konseyi olarak yıllardır çocuk hakları, göçmen hakları, insan hakları ve hayvan haklarıyla ilgili pek çok çalışma yapıyoruz. Bizim üyelerimiz zaten hayata karşı çok duyarlı, dayanışmanın önemini gerçekten bilen insanlar. Bu sayede deprem sonrasında da çok çabuk organize olduk. Belki İstanbul’un bu tarafında insanlar hayatlarını zar zor götürüyorlar ama yine de depremzedeler için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar” diyor Yusuf Ulu.