Yüksek enflasyondan ürün ve emek kıtlığına kadar çeşitli makroekonomik güçlükler bütün dünyada iyiden iyiye kendini gösteriyor. Yaşananların gelişmiş ekonomiler ve Çin üzerindeki etkisi üzerine çokça tartışıldı. Fakat gelişmekte olan ülkelerden oluşan kayda değer bir grubun kırılganlığına aynı ölçüde dikkat gösterilmedi. Mevcut durumun etkileri kısa vadenin ötesine uzanıyor. Denklemdeki diğer aktörlerle birlikte düşünülünce, şu anki duruma en çok maruz kalan gelişmekte olan ülkeler global bir yakınsama (convergence) sürecinin dışında kalma tehlikesi yaşıyor. Halbuki kalkınma ekonomisi ve maliye uzmanları, yıllardır bu süreci geri dönülmez bir şey olarak görüyordu.
Her şeyde kıtlık var
Yüksek ve kalıcı enflasyonun belirlediği yeni gerçeklik, uzun süre boyunca “geçiş dönemi” olarak kabul edilip aylarca yok sayıldı; ama yeni durumu içselleştiren iktisatçı ve karar alıcıların sayısı giderek artıyor. Bugün yaşadığımız dünyada esas makroekonomik sorun, toplam talebin zayıf olması değil. Şimdilerde yetersiz arz yüzünden “her şeyde kıtlık” var. Enerji konusunda belirsizlikler var; ayrıca emek piyasasındaki sürtüşmeler, çalışanları kendilerine yönelik büyük taleple eşleştirmeyi zorlaştırıyor. Neticede hem maliyet hem de fiyat enflasyonu artıyor. Özellikle tedarik zincirindeki sorunlar göz önüne alındığında, teknolojik inovasyonun maliyetleri düzenli bir şekilde düşüreceğini ve arza cevap verme becerisini artıracağını varsaymak artık mümkün değil. Tüm bunların gelişmiş ekonomiler ve Çin için ne anlama geldiğine odaklanmak, anlaşılır bir yaklaşım. Bu ülkeler hem küresel ekonominin büyüme motorları, hem de sermaye akışının en büyük kaynakları durumunda. Dahası, çok-taraflı gündemi onlar belirliyor. Ancak genelde emtia ithal eden gelişmekte olan ülkelerin ve özelde düşük gelirli ekonomilerin yaşadığı zorluklar, daha ciddi sonuçlara yol açabilir. Covid-19’un geniş kapsamlı etkisiyle birleşince, şu anki problemler çok sayıda ülkenin ekonomik kalkınma basamaklarını istikrarlı biçimde tırmandığı, yurttaşlarını yoksulluktan kurtardığı ve gerek mali gerekse kurumsal direnç tesis ettiği uzun vadeli süreçten sapmaya neden olabilir. Küresel ekonomide esen stag-flasyon rüzgarları Çin ve ABD’de büyümeyi yavaşlatarak refah ve kârlılık önündeki zorlukları artırıyor. Baskının giderek arttığı ortamda, ihracatın öncülük ettiği, emek-yoğun üretime dayalı klasik büyüme modeli güç kaybediyor. Net gıda ithalatçısı olan birçok gelişmekte olan ülke, daha yüksek ithalat maliyetleriyle karşı karşıya; yani gıda güvencesi de tehlike altında. Enerji maliyetleri yükseldiği için, endüstriyel üretimi felce uğratacak enerji kesintileri yaşanma riski var. Gelişmekte olan ülkelerin finans piyasalarındaki yıkıcı trendlere maruz kalması muhtemel. Son yıllarda ABD ve Avrupa’da son derece gevşek para politikalarının izlenmesi, sermayenin büyük bölümünü daha yüksek gelir sağlamak için gelişmekte olan ülkelere “itmişti”. ABD Merkez Bankası’nın enflasyon gerçeğine müdahalede geç kalmaya devam etmesi ve neticede para politikasında ani bir sıkılaştırmaya mecbur kalması halinde, gelişmekte olan ülkeler dışına büyük çaplı sermaye akışı ve yatırım maliyetlerinde artış olası. Bu riskleri hemen ve büyük ölçüde azaltacak bir sihirli değnek yok. İşin aslı, farklı tedbirlerin beraber uygulanacağı bir yaklaşıma ihtiyaç var. Bu yaklaşım, Covid aşılarının arzını artırma hedefi etrafında şekillenmeli. IMF Araştırma Direktörü Gita Gopinath’ın geçen hafta söylediği gibi, düşük gelirli ülkelerdeki nüfusun yüzde 96’sı hala aşılanmadı. Ülkeleri felce uğratan borç ödeme sorunlarının da bir an önce düzeltilmesi gerekiyor. Bunun için gerek kamu gerekse özel sektördeki borç verenler arasında adil bir yük paylaşımı getirecek, vaktinde ve muntazam yeniden yapılandırma şart. Çok taraflı kaynaklardan gelen imtiyazlı finansman akışı da artırılmalı. Bu tedbirleri, gelişmekte olan ülkelerdeki yur tiçi büyüme modellerine yeniden ivme kazandıracak ve ülke içindeki mali direnci artıracak inandırıcı ve ülkeye özgü çabalarla birleştirmek gerekiyor. Gelişmiş ülkeler, dünyanın geri kalanındaki sorunların kendilerini de etkileyeceğini unutmamalı. Gelişmekte olan ülkeler yakınsama sürecinin ne kadar dışında kalırsa göç artışı, küresel mali istikrarsızlık ve jeopolitik tehdit ihtimali o kadar artacak. Yatırımcılar da bazı olumsuz sonuçlarla karşılaşabilir. Gelişmekte olan piyasalarda başarılı olmak için, pasif ürünleri kullanarak küresel likidite vagonuna atlamanın önemi giderek azalıyor. Bunun yerine, yatırımcılar gitgide detaylı kredi analizlerine, zekice yapılandırmaya ve uygun likidite fiyatlandırması yapmaya zorlanıyor. Bazıları ise borç ertelemenin riskine dair kavrayış geliştirmek zorunda. Bu olmazsa olmaz geçişi tamamlamakta geciktikçe, kötü durumun piyasalara bulaşmasına yol açan portföy denkleştirmelere mecbur kalacaklar. Böyle bir durumda, zaten yaralı olan küresel ve sosyal refah daha da içinden çıkılmaz bir görünüme bürünebilir.