“Türkiye Birleşik Devletleri” formülü hem ütopik hem distopiktir: Federalizmin cazibesi kavramsaldır; içi doldurulduğunda gerçekte işleyen şey, parçalı bir karar alma yapısı ve artan temsil gerilimleridir. Bu da uzun vadede demokrasiye değil, siyasal kutuplaşmaya hizmet eder. Türkiye’nin ihtiyacı kimlik kotası üzerinden kurgulanan bir model değildir. Türkiye’nin temel meselesi, temsiliyetin azlığı değil, temsiliyetin kalitesizliğidir. Bugün yurttaşların devletle kurduğu ilişki güvensizlik, adaletsizlik ve dışlanmışlık üzerine kuruludur
Federalizm temelli söylemler, siyasal sistemin çeperlerinden çekilip gündem merkezine yerleştiğinde, genellikle bir çözüm arayışının değil devlet tahayyülünün sarsılmakta olduğunun işaretidir. Bu kavramın Türkiye gibi üniter yapısıyla övünen bir ülkede yeniden dolaşıma girmesi, konjonktürel bir siyasal gündemden çok daha fazlasını ima eder.
Bir rejim yorgunluğu, bir merkez krizi…
Tam da bu nedenle, “Türkiye Birleşik Devletleri” gibi ifadelerin aniden yükselmesi rastlantı değil. AKP’li Metin Külünk’ün “Türkiye Birleşik Devletleri’ni kuracağız” şeklindeki açıklaması Cumhur İttifakı’na yakın çevrelerce dolaştırılan Osmanlıcı söylemlerle eş zamanlı gerçekleştiği için önemli. Bu söylemin tam manasıyla sahiplenilmemiş olmasına şaşırmayın. Zira biliyoruz ki mevcut iktidarın en sevdiği şey bir belirsizlik üzerinden oyun planını siyaseten test etmektir.

Devlet Bahçeli’nin “Cumhurbaşkanı’nın iki yardımcısı olsun, biri Kürt biri Alevi olsun” formülünün sızdırılmasıyla birlikte anlaşıldı ki, bu bir planın parçası ya da en azından siyaseten karşılığı ne olacak diye prova ediliyor. Haliyle bu muğlaklık bir kavram tartışmasının değil bir rejim mühendisliğinin habercisi diye düşünmek mümkün. Yok artık demeyin. Olmaz denen her şey oluyor. Bu rejim mühendisliğinin MHP için ne anlam ifade ettiği ya da Bahçeli’nin buradan ne temenni ettiği mevzusu başka bir yazının konusu. Ben bu yazıda şu durup durup hortlayan megalo idealar üzerine biraz oyalanmak istiyorum.
Federalizmi savunanlar iki pozisyondan birini alır
Bugün “Türkiye Birleşik Devletleri” gibi ifadeler, yalnızca semantik bir mevzu değil, aynı zamanda kurucu bir tahayyülün çatladığı bir “an”ın da habercisi. Ya da mevcut iktidarın o kurucu tahayyüle paye vermediğinin bir kez daha faş oluşu da diyebiliriz. Anlıyoruz ki devletin artık merkezi reflekslerle değil pazarlıklarla yönetilir olduğu bir ortamda federalizm bir “kaçış güzergahı” olarak değerlendirilmeye başlandı. Ayrıca, Ankara’daki diplomatik sahada ABD’nin etkili bir ismi olan, Lübnan kökenli Türkiye Büyükelçisi Tom Barrack’ın Osmanlı “millet sistemi” övgüsü de aynı ideolojik motifle örtüşüyor. Barrack, bu sistemi farklı kimliklerin bir arada yaşadığı barışçı bir model olarak tanımlamış. Bu, halihazırda dolaşan bir Osmanlıcılık dalgasının, diplomatik temsilciler tarafından da meşrulaştırılma çabasının parçası gibi görünüyor.
Bu noktada Osmanlıcılığın Türkiye’de yalnızca ideolojik bir nostalji değil, aynı zamanda modern siyasal mühendisliğin bir aracı olarak kullanıldığını görüyoruz. Uğur Dündar’ın eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’u ile yaptığı Sözcü Gazetesi’nde 23 Temmuz’da yayınlanan röportajında söyledikleri önemli: Osmanlı’da Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi akımların bir imparatorluğu ayakta tutmak için başvurulan geçici formüller olduğu, ancak hiçbirinin kurucu bir toplumsal sözleşmeye dönüşmediği açıktır. Bugün ise bu formüllerin modern versiyonları, yeni rejim dizaynlarının zeminini oluşturuyor. Özellikle Osmanlı’nın çok milletli yapısına yapılan romantik göndermeler, federalizm arayışlarına ideolojik bir zemin sunmakta. Ancak bu modelin ne Osmanlı’da ne de çağdaş dünyada siyasal bütünlük üretebildiğine dair yeterince tarihsel kanıtımız var. Kaldı ki anlamak istemedikleri, doğuda sınırları nereye uzanırsa uzansın imparatorluğun yüzünün hep Batı’ya dönük olduğu, Batı’ya doğru giden bir lokomotifin peşi sıra Doğu’da güç tahkim edebildiği. Şimdi ortada en ufak bir medeniyet iddiası kalmamış bir Türkiye çatı güç olsun istiyorlar. Hadi bütün prensipleri bir tarafa bıraktım sormuyorlar da, elimizde ne var da ne satacağız, kimi bu çatının altında toplanmaya nasıl ikna edeceğiz diye.
Türkiye’de federalizmi savunanlar, genellikle iki pozisyondan birini alır: ya Anglo-Amerikan yönetim modellerinden ilhamla bir “verimlilik” ve “yerindenlik” vurgusu yaparlar ya da çokkültürlülüğün temsili üzerinden “barışçıl bir birlikte yaşam mimarisi” önerdiklerini söylerler. Her iki söylem de kulağa hoş gelen bir tahayyül sunar: Bir yanda karar alma süreçlerinin merkezi yükünden kurtulmuş bir idare, öte yanda kimliklerin anayasal güvenceye kavuştuğu bir temsil rejimi. Bu da bize bu “Türkiye Lübnanlaşıyor mu?” tartışmalarının kökenini anlatıyor. Zira siyasal merkezden eş zamanlı biçimde dolaşıma sokulan “temsiliyet odaklı kimlik kurguları” ile Lübnan’daki hizipçi siyasal mimari aynı zeminde buluşuyor.
Devlet Bahçeli’ninki sembolik bir laf değil, anayasal mühendislik açısından kimlik temsiline dayalı bir dizaynın kamuoyunda test edilmesidir. Kamuoyunun tepkisini ölçmek, olası bir anayasal dönüşümde meşruiyet devşirecek bir sosyolojik zemin hazırlamak için düğmeye basıldığını görüyoruz. Artık söylediklerini de söylemediklerini da daha rahat deşifre edebiliyoruz. Bahçeli’nin söylediklerine “Türkiye’nin Lübnanlaştırılmaya çalışılması” üzerinden getirilen eleştirilere öfkesi de muhtemelen bundandır. Hakeza Erdoğan’ın “Sünnîlik” vurgusunda da, bu yaklaşımın yalnızca etnik değil, mezhepsel kimlikleri de siyasal ittifak matematiğine dahil etme çabası taşıdığı açıktır. Kürt kimliği üzerinden bir temsil mühendisliği yapılırken, Sünnîlik ekseninde bir toplumsal meşruiyet üretme arayışı da devrede.
Sünni Müslümanlık üzerinden yeni bir güç bloğu
Dışarıdan bakıldığında bu söylemler, Erdoğan’ın özellikle İsrail karşıtı pozisyonları üzerinden Sünnî bir blok kurmaya çalıştığı yönünde uluslararası yorumlara yol açtı. Ancak meselenin asıl boyutu dış politikadan çok içeride yürütülen yeni bir siyasal mimaridir. CHP lideri Özgür Özel’in isabetle vurguladığı gibi, bu “Kürt, Alevi, Arap” çıkışı, MHP, AKP ve DEM Parti arasında kurulmak istenen yeni bir ittifakın zeminini döşemektedir: “Sünnî Müslümanlık üzerinden yeni bir güç bloğu” oluşturulmaya çalışılmaktadır. Hal böyleyse, bunun hem ülkeyi alacakaranlık kuşağına sürükleyerek yıkılmış bir ulus haline getirme riski itibarıyla tehlikeli, hem de başarısız olmaya mahkum bir deney olduğunun altını çizmek isterim.
Federalizm lakırdıları bu işin paketi pek tabii. Zira bugünün olduğu kadar dünün de mevzusu ve siyasi tahayyülde çoğu zaman iki duygunun aynı anda taşındığı bir kavramdır federalizm: Bir yanda merkezi iktidarın despotluğuna karşı özgürleştirici bir alternatif olma iddiası, öte yanda yerel kimliklerin temsilini kurumsallaştırarak çoğulculuğu garanti altına alma arzusu. Ancak bu iki vaadin pratikte nasıl işlediği, tarih boyunca federalizmi savunanlarla uygulayanlar arasındaki en büyük mesafeyi oluşturmuştur. Retorikte özgürlük, eşitlik ve temsiliyet; gerçekte ise karar alma süreçlerinde dağınıklık, iktidar boşlukları ve merkezi olmayan despotluklar…
Tocqueville, 19’uncu yüzyılda Amerikan demokrasisini incelerken, federal yapının toplumun kendi kendini yönetme kapasitesini geliştirdiğini savunmuştu. Ancak Tocqueville’in tarif ettiği o “etkin ve erdemli yurttaşlık” pratiği, küçük cemaatlere dayalı bir siyasal kültürün içindeydi. Bugünün karmaşık, kutuplaşmış ve kimlik temsiline dayalı toplumlarında, bu idealize edilmiş “yerel siyasal ahlâk” çoğu zaman işlemez. Bugün federal yapılar, Tocqueville’in tarif ettiği şekilde değil, tam aksine merkeziyetin zayıfladığı, ama yerelin otoriterleştiği bir model olarak işlemektedir. Yani bir tür “merkezsiz despotluk.”
Avrupa Birliği, federalizmin retoriği ile gerçeği arasındaki uçurumu en görünür biçimde yaşayan yapılardan biridir. Birleşik bir devlet değildir; bir anayasa ya da ulusal egemenlik altında birleşmiş bir halkı yoktur. Ancak buna rağmen karar alma mekanizmalarında, yasal düzenlemelerinde ve ortak politikalarında pek çok federal öğe barındırır. Özellikle iç pazarın düzenlenmesi, ortak para birimi, sınır kontrollerinin kaldırılması ve belirli alanlarda ortak politika üretimi, yüzeyde federal bir görünüm yaratır.
Biz 2019’da yaptığımız bir çalışmada (The Refugee Crisis and the Reinvigoration of the Nation State: Does the European Union Have a Common Asylum Policy? - Mülteci Krizi ve Ulus Devletin Yeniden Canlanışı: Avrupa Birliği’nin Ortak Bir İltica Politikası Var mı?), bu federal ögelerin ne denli kırılgan olduğunu mülteci politikası üzerinden göstermiştik. Kağıt üzerinde ortak bir Avrupa iltica rejimi vardır: Dublin Sistemi, yeniden yerleştirme mekanizmaları, fon destekleri ve üye devletler arasında dayanışmayı öngören düzenlemeler… Ancak uygulamada her ülke kendi kamuoyunun baskısıyla hareket etmiş, ulusal hükümetler bu ortak yükümlülükleri fiilen askıya almıştır. Almanya’nın “açık kapı” politikasına karşı Macaristan’ın sınırlarına dikenli tel çekmesi, Polonya’nın dayanışma yükümlülüklerini reddetmesi ve İtalya’nın denizden kurtarılan göçmenleri limanlara kabul etmemesi bu kırılmanın somut örnekleridir.
Ortak bir medeniyet iddiası üzerinden kimlik birliği
Bu örnek Avrupa Birliği’nin bir tür “ortaklık federalizmi” içinde kendi içinde hizalanamayan bir yapıya dönüştüğünü gösterir. Çünkü ortak yükümlülük ancak kriz yoksa geçerlidir; kriz anında egemenlik geri çağrılır. Bu da federalizmin yalnızca kurumsal değil, siyasal olarak da işlemediğini ortaya koyar.
Ortak bir medeniyet iddiası üzerinden kimlik birliği bina edilememiş yapboz coğrafyalarda birlik ideali yalnızca refah dönemlerinin retoriğidir. Kriz zamanlarında milli refleksler ve kaos galip gelir.
Federalizmin en büyük vaadi olan yerindenlik, çoğu zaman ortak faydayı değil, yerel çıkarları kurumsallaştırır. Bu da siyasal birlikten ziyade çıkar çatışması üretir. Federal yapılar, “herkesin söz sahibi olduğu” değil, “herkesin yalnızca kendi adına konuştuğu” sistemlere dönüşme riskini her zaman içinde barındırır.
Türkiye’de bu modelin hayata geçirilmesi, yalnızca bürokratik karmaşa yaratmaz; aynı zamanda siyasetin kamusallık ilkesiyle bağını koparır. Her yerel ya da kimliksel birimin kendi hukukunu, kendi temsiliyetini ve kendi meşruiyet iddiasını taşıdığı bir düzen, ancak bir “mozaik” estetiği sunar. Oysa Cumhuriyet, mozaik değil, harçtır. Harcı olmayan bir devlet yapısı, ilk depremde yerle yeksan olur.
Sonuç olarak, federalizmin cazibesi büyük ölçüde kavramsaldır; içi doldurulduğunda gerçekte işleyen şey, parçalı bir karar alma yapısı ve artan temsil gerilimleridir. Bu da uzun vadede demokrasiye değil, temsil krizi üzerinden siyasal kutuplaşmaya hizmet eder. Bu yönüyle “Türkiye Birleşik Devletleri” formülü hem ütopik hem distopiktir:
Bazıları için genişleyerek varlığını devam ettirme ideali, aklıselim için ise siyasal çözülmenin işaret fişeği.
Kimlik kotası üzerinden kurgulanan bir model
Türkiye’nin mevcut koşulları ise bu tür birçok merkezli yapıya geçiş için değil, tam tersine merkezi kapasitenin restorasyonuna ihtiyaç duymaktadır. Zira Türkiye, uzun süredir güçlü bir merkezi devlet yapısına sahip olmakla övünse de, fiiliyatta kurumsal kapasite ciddi biçimde aşınmıştır. Yargı bağımsızlığı zayıflamış, bürokratik liyakat erozyona uğramış, kamu yönetimi keyfiliğe teslim olmuştur. Bu yapısal kırılganlıklar ortadayken, merkezi denetimi daha da zayıflatacak bir federal dizayna yönelmek, sadece yönetimsel kaosu değil, aynı zamanda siyasal çözülmeyi de hızlandırır.
Türkiye’nin ihtiyacı kimlik kotası üzerinden kurgulanan bir model değildir. Türkiye’nin temel meselesi, temsiliyetin azlığı değil, temsiliyetin kalitesizliğidir. Bugün yurttaşların devletle kurduğu ilişki güvensizlik, adaletsizlik ve dışlanmışlık üzerine kuruludur. Bu ilişkiyi onarmanın yolu, her kimliğe bir sandalye vermek değil, bütün yurttaşlara aynı masada eşit söz hakkı tanımaktır. Kimlik eksenli projeler, bu açıdan gerçek bir birliği değil, kontrollü bir ayrılığı hedefler. Her birimin kendi alanına çekildiği, kendi güvensizlikleriyle kapandığı bir yapı, ancak bir tür iç çit ekonomisi üretir: Kaynaklar içeriye kapanır, haklar kimlik kartına bağlanır, siyasal sorumluluk yayılır ama temsiliyet bölünür. Böyle bir yapının demokrasi üretmesi beklenemez; yalnızca pazarlık üretir. Siyasal sistem bir vatandaşlık rejimi olmaktan çıkar, bir aidiyet müzakeresine dönüşür.
Ezcümle, “Birleşik Devletler” tahayyülü, bugünkü Türkiye’ye bir sistem önerisi değil, bir çözülme senaryosudur. Siyasal zeminin bu kadar kaygan olduğu bir konjonktürde, böylesine derin bir sistemsel dönüşümün önerilmesi, ancak iktidarın içeride gücünü tahkim etmek için kurduğu bir oyun hamlesi olarak okunabilir. Bu öneri, toplumsal barışı tesis etmek bir tarafa dursun, yalnızca yeni tür bir meşruiyet pazarlığı başlatır.
Hadi size bizim romancının geçenlerde uydurduğu bir atasözü ile veda edeyim:
Cüzdanında parası kalmayan, kimliğini çıkartır.