20 Haziran 2025, Cuma
Abone Ol Giriş yap
23.05.2025 04:30
Makaleyi sesli dinle • 12:31

World Expo 2025 ve hikayesini kaybeden ülke

A+ Yazı Boyutunu Büyüt A- Yazı Boyutunu Küçült

World Expo 2025 kapsamında bir konuşma yapmak için gittiğim Osaka’dan yeni döndüm. Ayağımın tozuyla sizinle izlenimlerimi paylaşmak isterim. Bu senenin temel temalarından sürdürülebilirlik benim katıldığım panelin de konusuydu. Bilhassa sürdürülebilir kentsel dönüşüm üzerine odaklandık. Ben yaptığım konuşmada, sürdürülebilirliğin yalnızca çevresel değil, politik ve etik bir mesele olduğunu vurguladım ve dört temel ayağı savundum: Politik temsiliyet, mekânsal adalet, ekonomik onur ve ekolojik sınırlar


Bazı ülkeler kendi hikâyesini yazmakta mahirdir. Kimisi anlatıyı abartır, kimisi mitoslaştırır kimisi ise gelecekten kurgular. Ama bazı ülkeler vardır ki, hikâyesini anlatmaktan değil, hatırlamaktan bile çekinir. O hikâyeyi yeniden kurmaya çalışmak yerine, geçmişte yazılmış paragrafları durmadan tekrar eden bir ülke, eninde sonunda hafızasını da tahayyülünü de kaybeder. Türkiye’nin Expo 2025 Osaka’daki pavyonu, tam da böyle bir unutkanlığın ve anlatı yitimini normalleştiren bir sessizliğin mekânı gibiydi. Bir ulusun kendi geçmişiyle konuşamayan, bugünüyle yüzleşemeyen ve geleceği tahayyül edemeyen hâlinin mimari bir tercümesi…

Dünya Expo’ları yalnızca birer fuar değil; ulusların kendilerini nasıl gördüklerini ve dünyaya nasıl görünmek istediklerini sergilediği büyük sahnelerdir. Bu sahnede estetik, mimari, kurgu ve içerik birleşir; bir anlatıya dönüşür. Her ülke sahneye çıkar ve “Biz buyuz, geleceği de şöyle tahayyül ediyoruz” der. O yüzden Expo’lar yalnızca teknolojik performans değil, politik estetik alanlarıdır.

Japonya’nın Osaka kentinde düzenlenen World Expo 2025’teki Türkiye pavyonu. Bir ulusun kendi geçmişiyle konuşamayan, bugünüyle yüzleşemeyen ve geleceği tahayyül edemeyen hâlinin mimari bir tercümesi…

 

Expo: Modernitenin vitrini, ulusların anlatı sahnesi

Expo’nun ilk perdesi 1851’de Londra’da açıldı. Kristal Saray’da düzenlenen ilk sergi, İngiltere’nin Sanayi Devrimi’yle özdeşleştirdiği ilerleme ideolojisinin camdan bir alegoriye dönüştürülmesiydi. Ardından gelen 1889 Paris Expo’su, Eyfel Kulesi’yle Fransız modernliğini göğe yazdı. 1967 Montreal Expo’su, uzay çağına dair ütopyaların estetik anlatısıydı. 2010 Şanghay Expo’su ise Çin’in “Dünyanın yeni merkezi benim” diyen jeopolitik gösterisiydi.

Bugün Expo’lar, teknoloji şovunun ötesinde ulusal anlatı laboratuvarlarına dönüştü. Ulus-devletler yalnızca sınırlarını değil, tahayyüllerini paylaşır hale geldi. Nation branding —ulus markalama— kavramı, artık yalnızca bir PR stratejisi değil; estetik bir devlet pratiği.

Pavyonlar arası rekabet: Mimari değil, anlatı yarışı

Expo’da her ülke, bir pavyon inşa eder. Ama bu yapı, sadece mimari değil; metinsel, kültürel ve stratejik bir tezdir. İçinde kurulan kurgu, kullanılan malzeme, ziyaretçinin karşılaştığı deneyim; tümü bir anlatının parçasıdır.

Japonya, ev sahibi olarak “empatiyle teknoloji” fikri etrafında zarif bir sadelikle anlatı kuruyor. Sessiz, incelikli ve özgüvenli. Geleneksel yapı teknikleriyle yapılmış çağdaş formlar, teknolojiyi insanlıkla uzlaştıran bir estetik sunuyor.

Fransa, “Les Nouvelles Lumières” (Yeni Aydınlanma) temasıyla kültür, sanat ve bilimi birleştirerek entelektüel bir anlatı kuruyor. Dijital demokrasi, sanatın evrenselliği ve kamusal bilginin değeri bir araya geliyor.

Almanya, “Balans” temalı pavyonunda sürdürülebilirliği salt çevreyle sınırlamıyor. Sosyal adalet, eğitim, enerji geçişi gibi alanlarda yurttaşı karar verici hâline getiren interaktif anlatılarla kendi modelini savunuyor.

Güney Kore, yapay zekâ, artırılmış gerçeklik ve teknolojiye duyarlı tasarımlarla “geleceği estetikle kurmak” üzerine bir iddia ortaya koyuyor. Anlatı sadece yenilikçi değil, cazip de. Endonezya, “Nusantara Vision” adlı pavyonunda başkentini yeni bir yere taşıma kararı üzerinden sürdürülebilirlik, yerli bilgi ve doğa ile ilişki üzerine yeni bir ulusal vizyon kuruyor. Tropikal coğrafya ile teknolojiyi birleştiriyor.

Suudi Arabistan, 2030 Vizyonu’nu anlatan pavyonuyla, reform arzusunu dijital projeksiyonlarla pazarlıyor. Politik olarak ne kadar tartışmalıysa, estetik olarak o kadar iddialı.

Çin, “Paylaşılan Gelecek” temasıyla kalkınma fikrini kamusal sistemler üzerinden inşa ediyor. Her şeyden çok “model biziz” diyor.

Ve sonra Türkiye pavyonuna giriyorsunuz.

Ne yapay zekâ, ne şehir, ne sanayi, ne teknoloji, ne de bu yılın küresel anlatılarını belirleyen dominant tema sürdürülebilirlik. Türkiye pavyonu bu tartışmaların hiçbirine katılmıyor. Bir şey söylemiyor; sadece temsili geçmişin dekorunu sergiliyor.

 

Türkiye’nin pavyonu: Hafızanın yeniden üretimi, tahayyülün yokluğu

Türkiye’nin Expo 2025’teki teması “Medeniyetlerin Altın Çağı.” Eski bir slogan, eskimiş bir anlama yüklenmeye çalışılıyor. Anadolu’nun Doğu ile Batı arasındaki köprü olduğu vurgusu artık kendi anlamını taşıyamayacak kadar yorgun. Ay ve güneş motifleriyle kurulan alegori, içeriksiz bir nezaketin görsel ifadesine dönüşmüş.

Ziyaretçi içeri girdiğinde bir gelecek tahayyülüyle değil, tarihin kartpostallaştırılmış suni bir versiyonuyla karşılaşıyor. Pavyonun resmi anlatısına göre ziyaretçilere “geçmişten günümüze uzanan kültürel ve tarihsel bir yolculuk” sunuluyor. Ancak bu yolculuk, bugünü ve yarını dışarda bırakan bir güzergâh izliyor. Ne yapay zekâ konuşuluyor, ne şehir, ne sanayi, ne teknoloji, ne de bu yılın küresel anlatılarını belirleyen dominant tema sürdürülebilirlik. Oysa bugün Expo’ların kalbinde tam da bu başlıklar var. Türkiye pavyonu ise bu tartışmaların hiçbirine katılmıyor. Bir şey söylemiyor; sadece temsili geçmişin dekorunu sergiliyor.
Daha pavyonun girişinde döner dürüm ve Maraş dondurmasıyla karşılanıyorsunuz. Bir tek görebildiğim kadarıyla dondurmacının “vermem” şovu eksik. Hediyelik eşya dükkânı ise Sultanahmet’te ortalama bir turistik tezgâhın vasat replikası gibi: Minyatür nazar boncukları ve lale motifli kaseler. Kısacası, Expo’da döner ve nazarlık satıyoruz; vizyon değil, vitrin pazarlıyoruz.

Bu dekoratif yönsüzlük içerik düzeyinde de devam ediyor. Pavyonun dijital alanı “Connecting Wall” adlı bir mermer yüzeye gömülü LED ekran ve kiosk sisteminden oluşuyor. Türkçe, İngilizce ve Japonca seçenekleriyle sunulan bu kiosk’ta, ziyaretçiler Türkiye hakkında sorular sorup yanıt alabiliyor. Yani teknolojik anlamda yalnızca bir duvarla konuşabiliyorsunuz. Türkiye’de toplumunun genel ahvali açısından “duvara konuşmanın” ne denli sembolik olduğunu düşündürdüğünü söyleyebilirim.

Pavyonun Kün Salonu’ndaki açılış filmi, “Türkiye Yüzyılı’na ilham veren” liderleri tanıtmış. Devlet adamları, bilim insanları, düşünürler… Ama Cumhuriyet’e dair semboller dikkat çekici şekilde silik. Ne Ankara, ne sanayi hamleleri, ne eğitim devrimi, ne kadın hakları… Bunların yerine tarih sahnesinde pavyonun “duygusal zirvesi” Ertuğrul fırkateyni. Sultan Abdülhamid döneminde Japonya’ya gönderilen, ardından fırtınada batan bu gemi, Türkiye ile Japonya arasındaki dostluğun başlangıcı olarak sunuluyor. Filmde anlatılan tarihi figürler arasında Cumhuriyet’i inşa eden kadro neredeyse görünmezken, Osmanlı nostaljisi güçlü. Ancak bugün Osmanlı’ya atıfla romantize edilen coğrafyalar —Suriye, Mısır, Balkanlar— artık bambaşka anlatı yollarında ilerliyor. Ne Suriye Osmanlı’yı hatırlıyor, ne Mısır özlüyor, ne de Balkan toplumu “Osmanlı ne de iyiydi” diyor. Ama Türkiye hâlâ geçmişten siyasi meşruiyet devşirmeye çalışıyor.
Bu, yalnızca bir temsil krizi değil; derin bir tahayyül eksikliğinin ve estetik iflasın da göstergesi olarak karşımıza çıkıyor.

Pavyonun girişinde döner dürüm ve Maraş dondurmasıyla karşılanıyorsunuz. Bir tek görebildiğim kadarıyla dondurmacının “vermem” şovu eksik. Hediyelik eşya dükkânında ise minyatür nazar boncukları ve lale motifli kaseler. Kısacası, Expo’da döner ve nazarlık satıyoruz; vizyon değil, vitrin pazarlıyoruz.

 

Oysa Türkiye’nin anlatabileceği çok şey vardı

Ama elimizde ne var?

İstanbul’un parçalanmış ama direnen ekosistemi… Göçle baş etmeye çalışan ama inadına hayat bulan yerel hayat… Bu coğrafyada insanlar, yalnızca devleti değil birbirlerini de taşıyorlar. Mahalle fırını bir kap ekmek fazla pişiriyor, kadın dayanışma ağı bir bebek maması fazlasını yerine ulaştırmaya çalışıyor. Kuzguncuk bostanı hâlâ yerinde, Validebağ direnişi hâlâ sürüyor. Mega projelerin yıkıcılığına rağmen ayakta kalan kamusal yaşam... AVM’lerle kuşatılmış şehirlerin ortasında hâlâ bir parka sandalye atan emekliler, sahaf arayan öğrenciler, ağaç dibinde kitap okuyan gençler var.

Pandemiden sonra görünürleşen ve büyüyen gıda kolektifleri… Tarımın tasfiye edildiği bir ülkede hâlâ kent tarımı yapanlar, komşularına fide dağıtan apartman bahçeleri, artan enflasyonun karşısına takas ekonomisini koyan mikrotoplumlar…

Gençliğin gırtlağına çökülmesine rağmen sürdürdüğü yaratıcılığı, inadı, üretkenliği, bir türlü öldüremedikleri mizahı… Kampüslerde sabahlayan öğrencilerden çıkan yazılımcılar, kendi start-up’ını kurup “Burada kalacağım” diyen mühendisler, açık kaynaklı üretim modelleri, sosyal fayda odaklı uygulamalar…
Kadınların sessiz ama ısrarlı devrimi… Görünmeyen emekle görünür mücadele veren, evde, kampüste, tarlada, ofiste hak talep eden kadınlar. Erkek egemen yapının her basamağında direnen, çoğu zaman yalnız ama asla yılmayan o kadınlar. Kadın girişimciler, modadan teknolojiye, finanstan spora başarı hikayeleri…

Kültürel mirası yeniden yorumlayan sanat hareketleri… Taşrada atıl bırakılmış bir köy okulunu kültür merkezine dönüştürenler, Anadolu’nun ses mirasını günümüz teknolojisiyle kayıt altına alan kolektifler, geleneksel el sanatlarını modern formlarda yeniden hayata geçiren genç zanaatkârlar…

Bunların her biri yalnızca birer tema değil, başka bir ülkenin—belki de başka bir Türkiye’nin—temel yapı taşları olabilirdi. Başka bir tahayyülün altyapısıydı bunlar. Yani istersek anlatabilirdik. Hatta istersek, anlatmakla kalmazdık, dünya sahnesine yeni bir hikâye çıkarırdık.

İyi yazılmış bir hikâyede Türkiye, “krizin eşiğinden dönen, katılımcı demokrasiyle yeşil dönüşümünü başlatan” ülke bile olabilirdi. Bir yandan kamucu altyapı yatırımlarıyla iklim krizine dirençli kentler inşa eder, bir yandan yurttaş katılımını güçlendirerek içeriden yükselen bir dönüşüm öyküsü anlatabilirdi. Evet, kulağa ütopya gibi geliyor ama zaten iyi yazılmış kurgular biraz da öyle başlar. Gerçekten de biz bunu yapabilirdik, yapabiliriz — eğer istersek, eğer izin verilse.

Ama bu hikâyeyi yazacak akıl da kalmadı, cesaret de. Çünkü başka bir anlatı üretmek, başka bir politika tahayyül üretmek demektir. Ve bu, bugünkü Türkiye’de yalnızca tehlikeli değil-çoğu zaman doğrudan suç kapsamına giriyor. Başka bir anlatı, başka bir sistem ihtimalidir. Başka bir sistem ise, bugünün ceberut yapısına doğrudan tehdittir.

Mesela seküler hayatın, yalnızca turizm tanıtım videolarında Kapadokya’da balon izleyen kadınlar ya da Çeşme’de gün batımına karşı şaraplarını yudumlayan çiftler olarak pazarlanan bir estetik değil; bu ülkenin üretkenliğini, çoğulculuğunu, yenilikçiliğini taşıyan ana damarlardan biri olduğunu kabul etmek, bu rejim için imkânsız. Çünkü onların evreninde sekülerlik mütedeyyinler için bir tehdit, şehirli kadın bir istisna, özgürlük potansiyeli bir sapmadır.

Oysa gerçek şu: Seküler hayat, bu ülkenin düşünce, sanat, teknoloji ve kamusal örgütlenme alanlarının en verimli zeminlerinden biridir. Üstelik bu yaşam biçimi, İslami hayatla çatışmak zorunda da değildir. Tam tersine, dini hayatın da başka bir estetik ve esneklik içinde yaşanabilmesini mümkün kılan bir çoğulculuk damarıdır. Türkiye’yi benzer İslam toplumlarından ayıran ve ayrıcalıklı bir pozisyonda konumlayan tam da budur. Ama bunu görmek, kendi iktidarını korku siyasetiyle tanımlamayanlar için mümkündür. Çünkü anlatı kurmak; sadece kim olduğunu söylemek değil, kiminle yaşamak istediğini de ilan etmektir.
Ve işte bu yüzden, pavyonlara hikâye değil tarih yerleştirilir; geçmiş güzelleştirilir, şimdi bastırılır, gelecek ise ertelenir.

Başka bir anlatı, halkın seçtiği belediye başkanlarının tutuklanmadığı; düşünce beyan edenlerin sabaha karşı gözaltına alınmadığı; gazetecilerin öğrencilerin, akademisyenlerin hapis tehditliyle susturulmadığı bir evreni gerektirir.

Ama bu ülkede artık yalnızca pavyonlar değil, kelimeler de izne tabi. Sözcüklerin bile “milli güvenlik” filtresinden geçmek zorunda kaldığı bir düzende bir ulusa dair sağlam bir hikaye anlatmak ne mümkün… Devlet, kendi hikâyesini kuramadığı için, tarihi kartpostal, bugünü katalog, geleceği ise sessizlikle geçiştiriyor. Bütün büyük anlatılar susturulmuşken, bir ülkenin hikayesi yalnızca bir turizm broşürüne dönüşüyor.

Anadolu’nun Doğu ile Batı arasındaki köprü olduğu vurgusu artık kendi anlamını taşıyamayacak kadar yorgun. Ay ve güneş motifleriyle kurulan alegori, içeriksiz bir nezaketin görsel ifadesine dönüşmüş.

 

Geriye yalnızca döner tezgâhı, dijital kiosk ve minyatür semazen biblosu kalıyor.

Anlatının yerini döner dürüm; tahayyülün yerini hediyelik eşya aldıysa, bu yalnızca bir temsil krizi değil, bir varoluş kaybıdır. Expo gibi sahneler, bir ülkenin aynaya baktığı anlardır. Bu aynada Türkiye’nin gördüğü şey, yalnızca geçmişin silik bir yansımasıydı. Ne şimdiye ne yarına dair bir sözü vardı. Oysa hikâyesi olan, ama onu anlatamayan bir ülke, sonunda başkalarının hikâyesinde figüran olur. Ve o figüranlık, en çok da kendi halkına kaybettirir. 

* Bu haber/yazı ve resimlerin eser sahipliğinden doğan tüm hakları Haftalık Yayıncılık Anonim Şirketi’ne ait olup işbu yazı/haber ve resimlerin, kaynak gösterilmeksizin kısmen/tamamen izin alınmaksızın yeniden yayımlanması yasaktır. Haftalık Yayıncılık Anonim Şirketi’nin, 5187 sayılı Basın Kanunu’nun 24. maddesinden doğan her türlü hakkı saklıdır.

Özge Öner
Özge Öner