Elimi kafama atıyorum, pütür pütür cam kırıklarıyla dolu. Üzerine tüy diker gibi bir de maslahatıma sonda sokmuşlar. Beni “insanın orijinali budur” deyip yoğun bakıma atmışlar. Hastaneye getirildiğim zaman ameliyatıma girip beni deliksiz bir uykuya gönderen anestezi doktorum, aynı zamanda kız kardeşimin okeydeki hasmı Nagihan Hanım’ın deyişiyle “Disko topuna” benziyormuşum. Arabanın ön camı patlayıp yüzlerce minik parçaya bölünmüş, o minik parçaların her biri önce kafatası derimin üzerine sonra kendi vücuduma işlemiş. Askeriyenin mutfağında bir çuval pirinci ayıklamak, beni tımar etmekten daha kolay. Bir de ameliyathanenin tepeme vuran ışıkları var. Kızcağız beni disko topuna benzetmesin de ne yapsın. Yine kibarlık yapmış. Kına gecelerinde genç kızların giydiği bindallılara benzetmemiş. O da yakışırdı. Doktorlar, vücudumu “Murahhas padişah kılıcı” gibi süsleyen kırık cam parçalarıyla ilgili açıklama yapıp içimi rahatlattılar. On, on beş güne kendiliğinden dökülürlermiş, o zaman cillop gibi olurmuşum. *** Bir ameliyat daha oldum mu hiç hatırlamıyorum. Kırpık kırpık görüntüler gözümün önüne gidip geliyor. Bildiğim kadarıyla anestezi uygulamadılar. Kırık sol kolumu açtılar. Neşterin kemiğe sürtmesiyle “Kırt! Kırt!” diye sesler geliyordu. Sonunda çile bitti. Beni yoğun bakıma altı okka ettiler. Buraları da hep hayal meyal. Akşamın bir vakti, şeytanın avrat boşadığı saatlerde benim 19 gün sürecek yoğun bakım çilem başladı. Yoğun bakım servisleri, askeriye koğuşu düzeninde. Sıra sıra dizili yataklar, çeyiz sandığında açılacağı günü bekleyen çarşafın danteli gibi. Tepemizde oksijen maskeleri, serum şişeleri, ilaç torbaları, damarlara girmiş iğneler, Kızılay bağış rozeti gibi göğüs mıntıkasına yapıştırılan elektrot başlıkları. Şekil olarak tamamız. Azrail koğuşa girse taşıdığımız aksesuarlara bakarak sıranın kimde olacağını bilir. Arada bir yeni müşteri geliyor. Yani hasta. Altı tekerlekli yatakları sıklaştırıp, araya bir yataklık yer açıyorlar. Hasta oraya tıkıştırılıyor. Yoğun bakımdaki ikinci, üçüncü günüm müydü ne. Benim yatağı az öteye iteklediler. Arada kalan boşluğa yeni somya kurdular. Üstüne de bir teyze koydular. “Teyze” dediğime bakmayın, kadın ölümsüzlüğün sırrını çözmüş gibi. Kafada da 14 dikiş. Torba ilçesinden getirmişler. Tahminlere göre merdivenlerden yuvarlanmış. Kafayı da öyle kırmış. Sese koşan komşuları bulmuş, ambulans çağırmışlar. “Teyze” ilk gecesinde gayet mülayimdi. Gelininin eline bakan kaynana gibiydi. Ne olduysa İzmir’deki torununun gelmesiyle oldu. Kısmen hafızası yerine gelen “Teyze” olayı kavgaya bağladı. Bağırıyor, çağırıyor. Derken hemşirelerin bir boş anını kollayıp yataktan kaçıyor. Ver elini koridorlar. İçindeki ses “Yüreğinin götürdüğü yere git” diyor ama koğuştaki dış ses “Anca gidersin” diyor.
Elimi kafama atıyorum, pütür pütür cam kırıklarıyla dolu. Üzerine tüy diker gibi bir de maslahatıma sonda sokmuşlar. Beni “insanın orijinali budur” deyip yoğun bakıma atmışlar. Hastaneye getirildiğim zaman ameliyatıma girip beni deliksiz bir uykuya gönderen anestezi doktorum, aynı zamanda kız kardeşimin okeydeki hasmı Nagihan Hanım’ın deyişiyle “Disko topuna” benziyormuşum. Arabanın ön camı patlayıp yüzlerce minik parçaya bölünmüş, o minik parçaların her biri önce kafatası derimin üzerine sonra kendi vücuduma işlemiş. Askeriyenin mutfağında bir çuval pirinci ayıklamak, beni tımar etmekten daha kolay. Bir de ameliyathanenin tepeme vuran ışıkları var. Kızcağız beni disko topuna benzetmesin de ne yapsın. Yine kibarlık yapmış. Kına gecelerinde genç kızların giydiği bindallılara benzetmemiş. O da yakışırdı. Doktorlar, vücudumu “Murahhas padişah kılıcı” gibi süsleyen kırık cam parçalarıyla ilgili açıklama yapıp içimi rahatlattılar. On, on beş güne kendiliğinden dökülürlermiş, o zaman cillop gibi olurmuşum. *** Bir ameliyat daha oldum mu hiç hatırlamıyorum. Kırpık kırpık görüntüler gözümün önüne gidip geliyor. Bildiğim kadarıyla anestezi uygulamadılar. Kırık sol kolumu açtılar. Neşterin kemiğe sürtmesiyle “Kırt! Kırt!” diye sesler geliyordu. Sonunda çile bitti. Beni yoğun bakıma altı okka ettiler. Buraları da hep hayal meyal. Akşamın bir vakti, şeytanın avrat boşadığı saatlerde benim 19 gün sürecek yoğun bakım çilem başladı. Yoğun bakım servisleri, askeriye koğuşu düzeninde. Sıra sıra dizili yataklar, çeyiz sandığında açılacağı günü bekleyen çarşafın danteli gibi. Tepemizde oksijen maskeleri, serum şişeleri, ilaç torbaları, damarlara girmiş iğneler, Kızılay bağış rozeti gibi göğüs mıntıkasına yapıştırılan elektrot başlıkları. Şekil olarak tamamız. Azrail koğuşa girse taşıdığımız aksesuarlara bakarak sıranın kimde olacağını bilir. Arada bir yeni müşteri geliyor. Yani hasta. Altı tekerlekli yatakları sıklaştırıp, araya bir yataklık yer açıyorlar. Hasta oraya tıkıştırılıyor. Yoğun bakımdaki ikinci, üçüncü günüm müydü ne. Benim yatağı az öteye iteklediler. Arada kalan boşluğa yeni somya kurdular. Üstüne de bir teyze koydular. “Teyze” dediğime bakmayın, kadın ölümsüzlüğün sırrını çözmüş gibi. Kafada da 14 dikiş. Torba ilçesinden getirmişler. Tahminlere göre merdivenlerden yuvarlanmış. Kafayı da öyle kırmış. Sese koşan komşuları bulmuş, ambulans çağırmışlar. “Teyze” ilk gecesinde gayet mülayimdi. Gelininin eline bakan kaynana gibiydi. Ne olduysa İzmir’deki torununun gelmesiyle oldu. Kısmen hafızası yerine gelen “Teyze” olayı kavgaya bağladı. Bağırıyor, çağırıyor. Derken hemşirelerin bir boş anını kollayıp yataktan kaçıyor. Ver elini koridorlar. İçindeki ses “Yüreğinin götürdüğü yere git” diyor ama koğuştaki dış ses “Anca gidersin” diyor.