Yeniden merhaba
İlk köşe yazımı ODTÜ’de çıkardığımız Kültür-Yaşam Dergisi’nde gördüğümde 19 yaşındaydım. Birkaç edebiyat meraklısı arkadaş bir kantinde toplanmış ve kendimizi yazıyla ifade etmeye karar vermiştik. Dergideki her yazıyı bilgisayara geçirmiş, sayfalarda kullanacağımız fotoğraf filmlerini bantla montaja biz hazırlamıştık. Matbaadan mürekkep kokusuna karışmış dergileri elimize aldığımızda yaşadığımız heyecan bugün bile hafızamda… İnsanın aklından geçenleri basılı bir mecrada görmesi başlı başına bir mucizedir hala benim için… Ama o zaman ‘Yazarlık’ sevincim maalesef bir hafta bile sürmedi. Kampüste dergileri dağıtıp derse girdiğimde kapı çaldı. Bir dekanlık görevlisi önce hocadan izin istedi sonra da sınıfa seslendi: “Dekan Bey Selçuk Şirin’i odasında bekliyor!”
Görevli önde ben arkada üst kattaki dekanlık odasına girdiğimde içeride takım elbiseli iki kişi beni bekliyordu. Dekan, “Beyefendiler Emniyet’ten, sana soruları var, dergi çıkartmışsın” dedi. Görevliler oldukça kısa konuştu ve net mesajlar verip odadan ayrıldı. Ardından Dekan beni karşısına oturtup aynı netlikte şu nasihati verdi: “Evladım eğer başına bela almak istemiyorsan bu yazı işini bırak ve derslerine çalış!”
Daha 20 yaşında değilim. İlk dergimiz ilk sayısında kapandı. İnsan korkuyor. Kendini ifade etmekten korkuyor… Ama işte gençlik var, ODTÜ’deyiz… Nasılsa arkadaşlarla cesaretimizi topluyoruz ve bir kere daha başlıyoruz. Sonra bir kere daha. Dergilerin adı değişiyor bizim derdimiz değişmiyor; sonuçta düşünen insan kendini yazıyla ifade ettikçe var olabiliyor. Filmi 20 yıl ileri sarıyorum. San Francisco’dayız.
5 bin kişinin önünde yazdığım bir makaleden dolayı ilk ödülümü alıyorum. Meslektaşlarım, adını kitaplardan ve makalelerden bildiğim ustalar daha mesleğe başladığım o ilk sene bana alanın en prestijli ödülünü veriyor. Sevinçliyim ama içimde de bir hüzün var. Bir tarafta yazı yazanların başına bela açılırken, başka bir tarafta aynı uğraş için ödül alınıyor olmasının kutlanacak bir tarafı yok. Zaten hal böyle olduğu için olsa gerek, o ödül haberini kendisi de bir öğretmen olan babama ilettiğimde o da pek sevinmemiş ve bana unutamadığım o ağır soruyu sormuştu: “Peki oğlum, bu ödülün bizim memleketteki çocuklara ne faydası var?”
Biraz da babamın bu sorusuyla yıllarca terk ettiğim Türkçe yazma fikri geri döndü. Ufak ufak dergilerde yazmaya başladım yeniden, sonra da 2014-2018 arası Hürriyet’te köşe yazıları yazdım. Ama o güzel yolculuk da tipik bir Türkiye klasiği olarak bitti. Bizim Dekan yine haklı çıkmıştı. Şimdi, Hürriyet’te çıkan son haftalık yazımdan beş yıl sonra yeniden kendi köşemden sizlere merhaba diyorum. Kendimi ifade etmek, babamın sorusuna yanıt aramak ve en önemlisi de bizim dekanı haksız çıkarmak için..
Depremin üzerinden neredeyse bir ay geçti. Sorulacak çok soru var. Bu ilk yazıda ben de bir yerden başlamak istiyorum. Bu depremler sonrası her şey eskisi gibi olmaya devam edecek mi?
Artık adına Şubat 2023 Depremleri diyeceğimiz kimi birbirinden bağımsız cereyan eden bir dizi şiddetli sarsıntı sonucu ülke nüfusunun 6’da biri kendini deprem gerçeğinin içinde buldu. Nüfusun geriye kalanı ise doğrudan depreme maruz kalmamış olsa bile gelecekte olacak bir depremin korkusu ile yaşamaya devam ediyor. Depreme giden süreç kadar deprem sonrası koordinasyonsuzluğun da yoğun olarak tartışıldığı şu dönemde benim en çok merak ettiğim soru bu depremin ülkemiz için bir milat olup olmayacağı.
Türkiye yaşadığı bu korkunç depremden gerekli dersleri çıkaracak mı?
Öncelikle hemen şunu söyleyeyim: Ne insanlar ne de onların bir arada yaşadığı toplumlar öyle yaşadıkları her tecrübeden ders alarak çıkmıyor. İnsanlar eski alışkanlıklarını, toplumlar davranış kodlarını kolay kolay değiştirmiyor. Ödenen bedelin yüksek olması, yaşanan tecrübeden ders çıkartmayı zorunlu kılmıyor. Bunu en iyi bilen ülkelerden biriyiz zira bu yaşadığımız ilk büyük deprem değil. Şimdiye kadar olan depremlerden ders almadıysak şimdi bu depremden neden ders alalım? Türkiye, pekâlâ bu depremden de tıpkı 1999 depreminden olduğu gibi hiçbir ders almadan çıkıp yoluna kaldığı yerden devam edebilir. Bu diğer tüm seçeneklerden, maalesef, çok daha güçlü bir olasılık.
1999 depremi ve ardından yaşadığımız başta Van olmak üzere diğer pek çok depremde binlerce insanımız ölmeye devam etti. Eğer biz o depremlerden herhangi birinden sonra ‘Yeter artık, insanlar depremde ölmesin!’ demiş olsaydık, ‘Aynı cadde üzerinde bazı binalar ayaktayken neden bazı binalar yıkılıyor?’ sorusunu sormuş olsaydık bugün on binlerce insanımız hayatta olacaktı.
Biliyoruz ki insanlar eski alışkanlıklarını, toplumlar davranış kodlarını kolay kolay değiştirmiyor. Ödenen bedelin yüksek olması, yaşanan tecrübeden ders çıkarmayı zorunlu kılmıyor
Biz ülkemizde yaşanan depremlerden gerekli dersi çıkartamadık ama bu başka ülkeler kendi topraklarında yaşanan depremlerden bakın hangi dersleri çıkartmış. Bu örneklerin başında Japonya ve Amerika’nın deprem kuşağında yer alan Kaliforniya eyaleti yer alıyor. Her iki coğrafyada da depremler her seferinde giderek daha az can ve mal kaybına yol açıyor. Bunun sebebi o ülkelerin depremlerden gerekli dersleri alarak bir sonraki depreme daha iyi hazırlanıyor olması. Biliyorum, Japonya ve ABD bizden çok daha varlıklı ülkeler olduğu için onlarla karşılaştırma pek makul gelmiyor olabilir. O nedenle bizimle benzer ekonomik ligde yer alan Şili’ye bakmakta fayda var. OECD verileri içinde neredeyse her bakımdan bize benzeyen Şili, depremler sonucu can kaybı konusunda eskiden bize çok benzerken son yıllarda bizden ciddi olarak ayrışmaya başladı.
Şili dersleri…
Şili, bizim gibi deprem kuşağında yer alan, bizim gibi sık sık 7 ve üzeri büyük depremlerle sarsılan bir ülke. 1950’den beri dünyada kaydedilen en şiddetli 10 depremden ikisi bu ülkede gerçekleşmiş. 1960’ta yaşanan ve 9.5 büyüklükle dünyada bugüne kadar kaydedilmiş en büyük deprem de Şili’de olmuş. Ancak Şili’nin bizden farkı yaşadıklarından ders çıkartmış bir ülke olması.
Şili için dönüm noktası 1960 depremi olmuş. O depremin ardından yoksul bir ülke olmasına rağmen ülke tam anlamıyla teyakkuza geçmiş ve tüm yerleşim planları ve inşaat yönetmeliklerini değiştirmiş. Her ne kadar demokratik kurumları zayıf olsa askeri idarelerle bizim gibi sarsılmış olsa da Şili’de her şey değişmiş, deprem duyarlılığı değişmemiş. Bütün hazırlık sayesinde 2010 senesinde Şili’de gerçekleşen 8.8’lik büyük deprem sonrası binalar ayakta kalmış ama bu sefer depremin yol açtığı tsunami sonucu 400’ü aşkın kişi ölmüş.
Peki Şili kaydedilmiş en yüksek depremlerden birinden sonra yalnızca birkaç yüz insan öldüğü için oturup “Ne kadar az insan kaybettik?” diye gurur mu duyuyor yoksa “Neden bu kadar çok insanı kaybettik?” diye yetkililerden hesap mı soruyor? Aynen tahmin ettiğiniz gibi, tıpkı 1960 depreminde olduğu gibi 2010 depreminden sonra da Şili, ülke olarak depremin değil ihmalin insan öldürdüğünü kabul edip tüm sistemi yeniden masaya yatırıyor. Zaten depreme dayanıklı yapılar inşa edilen ülkede inşaat yönetmelikleri bu sefer bazı toprak örneklerinin esnekliği dikkate alınarak bir kere daha gözden geçirilip sıkılaştırılıyor. Ama asıl büyük reform tsunami uyarı sisteminde yapılıyor. Bu yeni düzenlemelerle Şili şu anda ülkenin tamamını anında bilgilendiren bir deprem ve tsunami uyarı sistemine sahip.
Şili’nin almış olduğu bu önlemler sonucu 2010 sonrası gerçekleşen 7 ve üzeri şiddetteki 5 ayrı depremde ölen toplam insan sayısı ne kadar tahmin edin? Beş depremde ölen insan sayısı 15. Yazıyla on beş!
Türkiye isterse tıpkı Şili gibi yaşadıklarından dersler çıkartarak depremin insanları öldürmediği bir ülke olabilir. Bu dersi almak için atmamız gereken ilk adım bizi depremlerin değil, ihmallerin öldürdüğünü kabul etmemiz. Eğer bu bilimsel gerçeği bunca tecrübeye rağmen kabul etmezsek korkarım bir sonraki derste sınıfta not tutan kimse kalmayacak.
Akademisyen, yazar, araştırmacı. New York Üniversitesi (NYU) Kültür ve İnsan Gelişimi Fakültesi Uygulamalı Psikoloji Bölümü’nde öğretim üyesi. İstatistik ve davranış bilim konusunda uzman. ODTÜ’den lisans, The State University of New York’tan (SUNY) yüksek lisans ve Boston College’dan doktora derecesi aldı. 100’e yakın bilimsel yayına imza attı. Amerika’da yayımlanan Muslim American Youth kitabı (Amerikalı Müslüman Gençler, Bahçeşehir Yayınları, 2015) alanda temel kaynak kabul ediliyor. 2015’te ABD Bilimler Akademisi Çocuk Genç ve Aile Komisyonuna seçildi.