22 Ocak 2025, Çarşamba Gazete Oksijen
03.01.2025 04:43

Tarih kadınların hakkını nasıl yedi?

Dünyayı dönüştüren fikirler kolektif bir emeğin ürünüdür ama hep bir kişinin adı öne çıkar: O “büyük” erkeğin! Einstein’ın, Shakespeare’in, Tolstoy’un yanında belki kendileri de birer deha olabilecek kadınlar vardı. Ama oynadıkları hayati rol hep es geçildi. Geçmişe bu eleştirel gözle bakmak ve bu “görünmez” kadınları onurlandırmak entelektüel dürüstlüğün ve insani adaletin bir gereğidir.


Hernan Diaz’ın Trust adlı romanı, 20. yüzyılın başlarında Amerikan finans dünyasının gölgesinde şekillenen servet, kurgu ve gerçeklik kavramlarını katman katman ele alır. Kitap, birbirine bağlı dört farklı anlatıyla bir bilmece gibi kurgulanmıştır: Bilmecenin merkezinde ise güç ve paranın gerçeği nasıl eğip büktüğü yatar. Romanı okuyacaksanız üzerinde fazla konuşmayayım ama ana karakter olan ve 1929 sermaye piyasası krizini önceden gördüğü için Amerika’nın en zengini olmuş Andrew Bevel’in öngörü ve dehasının aslında kendisine ait olmadığı ortaya çıkar. Peki asıl deha kimdir?

Lev Tolstoy ve eşi Sofya Andreyevna.

 

Bu romanı bitirdikten sonra düşünmeye başladım. Kafamın içinde dolanan konu, tarih sayfalarına altın harflerle kazınan erkek isimleri ve onların gölgede kalmış eşleriydi. Hani şu, sanatın ve bilimin doruklarına çıkmış, felsefe ve edebiyat sahnesini tek kişilik bir şov gibi domine etmiş büyük dehaların perde arkasındaki kadınlar… Çok garip bir ikilem bu: Tarih kitaplarında sayfa sayfa okuduğumuz erkekler, heykellere, filmlere, operalara konu olacak kadar ölümsüzleştirilirken, yanlarında – ya da arka planlarında – olan kadınların adları ancak dipnotlarda geçiyor, o da geçerse.

İşin ilginç yanı, pek çok büyük ismin evliliklerine baktığınızda, o dönemlerin toplumsal kodları gereği, kadının rolü çoğu zaman “destekçi” sıfatıyla sınırlandırılmış. Ama öyle bir destek ki, erkeğin zihinsel serüvenine hem duygusal hem de entelektüel boyutta katkı sunan, onu dönemin normlarına rağmen ileriye iten bir yakıt adeta. Bu kadınlar, birer danışman, sırdaş, editör, bazen de ilham perisi olarak görülmeli. Ama tarih yazımı çoğu kez bu katkıları yok sayar; çünkü “büyük adam” anlatısı, kendini bir mit gibi inşa etmeye eğilimlidir. Tıpkı iyi bir restoranın mutfağında, baş şefin adının parladığı ama ona bıçak bileyen, malzeme seçen, sosun tuz dengesini ayarlayan takımın sürekli geri planda kalması gibi. Masaya gelen lezzetli tabağı biz şefin adıyla anarız, ama mutfaktaki gizli kahramanları es geçeriz.

Mileva Marić ve Einstein.

 

Einstein’ı hepimiz tanıyoruz. Ya Mileva’yı?

Albert Einstein’ın ilk eşi Mileva Marić’i düşünelim. Einstein dünyayı sarsan buluşlarıyla, görelilik kuramıyla, bilim tarihine adını kazırken Mileva, onun matematiksel hesaplamalarına omuz veren bir çalışma arkadaşıydı. İkisi notlar tutup, formüller üzerinde kafa yoruyordu. Ama Einstein şöhret basamaklarını tırmanırken Mileva’nın adı kayboldu. Evet, Einstein denen cevherin işlenmesinde Mileva’nın payı ne kadardı, tam bilemiyoruz; belgeler, mektuplar ve dönemin koşulları sınırlı. Ama ortada bir gerçek var: O kadın hayatından çıkana kadar dehanın üretkenliği belirli bir disiplin içindeydi. Belki Einstein’ın kariyerinin ilk evrelerinde o zihinsel sinerji, bir ortak atölye çalışmasının ürünüdür. Ben buna iyi bir yemeğin gizli tarifini bilen ama asla mutfağın vitrininde görünmeyen bir aşçı yamağı misali diyorum.

James Joyce’un eşi Nora Barnacle.

 

Lev Tolstoy’un eşi Sofya Andreyevna’yı ele alalım. Anna Karenina ya da Savaş ve Barış dediğimizde Tolstoy’un tek başına geçirdiği uzun geceler, yarattığı karmaşık karakterler, Rus toplumunun yüzleştiği çelişkileri edebiyata taşıyan dev bir yazarın portresi canlanır gözümüzde. Ama Sofya, onun metinlerini defalarca temize çeken, düzenleyen, eleştiren, yazıya değilse de hayata dair ipuçları veren, kısacası Tolstoy’un üretim bandında önemli bir dişliydi. Tolstoy zaman zaman karısı ile zorlu, tutkulu ve fırtınalı bir ilişki yaşasa da, Sofya olmadan belki de bu eserleri bu kadar pürüzsüz olmayacaktı. Sofya mutfaktaki gizemli sos ustasıydı; eserin son lezzetini veren dokunuş onun izlerini taşıyordu, fakat tarihin gözünde Tolstoy tek şef olarak öne çıktı.

Hernan Diaz’ın Trust romanı ocak sonunda Güven ismiyle İthaki Yayınları tarafından
Türkçe raflarda olacak.

 

Sanatın ve felsefenin büyük isimleri de bundan azade değil. Ludwig van Beethoven’ın, Johann Sebastian Bach’ın, Pablo Picasso’nun, Salvador Dalí’nin ya da Sigmund Freud’un hayatlarındaki kadınlar, onların entelektüel yolculuklarında sessiz bir konsey üyesi gibiydi. Örneğin, Freud’un eşi Martha Bernays, evin düzenini sağlayıp kocasına rahat bir çalışma ortamı yaratırken, teorileri geliştirmesine zemin hazırladı. Elbette Freud’un “Bilinçdışı” kavramını Martha keşfetmedi, ama o teorilerin inşa edildiği psikolojik, entelektüel ve hatta insani ekosistemi Martha’nın sağladığı inkâr edilemez bir gerçek. Keza Bach’ın eşi Anna Magdalena Bach hem bir müzisyen hem de büyük ustanın eserlerini kopyalayan, düzenleyen, hatta çocuklarına müzik eğitimi veren, eşinin bir nevi yayınevi ve arşiv yöneticisiydi. Ama Bach denince akla sadece muazzam kantatlar, inanılmaz fügler, insanın ruhunu gökyüzüne kaldıran org eserleri gelir. Anna Magdalena’nın adı nerede?

Bach’ın eşi Anna Magdalena Bach.

 

Hep o “büyük” erkekler!

Bunları yazarken aklıma gastronomideki geleneksel zanaatkâr aile işletmeleri geliyor. Fransa’nın kırsalında peynir üreten bir aile hayal edin: Aile reisi, peynirin adını bir markaya çevirip gurme dergilerine röportaj verirken, eşi, o peynirin yıllanma odalarının nem dengesini ayarlıyor, süt tedarikçileriyle pazarlık yapıyor, kalıpları kontrol ediyor. O aile işletmesinde iki tarafın da emeği var. Ama ün ve itibar genelde “beyefendi peynircinin” şahsına mal ediliyor. Tarihin büyük isimlerinin evliliklerine bakınca da benzer bir tablo ile karşılaşıyoruz. O kadınların entelektüel katkıları, duygusal desteği, pratik zekâları, organizasyon becerileri, toplumsal ilişkileri yönetmedeki maharetleri… Bunların hepsi, o “büyük erkeğin” yarattığı eserin, teorinin ya da sanat eserinin hayata geçmesinde hayati öneme sahip.

Shakespeare’in eşi Anne Hathaway.

 

Burada bir mit daha var: Kadınların tüm varlık sebebi, erkeği desteklemekmiş gibi bir mesaj vermek istemem. Aksine, belki de bu kadınlar kendi başlarına potansiyel dehalardı, ancak dönemlerinin cinsiyetçi yapıları gereği akademik sahaya, entelektüel kulüplere, sanat çevrelerine nüfuz edemediler. Belki Mileva Marić tek başına laboratuvar kursaydı, Einstein ile yarışacak büyük buluşlara imza atacaktı. Belki Sofya Andreyevna kendi romanlarını yazacak, adını Rus edebiyatının altın sayfalarına kazıyacaktı. Ama kültürel, tarihsel ve toplumsal bağlam, kadınların “arka plandaki destekçi” rolünden öteye gitmesine izin vermedi. Bu, tarihin büyük paradokslarından biridir: Dünyayı dönüştüren birçok fikrin mimarisi aslında kolektif bir emek ürünüdür, ama eser sahibinin ismi anıldığında tek bir kişi yüceltilir.

Her tabak bir takım çalışmasıdır

Bu konu üzerinde ne kadar düşünürsem, mutfak benzetmesi o kadar anlamlı hale geliyor. Bir restoranın mutfağında kimileri malzemeleri doğrar, kimileri sosu hazırlar, başka biri tabağı süsler. Sonra baş şef sahneye çıkar, konuklara tabakları takdim eder, övgüleri toplar. Oysa o tabak, bir takım çalışmasıdır. Tarih de benzer bir mekanizma ile işlemiş: Pek çok büyük ismin yanında, görünür olmayan ortaklar, danışmanlar, düzenleyiciler, eleştirmenler, organizatörler vardı. Ve bunların çoğu – belki de büyük çoğunluğu – eşleriydi. Özellikle evlilik kurumu, kadının entelektüel emek vermek için meşru bir alan bulabildiği ender kurumlardan biri haline gelmişti. Evlilik, o devirlerde kadının kamusal alanda tanınmak için değil, özel alanda etkili olmak için kullanabildiği bir platformdu adeta. Kadının özel alanda etkili olabilmesi bile eşinin entelektüel açıdan karısının düzeyinde olmasına ve onun desteğini reddetmemesine bağlıydı. Aksi takdirde kadının entelektüel ve artistik potansiyeli harcanıp gidiyordu.

Shakespeare’in eşi Anne Hathaway’i hatırlayalım. O dönemin İngiltere’sinde kadınların sahneye çıkması, oyun yazması, edebiyat dünyasında varlık göstermesi neredeyse imkânsızken, Hathaway muhtemelen Shakespeare’in aile hayatını idame ettiren, ekonomik açıdan bir düzen sağlayan, belki de kalemini besleyen günlük gözlemleri, sıradan insan ilişkilerini şiirselleştiren yaşam dokusunu sunuyordu. Eserlerin arka planındaki yaşanmışlık, insanların zaafları, sevgi, ihanet, tutkular… Bunların bir kısmı, belki de eşinden aldığı duygusal esinlerdi. Bugün Shakespeare’i biliyoruz, Hathaway ise meraklı tarihçilerin satır aralarında karşımıza çıkıyor.

Bir başka örnek, James Joyce ve eşi Nora Barnacle. Joyce’un dil devrimleri, modernist edebiyatın doruk noktaları, Ulysses’in yaratılış süreci, Dublin’in sokaklarında gezinen karakterlerin karmaşık zihin monologları… Tüm bunlar Joyce’un kafasında dönüyordu elbette, ama evde Nora’nın varlığı, onun hayata tutunma biçimi, pratik zekâsı, belki Joyce’un türbülanslı zihnine bir çapa atmasına yardımcı oldu. Nora, Joyce’un eserlerini doğrudan yazmamış olabilir, ama eşinin duygusal atmosferini dengelemiş, ona bir zemin hazırlamıştır. Bu, bir nevi yaratıcı sürecin altında yatan görünmez eldir.

Kadınların sessiz emeği

Tarih, kadınların sessiz emeğinin, gözden kaçan desteğinin üzerini örtmeyi tercih etmiş. Bugün geçmişi yeniden okurken, o kadınların adlarının hakkını vermek, onları da tarih sahnesine çıkarmak gerekli. Çünkü entelektüel üretim, sanatsal yaratıcılık, bilimsel buluşlar bir kişinin dehasının ürünü değildir. Sosyal, duygusal, entelektüel bir ekosistemin çocuğudur. O ekosistemi kuran, sürdüren, bazen de yeşerten kadınlardır. Onlar geri planda olmasaydı, belki o büyük isimler hiç parlayamayacaktı.

Geçmişe bu eleştirel gözle bakmak, cinsiyet eşitliği adına bir ders içeriyor. Bugün hâlâ pek çok alanda kadın emeği yeterince takdir edilmiyor. Pek çok kurumda karar verici makamlarda erkekler öne çıkarken, perde arkasındaki kadınlar görünmez kalıyor. Bu durum, tarihin değişmeyen bir döngüsü olmasın diye, bu konuda bilinçlenmek şart. Mutfakta tencerelerin başında, laboratuvarın karanlık köşesinde, kütüphanede rafların arasında, defterlerin kenarlarında, senaryoların notlarında, bestelerin taslaklarında “görünmez” emek veren kadınların adlarını dile getirmek, onları onurlandırmak; bu, entelektüel dürüstlüğün ve insani adaletin bir gereğidir.

Daha da mühimi kadınların da baş şef olarak kabul göreceği bir dünya yaratmaktır.

Böyle bir projenin günümüzün gelişmiş kapitalist toplumlarının çoğunda bile gerçekleşmediğini söyleyebiliriz. Yazının başında bahsettiğim Trust adlı romanı okursanız birçok aşçı yamağı erkek-kocanın asıl baş şef olan kadın-eşlerini ekarte edip pasifleştirmek için ne tür manevralar yaptığını göreceksiniz.
Tarih elbette ki kazananlar tarafından yazılıyor. Ama en azından tarihin gizli kahramanları olan kadınların biz erkeklerle eşitliği konusunda bizlerin en büyük şansı ulusal ve emsalsiz önder Atatürk’ün mirasçıları olmak değil mi? 

Vedat Milor
Vedat Milor