Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.” Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu cümlesini sınır kapılarının üzerine assak yeridir. Dünya Covid-19 salgınıyla boğuşurken biz bambaşka sulardayız yine. Kanal İstanbul, amirallerin bildirisi derken son günlerimiz Montrö ile geçti. Hepimizin okullardaki “milli tarih” kitaplarından bir bilgimiz var elbette. Ama yaşanan diyaloglar, Montrö Sözleşmesi’nin magazin programlarında masaya yatırılması, uçuşan fikirler gösterdi ki nasıl “yarım doktor candan ediyorsa” yarım tarihçi de sözleşmeden edebilir insanı. Oysa Montrö Sözleşmesi’nin tarihi sadece Boğazlar’ın değil, Türkiye’nin kuruluş ruhunun da tarihi. Ülkenin kendini nereye konumladığının, sorun çözme pratiklerinin, o günün devlet politikalarının, bir üslubun, bir yordamın tarihi. Osmanlı’dan devralınan sorunlardan biriydi Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nın yönetimi. Lozan Konferansı’nda imzalanan Boğazlar Sözleşmesi’ne göre Boğazlar’dan serbest geçiş kabul edildi, Çanakkale ve İstanbul Boğazı’nın kıyılarıyla Marmara adaları askerden arındırıldı. Boğazlar’ın yönetimi, başkanlığını Türkiye’nin üstleneceği bir komisyona bırakıldı. Milletler Cemiyeti’nin garantörlüğünde imzalanan bu sözleşmede Türkiye’nin egemenlik hakları kısıtlanıyordu ama razı geldi.
Oldubittiye getirmeden
1930’lara girildiğinde dünya genelinde silahsızlanma niyetinin bekleneni vermediği ortaya çıktı. Türkiye bu şartlarda kendini güvende hissetmiyor, Boğazlar rejiminin değişmesini istiyordu. Ancak bu sorunu -bugün TBMM Başkanı Mustafa Şentop’un Cumhurbaşkanı kararıyla sözleşmeden çekilmeyi ima ettiği gibi bir yolla değil- oldubittiye getirmeden, hukuki yollardan çözmek istiyordu. Önce 1933 yılında yapılan Silahsızlanma Konferansı’nda ortaya attı bu konuyu, ardından Balkan Paktı’nda tekrarladı. 1936 yılında ise Boğazlar Sözleşmesi’ni imzalayan devletlere nota verdi, hem güvenlik hem de egemenlik hakları için statü değişikliği istedi. Değişen konjonktür sonucunda taraf devletler Türkiye’nin kendini savunma hakkına olumlu cevap verdiler ve 22 Haziran günü İsviçre’nin Montrö şehrinde toplandılar.
Ne kral kaldı ne imparator
Türkiye’yi Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın başkanlığında Paris Büyükelçisi Suad Davaz, Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Numan Menemencioğlu, Genelkurmay İkinci Başkanı Asım Gündüz, Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’nde Sürekli Temsilcisi Necmeddin Sadak’tan oluşan bir heyet temsil ediyordu. Tıp doktoru olan Aras, 1925 yılından Atatürk’ün ölümüne dek Dışişleri Bakanlığı görevini yürütmüş, “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesiyle hareket etmişti. (“Komşularla sıfır sorun” politikasını incelese ne düşünürdü acaba?) Türkiye; ticari gemiciliğe barış zamanında Boğazlar’dan geçiş özgürlüğü veriyor, savaş zamanında ise tarafsız ülkelerin gemilerini serbest bırakıyordu. Bölgeyi askerden arındırmayı ise kabul etmiyordu. Konferansta oluşan mutabakatla 20 Temmuz günü 29 maddelik Montrö Sözleşmesi imzalandı. Yunanistan temsilcisi ve konferansın başkan yardımcısı Nicolas Politis şöyle diyordu: “Bu başarıdan sonra Türkiye buradan dünya gözünde moral açısından daha da yücelmiş olarak, uluslararası haklılığın sancaktarı, uluslar arasında uzlaşmanın koruyucusu ve barışın düzenlenmesinin savunucusu olarak çıkmaktadır”. Sözleşmenin imzalandığı haberi Türkiye’de meydanlara hoparlör aracılığıyla bildirildiğinde kutlamalar da başladı. Basın “Boğazlar bizimdir”, “Atatürk Türkiye’sinin yeni zaferi” manşetleri atıyor, fener alayları başarıyı kutluyordu. İlerleyen yıllarda da Montrö’nün toplumsal hafızada yer edinmesi için çeşitli yollar denenecek, TBMM’de onaylandığı 21 Temmuz’un Montrö günü olarak kutlanması için tamim yayınlanacak, İzmir Konak’ta bir meydana Montrö adı verilecek, Kültürpark’a ise mimar Kemal As tarafından bir Montrö kapısı tasarlanacaktı. Kimsenin sözleşmeden çıkmayı aklına bile getirmediği yıllardı.
