Montrö Sözleşmesi’ni imazalandığı günden itibaren en çok bozmak isteyen Sovyetler Birliği’ydi. Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu’yla görüşen Joseph Stalin’in “Umarım Boğazlar’ın anahtarını getirmişsinizdir” dediği, Saraçoğlu’nun ise “Atatürk yanında götürdü” dediği bile rivayet edilir
Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.” Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu cümlesini sınır kapılarının üzerine assak yeridir. Dünya Covid-19 salgınıyla boğuşurken biz bambaşka sulardayız yine. Kanal İstanbul, amirallerin bildirisi derken son günlerimiz Montrö ile geçti. Hepimizin okullardaki “milli tarih” kitaplarından bir bilgimiz var elbette. Ama yaşanan diyaloglar, Montrö Sözleşmesi’nin magazin programlarında masaya yatırılması, uçuşan fikirler gösterdi ki nasıl “yarım doktor candan ediyorsa” yarım tarihçi de sözleşmeden edebilir insanı.Oysa Montrö Sözleşmesi’nin tarihi sadece Boğazlar’ın değil, Türkiye’nin kuruluş ruhunun da tarihi. Ülkenin kendini nereye konumladığının, sorun çözme pratiklerinin, o günün devlet politikalarının, bir üslubun, bir yordamın tarihi. Osmanlı’dan devralınan sorunlardan biriydi Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nın yönetimi. Lozan Konferansı’nda imzalanan Boğazlar Sözleşmesi’ne göre Boğazlar’dan serbest geçiş kabul edildi, Çanakkale ve İstanbul Boğazı’nın kıyılarıyla Marmara adaları askerden arındırıldı. Boğazlar’ın yönetimi, başkanlığını Türkiye’nin üstleneceği bir komisyona bırakıldı. Milletler Cemiyeti’nin garantörlüğünde imzalanan bu sözleşmede Türkiye’nin egemenlik hakları kısıtlanıyordu ama razı geldi.
Oldubittiye getirmeden
1930’lara girildiğinde dünya genelinde silahsızlanma niyetinin bekleneni vermediği ortaya çıktı. Türkiye bu şartlarda kendini güvende hissetmiyor, Boğazlar rejiminin değişmesini istiyordu. Ancak bu sorunu -bugün TBMM Başkanı Mustafa Şentop’un Cumhurbaşkanı kararıyla sözleşmeden çekilmeyi ima ettiği gibi bir yolla değil- oldubittiye getirmeden, hukuki yollardan çözmek istiyordu. Önce 1933 yılında yapılan Silahsızlanma Konferansı’nda ortaya attı bu konuyu, ardından Balkan Paktı’nda tekrarladı. 1936 yılında ise Boğazlar Sözleşmesi’ni imzalayan devletlere nota verdi, hem güvenlik hem de egemenlik hakları için statü değişikliği istedi. Değişen konjonktür sonucunda taraf devletler Türkiye’nin kendini savunma hakkına olumlu cevap verdiler ve 22 Haziran günü İsviçre’nin Montrö şehrinde toplandılar.
Ne kral kaldı ne imparator
Türkiye’yi Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın başkanlığında Paris Büyükelçisi Suad Davaz, Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Numan Menemencioğlu, Genelkurmay İkinci Başkanı Asım Gündüz, Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’nde Sürekli Temsilcisi Necmeddin Sadak’tan oluşan bir heyet temsil ediyordu. Tıp doktoru olan Aras, 1925 yılından Atatürk’ün ölümüne dek Dışişleri Bakanlığı görevini yürütmüş, “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesiyle hareket etmişti. (“Komşularla sıfır sorun” politikasını incelese ne düşünürdü acaba?) Türkiye; ticari gemiciliğe barış zamanında Boğazlar’dan geçiş özgürlüğü veriyor, savaş zamanında ise tarafsız ülkelerin gemilerini serbest bırakıyordu. Bölgeyi askerden arındırmayı ise kabul etmiyordu. Konferansta oluşan mutabakatla 20 Temmuz günü 29 maddelik Montrö Sözleşmesi imzalandı. Yunanistan temsilcisi ve konferansın başkan yardımcısı Nicolas Politis şöyle diyordu: “Bu başarıdan sonra Türkiye buradan dünya gözünde moral açısından daha da yücelmiş olarak, uluslararası haklılığın sancaktarı, uluslar arasında uzlaşmanın koruyucusu ve barışın düzenlenmesinin savunucusu olarak çıkmaktadır”. Sözleşmenin imzalandığı haberi Türkiye’de meydanlara hoparlör aracılığıyla bildirildiğinde kutlamalar da başladı. Basın “Boğazlar bizimdir”, “Atatürk Türkiye’sinin yeni zaferi” manşetleri atıyor, fener alayları başarıyı kutluyordu. İlerleyen yıllarda da Montrö’nün toplumsal hafızada yer edinmesi için çeşitli yollar denenecek, TBMM’de onaylandığı 21 Temmuz’un Montrö günü olarak kutlanması için tamim yayınlanacak, İzmir Konak’ta bir meydana Montrö adı verilecek, Kültürpark’a ise mimar Kemal As tarafından bir Montrö kapısı tasarlanacaktı. Kimsenin sözleşmeden çıkmayı aklına bile getirmediği yıllardı. Atatürk, 1 Kasım 1936’da yasama yılı konuşmasında milletvekillerine şöyle sesleniyordu: “Tarihte birçok kez tartışma ve tutku nedeni olan Boğazlar, artık tam anlamı ile Türk egemenliği altında, yalnız ticaret ve dostluk ilişkilerinin ulaşım yolu haline girmiştir. Bundan böyle savaşan herhangi bir devletin savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçmesi yasaktır. Bu nedenle, karada ve denizde büyük komşumuz Sovyet Rusya ile aramızdaki, on beş yıldan bu yana her türlü deneyden geçmiş olan dostluğun, ilk gündeki güç ve içtenliğini bütünüyle koruyacağına ve doğal gelişimini sürdüreceğini söylemekle de ayrıca mutluluk duyarım”. 5 Ağustos günü Resmi Gazete’de yayınlanan sözleşmenin ilk satırlarında taraflar şöyle yer alıyordu: Majeste Bulgarlar Kralı, Fransa Cumhuriyeti Başkanı, Majeste Büyük Britanya, İrlanda ve Denizler Ötesi Britanya Ülkeleri Kralı, Hindistan İmparatoru, Majeste Elenler Kralı, Majeste Japonya İmparatoru, Majeste Romanya Kralı, Türkiye Cumhuriyeti Başkanı, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği Merkezi Yürütme Komitesi ve Majeste Yugoslavya Kralı… Geçen 85 yılda krallar gitti, imparatorluklar bitti, SSCB ve Yugoslavya çöktü. Ancak 20 yıl süreyle imzalanan bu sözleşme hep ayakta kaldı. Üstelik türlü badireye rağmen…
Stalin’le görüşme
II. Dünya Savaşı sırasında Sovyetler’in tavrı değişti; Boğazlar’da hak iddia etmeye başladı. Savaş biterken Yalta, Moskova, Tahran, Postdam görüşmelerinde Boğazlar hep gündemdeydi. Dünya iki kutba ayrılmak üzereyken Türkiye’nin Sovyetler ile ilişkilerinde Montrö hep başroldeydi. Türkiye giderek artan Sovyet baskısı sonucunda ABD’den yardım istedi. 1947’de yürürlüğe giren Marshall Planı ve ardından NATO’ya kabulüyle Türkiye, ABD korumasına girmişti. 1953 yılında Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler taleplerini geri çektiyse de yıllar içinde Boğazlar’ın statüsü hep tartışma konusu oldu. Rivayete göre II. Dünya Savaşı sırasında Dışişleri Bakanı Şükrü Saracoğlu Stalin’i ziyarete gitmişti. “Umarım Boğazlar’ın anahtarını yanınızda getirmişsinizdir” diyen Stalin’e “Maalesef” cevabını vermişti, “Atatürk o anahtarı yanında götürdü”. Anahtarı bırakıp kapıyı değiştirmeyi tartıştığımız bugünlerde Tanpınar’ı saygıyla anıyorum.