Fosforlu Cevriye’nin yaratıcısı Suat Derviş’i sadece yazar olarak anmak yetmez. Avrupa’ya muhabir olarak giden ilk kadın, basın sendikasının ilk başkanı ve Devrimci Kadınlar Birliği’nin kurucusundan söz ediyoruz. Ayrıca, Nazım’ın “Bir kere eğemedim başını” dediği kadındır...
Suat Derviş, yarattığı Fosforlu Cevriye karakterinin Meral Akşener ile Devlet Bahçeli arasındaki bir tartışmaya konu olduğunu rüyasında görse hayra yormazdı. Zira ömrünü her ikisinin de karşısında bir dünya görüşüne vakfetmişti. Ne Meral Hanım’ın ne de Devlet Bey’in Suat Derviş’in kişiliğinin ve yaşam öyküsünün derinliklerine vakıf olduğunu sanıyorum. Onu sadece bir yazar olarak anmak yetersiz. Avrupa’ya muhabir olarak giden ilk kadın gazeteci, basın sendikasının kurucularından ve ilk başkanı, Devrimci Kadınlar Birliği’nin kurucusu… Fosforlu Cevriye de sadece evsiz barksız bir seks işçisi değil. Bir devrimcinin yarattığı, aşka ve devrime dair bir romanın baş karakteri. Sadece “kolundaki damgaya” odaklanmak ona da Suat Derviş’e de haksızlık. Haklarını teslim etmek için ise tarihin içinde biraz gezinmek gerek.
İlk şiiri 13’ünde
1905’in Ağustos ayında doğdu Suat Derviş. Babası Tıp Fakültesi profesörlerinden İsmail Derviş Bey, annesi Sultan Abdülaziz’in mabeyincilerinden Kâmil Bey’in kızı Hesna Hanım’dı. Yazmak, henüz çocukken girmişti kanına… 1918 yılında, 13’ündeyken bir şiiri Alemdar gazetesinde yayımlandı. Şiiri görüp beğenen ve gazetenin edebiyat sayfasını çıkaran Yusuf Ziya Ortaç’a gönderen ise komşuları Nâzım Hikmet’ti. Nâzım, Suat Derviş’in hayatında önemliydi. Rivayet odur ki, şairin âşık olup da aşkına karşılık bulamadığı tek kadın oydu ve “Gölgesi” adlı şiirini onun için yazmıştı: “Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını, / Bir kere eğemedim bu kadının başını, / Kaç kere sürükledi gururumu ölüme, / Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme. / Ya bu kadın delidir / Yahut ben çıldırmışım.” Nâzım’ın tespitine başka açılardan katılanlar da vardı. O günün koşullarında yazmaya devam eden, Berlin’de edebiyat fakültesinde okuyan, Almanca makaleler ve romanlar kaleme alan, İstanbul’a dönüp gazeteciliğe gönül veren bir kadının gayreti ancak delilikle açıklanıyordu. Kolay yılacak bir kişilik değildi Suat Hanım, Cumhuriyet gazetesinin 1933 yılında yaptığı “Kadın erkekle bir olabilir mi?” başlıklı ankete “Hâlâ mı bu sual? Bu, erkekler namına ağlanacak bir hâldir!” cevabını verecek kadar emindi kendinden. Hep “muhalif”ti. 1930 yılında Nezihe Muhiddin ile birlikte semt semt gezerek Serbest Fıkra lehine propaganda yapıyorlardı. 1940’larda ise CHP’nin karşısında Demokrat Parti’yi desteklemişti. 1941 ve 42’de eşi Reşat Fuat Baraner ile birlikte çıkardıkları Yeni Edebiyat dergisi, toplumcu gerçekçi akımın öncüsüydü. Orhan Kemal ve Hasan İzzettin Dinamo bu dergi aracılığıyla tanınmışlardı. Reşat Fuat Baraner, Türkiye Komünist Partisi’nin önderlerinden biriydi. Ülkenin komünizmle ilişkisini göz önüne alınca sürekli hapse girip çıktığı bilgisi bizi şaşırtmıyor. Şaşırtıcı olan, Atatürk’ün teyzesinin oğlu olması, bugünden bakınca daha da şaşırtıcı olan bu akrabalığı hiçbir zaman lehine kullanmaması. Suat Derviş de Reşat Fuat Baraner’i sakladığı ve yasadışı Türkiye Komünist Partisi’ne katıldığı gerekçesiyle sekiz ay cezaevinde kaldı. Çıktıktan sonra Çankırı Cezaevi’nde yatan eşine yakın olabilmek için Ankara’ya taşınmış, Demokrat Parti’ye yakın Kuvvet gazetesinde yazmaya başladı. Aynı zamanda radyo piyesleri de kaleme alıyor ancak başka isimle imzalıyordu. Kendi sözleriyle “sosyal adaletsizliğe bayrak açtığı, Türk halkının hakiki durumunun tablosunu ilk verenlerden olduğu” için buna mecbur bırakılmıştı. Özellikle kaleme aldığı “Niçin Sovyetler Birliğinin Dostuyum?” adlı makalesinden sonra imzasını büsbütün kullanamaz oldu. Tıpkı Nazım Hikmet’in müstear isimle senaryolar yazması gibi o da kendine yeni isimler buluyordu. 1940’ların ikinci yarısı, çok partili bir rejimin özgürlük getireceği inancıyla geçse de Suat Derviş bu hayale kuşkuyla yaklaşıyordu. Haklı çıktı. 1950’de DP iktidara gelince düzelmesi beklenen her şey daha kötüye gitti. 1953 yılında Türkiye’yi terk etti, İsveç’teki ablasının yanına gitti. Romanları Fransızcada yayımlandı. Reşat Fuat Baraner’in hapisten çıkmasının ardından 1962 yılında Türkiye’ye döndü. 1961 Anayasası’nın ardından ferahlamış bir kültürel iklimle karşılaştı. 1939’dan bu yana Türkiye’de hiçbir romanı basılmamışken hem “Ankara Mahpusu” hem de bu yazıya vesile olan roman okuruyla buluştu.
“Fosforlu Cevriye benim”
Bahçeli’nin Akşener’e hakaret etmek için kullandığı “Fosforlu Cevriye”, gençliğin başka bir dünya talep ettiği günlerin tam ortasında, 1968 yılında yayımlandı. Cevriye evi barkı olmayan, sokakta iş bekleyen bir seks işçisiydi. Bir gün ona evini açan, bedeniyle değil kişiliğiyle ilgilenen bir adamla tanıştığında ona âşık oluverdi. Adam, polisten saklanan bir devrimciydi. (Kimilerine göre bu adam Nâzım Hikmet’ti.) Sonunda Cevriye, adil bir dünya idealinin parçası olarak veda etti hayata. Cevriye’nin yaşam koşullarına rağmen bütün kalbiyle sevebileceği gerçeğiydi Derviş’e bu romanı yazdıran. Suat Derviş, Fosforlu Cevriye’nin tiyatro sahnesine taşınmasını istemişti. Bu nedenle romanını Gülriz Sururi’ye verdi, içine de “Fosforlu’sunu ona teslim ettiğini” yazdı. Sururi’nin bir söyleşide aktardığına göre “Gülrizciğim, biliyor musun aslında Fosforlu Cevriye benim” demişti. (Yanlış anlamaya meyyal olanlara not: Flaubert’in “Madame Bovary benim” demesi gibi bir özdeşleşme olsa gerek.) Ne var ki roman o yıllarda oyunlaştırılamadı, birçok kaynakta yazdığının aksine Gülriz Sururi Fosforlu’yu hiç oynamadı. Ama 2008’de oyunlaştırıp Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahneye koydu. Fosforlu Cevriye tiyatrodan önce sinemada göründü. Neriman Köksal ile Türkan Şoray’ın oynadıkları Fosforlu’ların Suat Derviş’in romanıyla isim benzerliği dışında ortak noktaları yoktu. Metin Erksan sinemadaki Fosforlu’ların meşhur şarkıdan yola çıkılarak Abdullah Ziya Kozanoğlu ve kendisi tarafından 1959 yılında yaratıldığını, romanın ancak dokuz yıl sonra çıktığını yazdı. Oysa Derviş’in romanı 1944’te gazetede tefrika edilmişti.
Baskınlar rutini olmuştu
Türkiye’nin çalkantılı her döneminden nasibini aldı Suat Derviş. 1970 yılında arkadaşı Neriman Hikmet ile birlikte Devrimci Kadınlar Birliği’ni kurduğunda, devrimci gençleri evinde sakladığında yine devletle karşı karşıya geldi. Sivil polisler, ev baskınları hayatından hiç eksik olmadı. Direnişle geçen ömrü, 1972 yılının 23 Temmuz günü sonlandı. Tıpkı yaşarken olduğu gibi ölümünden sonra da unutuldu. Son yıllarda değer bilen yazarlar ve yayıncılarla yeniden hayata döndü. Liz Behmoaras neredeyse bir arkeolog gibi çalışarak yaşam öyküsünü kitaplaştırdı, İthaki Yayınları ise kitaplarını büyük bir özenle basmaya başladı. “Bir kere eğemedim bu kadının başını” demişti ya Nâzım Hikmet, “müesses nizam” da bir kere bile eğememişti Suat Derviş’in başını. Dilerim bir gün bir siyasetçiye iltifat vesilesi de olur.