İkinci Yeni şairleriyle ilişkileri üzerinden tanımlanmasının, ona yapılan en büyük haksızlık olduğunu düşünüyorum. Neymiş efendim, “İkinci Yeni’nin gelini”ymiş. Tomris Uyar’ı böyle tarif etmek ancak Tomris Uyar okumamakla mümkün olabilir
Geçen hafta Twitter’da TT oldu Tomris Uyar… Şaşırdım. Ne doğum günü ne de ölüm… Bir baktım Spotify’da çalma listeleri: “Cemal Süreya’nın Tomris Uyar’ı Düşünürken Dinlediği Şarkılar”, “Turgut Uyar’ın Tomris Uyar’a şiir yazarken dinlediği şarkılar”, “O kadar şiirin üstüne Tomris Uyar’a bir de playlist hazırlansaydı”… Bu bir işaret olmalı. 80’inci yaşına 17 gün kalmışken erken bir kutlama işareti… O benim ‘hocam’ ve arkadaşımdı. Haddini aşmış görünen bir cümle kurduğumun farkındayım. Evde öykü çalıştığı şanslı insanlardan biriydim. “Kıyıdan Açılmak” adını verdiği öykü atölyesinde tanıştık. Güvenli, kuralları belli, çerçevesi çizili kıyı yerine açık denizi tercih etmeyi öğretiyordu. Çetin Altan onun ardından “Tomris yetiştiği özel fidanlıktan Türkiye’de ne limanı ne de iskelesi bulunan bir ‘yazı’ okyanusuna fırlatmıştı kendini” derken bu atölyeden haberi yoktu büyük olasılıkla.
Kendine göre uyumsuz
Kıyılara sımsıkı tutunanların inşa ettikleri dünyayı gördükçe daha çok anıyorum onu. Kendisine uyumsuz sıfatını uygun görmüştü, bana göre bağımsızdı o. Dayatılanlardan, marifet diye belletilenlerden, hepimizi cendereye sokmaya kararlı anlatılardan kurtulmaktı amacı. Tanıdığımda 60 olmak üzereydi. Yorgun görünürdü gözüme. Belki de yılgınlıktı. Neşeliydi ama mutlu muydu bilemem. Kendisiyle dalga geçebilmenin gücüne erişmiş bir insandı. Esprileri de zekâsı gibi keskindi. 15 Mart, 80’inci doğum günü. Aslına bakarsanız 80 yaşında hayal edemiyorum onu, gitgide yaşlanan bir Tomris Uyar canlanmıyor zihnimde. Zaten yaşlanacak zamanı olmadı, 62 yaşının bütün gençliğiyle gitti uzaklara. Bence öyle “öbür dünyaya” filan değil, Cemal Süreya ile birlikte Türkçeye çevirdikleri Küçük Prens’in gezegenine… Edebiyatla ilişkisi Arnavutköy Kız Koleji’nde okurken başladı. Kalemi eline, öyküden önce çeviri için aldı. İlk imzası, Varlık dergisinde 1962’de yayımlandı; Tagore’den “Şekerden Bebek” çevirisiyle. Ona göre çeviri, dilinin kıvraklığını, esnekliğini sınamak için bir yoldu. O sıralarda şair Ülkü Tamer ile evliydi. Erken yaşta başlayan evlilik bir trajediyle noktalandı, birkaç aylıkken kaybettikleri kızları Ekin’in ardından. “Hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı” bir trajedi.
Şahsiyet rötarı
Daha sonra Cemal Süreya girdi hayatına. İlginç bir ilişkiydi bu. Her akşam işten çıkar çıkmaz soluğu evde alıyordu Süreya. Bir gün Tomris Uyar, “Biraz gez dolaş” dedi, “Arkadaşlarınla buluş”. Ertesi gün geç geldi Cemal Süreya, daha ertesi gün de… Bu akşamlardan birinde tesadüfen pencereyi açan Tomris Uyar, apartmanın girişinde oturan Cemal Süreya’yı gördü ve gerçek ortaya çıktı. Her akşam iş çıkışı eve geliyor, ama aşağıda oturup ‘gecikiyordu’. Tomris Uyar tarafından durumun adı derhal kondu: “Şahsiyet rötarı”. Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever... Hiç şiir yazmadığı halde İkinci Yeni’nin olmazsa olmazıydı Tomris Uyar. Onun için yazılanlar başlı başına bir külliyata dönüşmüştür. Edip Cansever ona “Bir adın vardı senin, Tomris Uyar’dı” diye seslenmişti o meşhur “Yaş Değiştirme Törenine Yetişen Öyle Bir Şiir”de; “Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene”... Turgut Uyar ise “denizi ve ormanı, açlığı ve başkaldırmayı ayırmadın” diyordu, “bırakılmış bir köşe başının en güzel tanımıdır adın...” Ona yapılan en büyük haksızlığın, İkinci Yeni şairleriyle arasındaki ilişkiler üzerinden tanımlanması olduğunu düşünüyorum. Neymiş efendim, “İkinci Yeni’nin gelini”ymiş. Hayatına girmiş şairlerden yola çıkıp Tomris Uyar’ı tarif etmek ancak Tomris Uyar okumamakla mümkün olabilir. İlk kitabı “Suya Yazılı”ydı, ancak henüz basılmadan Papirüs dergisi yangınında kül oldu tek kopyası. Oturup aynı öyküleri tekrar etmek ona göre değildi, yenilerini yazdı. Böylece okurla buluşan ilk kitabı “İpek ve Bakır” oldu. Yıl 1971’di. Artık Turgut Uyar ile evliydi ve oğul Turgut’un annesiydi. Uzun aralıklarla çıktı kitapları: “Ödeşmeler” (1973), “Dizboyu Papatyalar” (1975), “Yürekte Bukağı” (1979), “Yaz Düşleri Düş Kışları” (1981)... Kadınların dünyası ağırlıktaydı bu kitaplarda. “Otuzların Kadını” (1992) ise “hayatının kitabı”ydı bir anlamda. Çünkü o kadın, annesiydi. 1998’de yayınlanan “Aramızdaki Şey”in ardından 2002’de son kitap geldi: “Güzel Yazı Defteri”. Aklında korku öyküleri yazmak vardı ama zaman yetmedi. 2003 baharında konan yemek borusu kanseri teşhisi, yaz başında hastane günleri ve her gün bir parça daha ‘giderek’ varılan son. Ama son ana kadar yeşil gözlerinin pırıltısı da zaman zaman yıkıcı bir hâl alan zekâsı da eksilmedi. Sarkastik, cesur, şeffaf kaldı hep. Biraz yorgun ve küskündü. Umutlu değildi belki ama hayata bağlıydı. Zaten umutla hayata bağlılık arasında zorunlu bir ilişki olmadığını ondan öğrendim. Bir de karşılığında bedel ödemek gerekse de ödün vermemenin gücünü.
Ölmenin bir yolu...
“Gündökümleri”nden birinde şöyle diyordu: “Bu toplumu haklı çıkarmadan ölmenin bir yolunu bulmalıyım. Akciğer kanserinden ölsem çok sigara içiyordu diyecekler. Sirozdan ölsem çok içki içiyordu diyecekler. Türkiye’de intihar da edilmez. İlaç ve içki şişelerinin kapakları açılmaz, su gelmeyebilir, havagazı gelmeyebilir, tren vaktinde gelmez, atamazsın kendini altına.” Gündökümlerinin son cildi “Yüzleşmeler” (1999) yayınlandığında, bir ışık görmedikçe devam etmemeye karar vermişti. “Yaşadığım ülkede ferahlatıcı yazılar yazılabileceğine inanmıyorum” diyordu, “Oyalayıcı bir şeyler yazmaktansa kopkoyu bir karamsarlığı yeğlerim”. Ta o zamanlardan bu tespiti yaptığına göre, o kaçınılmaz soru dönüp duruyor zihnimde: Bugün yaşasa neler söylerdi acaba?