New York’taki Columbia Üniversitesi Modern Orta Doğu Tarihi Profesörü Rashid Khalidi, 1 Ağustos’ta Guardian’da yazdığı bir yazı ile artık üniversitede ders vermeyeceğini duyurdu. Geçen yıllarda emekli olmuştu ancak ders vermeye devam ediyordu. Kudüs’ün meşhur Halidi ailesinden gelen Rashid Khalidi, aynı zamanda Columbia’da büyük edebiyat tarihçisi ve düşünür Edward Said adına kurulan kürsünün uzun yıllar sahibiydi.
(Fotoğraf: Getty Images)
Emekli olmasına rağmen Khalidi’nin dersi, Columbia’da yüzlerce öğrencinin ilgisini çekmeye devam ediyordu. Özellikle 2024 yılında, üniversite kampüsünde İsrail’in Gazze saldırısını protesto eden gösteriler yükselirken, Khalidi’nin İsrail saldırılarına dair yazdıkları ve konuştukları, derse olan ilgiyi daha da artırmıştı.
İsrail protestoları gerilimi büyüttü
Khalidi’nin artık ders vermeyeceğini açıklamasının arkasında, Columbia Üniversitesi’nin Trump yönetimiyle vardığı tartışmalı bir anlaşma yatıyor.
Hatırlanacağı üzere Trump iktidarı ABD’deki büyük araştırma üniversitelerine karşı ideolojik bir savaşa girmişti ve Columbia özel bir hedef haline gelmişti. Aradaki gerilimin farklı nedenleri vardı şüphesiz. 2024 yılında üniversite, İsrail karşıtı protestoların adeta merkezine dönüşmüştü.
Aynı zamanda 20’nci yüzyılda New York’un sol Yahudi entelektüel çevrelerinin bir merkezi olan Columbia; Charles Beard, Theodor Adorno, Richard Hofstadter, Franz Boas, Edward Said ve Gayatri Spivak gibi sol ya da sol-liberal düşünürlerle anılan bir üniversiteydi. Ama daha önemlisi belki de 1968’den bu yana Columbia’nın öğrenci hareketlerinin de en aktif kampüslerinden biri olarak öne çıkmasıydı. Öğrenci hareketlerinden hiç hazzetmeyen New York’lu Donald Trump’ın da öteden beri biraz da abartarak radikalizmin merkezi olarak gördüğü bu üniversiteden de pek hoşlanmadığı biliniyordu.
Antisemitizm suçlaması ve fonların kesilmesi
Son aylarda Columbia, Trump yönetiminin baskısıyla büyük bir kriz yaşadı. Üniversitenin federal hükümetten aldığı yaklaşık 1.3 milyar dolarlık fon kampüsteki antisemitik akımlara karşı yeterli önlem almadığı gerekçesiyle durduruldu. Aslında herkes Trump iktidarının antisemitizm meselesini, sağ ve muhafazakar düşüncenin marjinalleştiği bu güçlü üniversitelere başlatacağı taarruz için bir bahane olarak kullandığını biliyordu.
Trump’çılar ve genel olarak özellikle Cumhuriyetçi Parti’nin sağ kanadı, üniversitelerde liberal ve sol görüşün neredeyse norm haline geldiğini öne sürerken aynı zamanda göçmen, ırksal çeşitlilik ve LGBTİ karşıtı gündemi üniversitelere bir şekilde taşımak istemekteydiler. Bir yönüyle İsrail-Filistin meselesi, üniversitedeki liberal koalisyonu bölmek için oldukça elverişli bir araçtı.
Bu gelişmenin ardından üniversite yönetiminde değişiklik yaşandı. Mısır asıllı bir ekonomi profesörü olan Minouche Shafik, rektörlük görevinden ayrıldı (Gerçi Shafik göstericileri korumak için pek de bir çaba göstermemişti). Protestoların önde gelen isimlerinden biri olan öğrenci aktivist Mahmoud Halil ise, yeşil kart sahibi olmasına rağmen Göçmenlik ve Gümrük Polisi (ICE) tarafından gözaltına alındı ve aylarca bir kampta tutuldu.
Çoğulculuk tartışması ve kayyum gündemi
Bu süreçte Trump yönetimi Columbia Üniversitesi’ni hem antisemitik eğilimlerin merkezi olmakla suçladı hem de Anayasa Mahkemesi tarafından yakın zamanda iptal edilen, tarihsel olarak mağdur edilmiş ırklara -özellikle siyahlar ve Latinlere- yönelik pozitif ayrımcılık uygulamasının üniversite bünyesinde hâlâ sürdüğü iddialarını gündeme getirdi. Bu çerçevede, üniversitenin çoğulculuğu teşvik eden mekanizmalarının gözden geçirilmesi, gerekli görülürse Orta Doğu ve Güney Asya Çalışmaları bölümüne bir tür kayyum atanması gibi önlemler de tartışıldı.
Anlaşma: Bağımsız denetim ve gözlemci
Kriz sonunda Columbia ile Trump yönetimi bir anlaşmaya vardı. Bu anlaşmaya göre Columbia federal hükümete 200 milyon doların üzerinde bir tür tazminat ödeyecekti. Ancak daha çarpıcı gelişme, üniversitenin akademik programlarını, öğrencilerin kabul edilme mekanizmasını ve öğretim üyelerinin işe alım ve terfilerini denetleyecek “bağımsız bir gözlemciyi” kabul etmesi oldu. İsrail ile sıcak ilişkileri olan eski savcı Bart M. Schwartz, üniversiteyi denetleyecek kişi olarak üniversite ve federal hükümetin ortak kararı ile atandı.
Anlaşmaya göre üniversite, kabul edilen ve reddedilen öğrencilerin ırki kökenlerini, not ortalamaları ve sınav puanlarını ayrıntılı şekilde bu denetçiye bildirmek zorunda. Ayrıca öğretim üyeleri ve idari personelin işe alım ve terfi süreçlerine dair tüm veriler her yıl bu gözlemciye iletilecek ve kapsamlı bir denetime tabi tutulacak.
Rashid Khalidi ayrıca üniversitenin, Uluslararası Holokost Anma İttifakı’nın (IHRA) antisemitizm tanımını benimsemesinin eleştirel düşünceyi imkansız hale getirdiğini belirtiyor. Bu tanım kasıtlı ve yanıltıcı bir şekilde Yahudiliği İsrail devletiyle özdeşleştiriyor; böylece İsrail’e yönelik her türlü eleştiri antisemitizmle eş tutuluyor. Tanımın ortak yazarlarından Profesör Kenneth Stern bile bu kullanımın ifade özgürlüğü üzerinde soğutucu bir etki yarattığını söyleyerek mevcut uygulamalara karşı çıkmış durumda. Ancak Columbia yönetimi bu tartışmalı tanımı disiplin süreçlerinde rehber olarak kullanacağını ilan etti.
“Böyle bir kurumda ders veremem”
Bu yeni yapı Columbia’nın Trump idaresine teslim olması, akademik özgürlüğü siyasi idareye teslim etmesi mi demek? Tabii ki bu soruya evet demek gerekli! Ama bazılarına göre bağımsız gözlemci doğrudan Trump yönetimi tarafından denetlenmekten daha iyidir.
Rashid Khalidi ise bu işin aynı zamanda üniversite mütevelli heyetinde, öğretim üyeleri arasında ve bazı öğrenciler arasında İsrail yanlısı bir grubun Trump idaresi ile açık ya da kapalı işbirliği içinde kotarıldığını söylüyor. Khalidi aynı zamanda antisemitizm ile Siyonizm ve İsrail eleştirisinin bilinçli olarak birbirine karıştırıldığını, artık böyle bir kurumda ders vermenin bir anlamı kalmadığını, ABD yükseköğretim sisteminin sermaye gruplarının ve siyasal iktidarın kontrolüne çoktan girdiğini vurguluyor. Khalidi derslerine New York’ta bağımsız bir kurumda, kamusal bir nitelikte devam edeceğini ifade ediyor.
Gerçekten de Columbia vakasının arkasında sadece Trump iktidarının agresyonu değil, ABD’deki yükseköğretim kurumlarının uzun süredir yaşadığı bir olgu saklı.
Bu olay, Amerika’daki üniversitelerin federal hükümete olan yapısal bağımlılığını da tekrar gündeme getirdi. 1960’lardan bu yana ama özellikle son 30 yılda Stanford, Princeton, Harvard, Brown, Columbia gibi büyük araştırma üniversiteleri, federal fonlara giderek daha fazla bağımlı hale geldiler. Özellikle teknoloji (güvenlik teknolojisi dahil) ve tıp alanında sağlanan muazzam federal kaynaklar, bu üniversiteleri hem çok zenginleştirdi hem de Avrupa’nın köklü üniversitelerini geride bırakacak şekilde küresel lider konumuna taşıdı.
ABD üniversitelerinin mali ve akademik özerkliği ülkenin kuruluşundan beri neredeyse kurucu bir prensipti. Bu prensip anti-komünizmin ortalığı kasıp kavurduğu 1950’li yıllarda zedelendi. ABD üniversitelerindeki komünist akımlarla mücadele etme iddiasındaki McCarthy döneminin boğucu atmosferinin ardından, 1960’lardan sonra federal hükümet ile üniversiteler arasında kurulan bir işbirliği sonucu, federal hükümetler -Demokrat ya da Cumhuriyetçi- üniversitelerin destekçisi oldu ve onların özerk yapılarını tanıdı.
Federal fonlar özel bağışları da artırdı. Çünkü üniversiteler bu bağışlardan yalnızca yüzde 1 gibi çok düşük bir vergi ödüyor. Bu sistem sayesinde Harvard 50 milyar dolar, Stanford, Yale ve Princeton yaklaşık 40’ar milyar dolar, Columbia 15 milyar dolar, Brown ise 7.5 milyar dolar değerinde vakıf fonuna ulaştı. Bu fonlar genellikle araştırma, öğretim ve burslara ayrılıyor. Bu fonların dışındaki diğer gelirler de düşünüldüğünde, bu üniversiteler olağanüstü mali varlıklara sahip hale geldiler.
Akademik liderliğin sonu mu geliyor?
Sonuç olarak, ABD’nin bu büyük üniversiteleri bugün sadece bilim ve eğitim alanında değil, mali ve politik güç açısından da dev kurumlara dönüşmüş durumda. Devlet üniversiteleri ve daha küçük yükseköğretim kurumlarıyla aralarındaki uçurum da her geçen yıl büyüyor.
Tam bu noktada ABD’nin dev araştırma üniversiteleri Trump’ın taarruzuna uğramış durumda. Trump üniversiteler ve federal devlet arasındaki centilmenlik anlaşmasını bozmakla kalmadı, her üniversiteyle -adeta başka ülkelerle yaptığı gümrük anlaşmaları gibi- özel anlaşmalar yaparak üniversitelerin muhalif merkezler olmasını engellemeye, hatta mümkünse bu yapıların kökten dönüşmesini sağlamaya çalışıyor. Aynı zamanda vakıf varlıkları için yüzde 1’lik vergiyi yüzde 8’e çekerek (ilk teklif yüzde 21’di) üniversitelerin mali programlarını bir anda altüst etti.
Şu anda ABD akademisi topyekun Trump’a teslim olmuş değil. Her üniversite farklı çareler arıyor. Kimisi Harvard gibi Trump iktidarı ile mahkemede çarpışmak niyetinde (gerçi Harvard bu safhaya gelmeden önce Trump’ın isteklerine boyun eğen birçok adımı zaten atmıştı). Kimisi farklı şekillerde lobiler yapmaya çalışıyor. Kimisi devletle bağlarını uzun vadede azaltmanın yollarını arıyor.
Ama orta vadede ABD’nin yüksek öğretim yapısında köklü değişimler olacağı kesin. Belki de ABD’nin 1960’lardan sonra oluşan dünyadaki akademik liderliği sona eriyor.