31 Ağustos sabahı bir haber, Ferhan Şensoy gitmiş bu dünyadan. Olacak iş mi? Tıpkı onun “Ferhangi Şeyler”de Turgut Uyar için söyledikleri gibi: “Çok gülünçsün Azrail, Ferhan Şensoy ölür mü?” Ne çok etkisi var üzerimizde. Dilimizde, mizahımızda, düşünce biçimimizde... Hayata tersten bakmanın hazzını gördük onda. Dili hamur gibi yoğurmanın, zekayı itirazla parlatmanın... Yeteri kadar berrak bir zihinle bakınca geleceği görmenin mümkün olduğunu da gösterdi. Kâhin miydi yoksa antenleri herkesten daha mı açıktı bilinmez, yazdığı oyunlarda otuz yıl öncesinden bugünü anlatmayı başarmıştı. “İstanbul’u Satıyorum” oyununda “İstanbul’u satıyorum, satıyorum / Annesiyle birlikte / Ben bir sokak satıcısı / Han hamamlar yıkıcısı, gökdelenler kurucusu / İstanbul’u satıyorum, satıyorum / Tarihiyle birlikte...” diyordu. “İçinden Tramvay Geçen Şarkı”; “Biz eskiden bugünü daha pembe ummuştuk/ Meğer kader, cilvesiz normal kader / Çok garip, çok lodosmatik sonbahar / Aldatıldık mı yoksa / Yoksa yoksa beraber mi aldandık / Soru işareti” diye bitiyordu. Aldanmalar, kandırılmalar çağı henüz başlamamıştı.
İki cümleyle yön buldu
Yaşam parantezi 1951’in 26 Şubat’ında Samsun Çarşamba’da açıldı. Annesi ilkokul öğretmeni Müjgan Şensoy, babası Çarşamba Belediye Başkanı Yusuf Cemil Şensoy... Çocukluğunun geçtiği Çarşamba bambaşkaydı: “Bizim oturduğumuz sokakta aşağı yukarı her evde piyano vardı. Evler Yeşilırmak’a karşıydı. Fransızca konuşan veteriner Bayram Bey vardı, çocuklara ders verirdi. Bir tane de Papyonlu Faruk Amca vardı.” İlkokulu bitirdikten sonra ver elini İstanbul... Yatılı okul sınavını kazanıp Galatasaray Lisesi’ne kaydoldu. Bir gün bir edebiyat öğretmeni girdi sınıfa, Tahir Alangu. “Mollalar” diye seslendi sınıfa; “O önünüzdeki, üstünde ‘Edebiyat’ yazan kitap okunmayacak! Ananıza babanıza söyleyin size birer Sait Faik külliyatı alsın”. Bazen iki cümle koca bir hayata yön veriyorsa işte bu an o andı. Alangu, ilerleyen günlerde sınıfta altı kişiyi işaret etti: “Sen! Sen! Sen! Sizler yazar olacaksınız, bu işin peşini bırakmayın... Çok okuyun. Günlük tutun mollalar!” O altı çocuk; Nedim Gürsel, Selim İleri, Mahir Şaul, Engin Ardıç, İzzet Yasar ve Ferhan Şensoy edebiyat öğretmenlerinin öngörüsünü boşa çıkarmadılar. Ferhan Şensoy edebiyatla okulda, tiyatroyla ise hafta sonları gittiği amcasının evinde, yengesi Leman Hanım sayesinde tanıştı.
‘Haldun Taner babamdır’
1971’de yazdığı “Je M’en Fous Bilader” adlı yarı Fransızca yarı Türkçe oyun, Galatasaray Oyuncuları tarafından sahnelendi. Hem de Haldun Taner himayesinde. Taner, yaşamı boyunca yol gösterecek, üzerinde “Haldun Taner benim babamdır. Annem babam bunu bilmezler” diyecek kadar iz bırakacaktı. 12 Mart Darbesi’nin ardından ilan edilen sıkıyönetim nedeniyle oyun bir kez, o da tiyatronun kapısı içerden kilitlenerek gizlice oynandı. Mimarlık fakültesinde geçen iki yılın ardından Strasbourg’a tiyatro okumaya gitti. “Ustam” dediği Jerome Savary’e zor da olsa kendini asistan olarak kabul ettirdi. “Nazım Hikmet’in Türkiye’sinden misin?” sorusu açmıştı kapıyı. “Hayatımda ilk ve son defa Türk olmanın yararını orada gördüm” diye anlatacaktı. Strasbourg’daki eğitiminin ardından iki yıl Montreal’de kalıp ülkesine döndü. Yıl 1975’ti. 12 Mart bir kuşağın üzerinden buldozer gibi geçmiş, tiyatroların altın çağı çoktan tarihe karışmıştı. Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu, Türk Yazarları Tiyatrosu, Ayfer Feray Tiyatrosu, Anyamanya Kumpanya’da çalışırken televizyonla tanıştı. Ali Poyrazoğlu’nun ünlü Ali Uyanık karakteri, onun kaleminden çıkıyordu. 1977 yılı ona iki ayrı ‘ilk’i getirdi: ilk kitabı Kazancı Yokuşu’nu ve ilk film çalışması Kızını Dövmeyen Dizini Döver’i.
Bir dünya rekoru
Kendi tiyatro topluluğu Ortaoyuncular “Şahları da Vururlar” oyunuyla perde açtığında tarih 14 Mart 1980’i gösteriyordu. Darbeye rağmen ayakta kalmayı başaran tiyatro, ertesi yıl iki oyun birden sahneledi: “Parasız Yaşamak Pahalı” ve “Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı”. Henüz 30’undaydı; ama özgün üslubunu aktaracağı bir okul hayali vardı. Yılmaz Erdoğan’ın birkaç ay geçirip bünyesine nasıl kabul edilmediğini otuz yıldır anlattığı, Okan Bayülgen’in dört yıl boyunca çalışıp Ferhan Şensoy’a bir türlü “Benim adım Haluk değil” diyemediği Nöbetçi Tiyatro böyle kuruldu. Hayatının dönüm noktalarından birini 1987’nin 7 Şubat gecesi yaşadı. Şan Tiyatrosu’nda yazıp yönettiği “Muzır Müzikal” oynuyordu. Önce mektupla tehditler geldi, sonra beyaz takkeli-sakallı seyirciler... Sahneye laf atıyor, hatta bizzat atlıyorlardı. Ve o meşum şubat gecesi, oyun yeni bitmişken Şan Tiyatrosu yanmaya başladı. Devlet elektrik kontağı deyip geçti. Bu yangın, efsanevi bir oyunun doğumuna sebep oldu. Kapalı gişe oynanan müzikalin bilet paralarını iade etmek Ortaoyuncular’ın iflası demekti. O gece hiç uyumadı Şensoy ve sabaha yeni oyunun ilk satırlarını yazmaya başladı. “Ferhangi Şeyler”i 7 Mart 1987’den, pandemi nedeniyle gösterimlere ara verdiği 2020’ye kadar aralıksız oynadı, 2200 temsili devirip dünya rekoru kırdı.Kavuğu 27 yıl taşıdı
Çok çalışarak, çok üreterek, çok aşık olarak yaşadı. Evlendi, çocukları oldu. 1989 yılında bir emanet girdi hayatına; İsmail Dümbüllü’den Münir Özkul’a geçen Kel Hasan Efendi’nin kavuğu, Özkul tarafından Ferhan Şensoy’a bir naylon poşet içinde sunuldu. “Kime verecek?”, “Artık verse ya”, “Mezara mı götürecek?” konuşmaları içinde geçen 27 yılın ardından kavuğu Rasim Öztekin’e devrederken “Artık o düşünsün” dedi. 1989 yılında bir emanet daha devralmıştı. 1885’te Rum mimar Campanaki tarafından inşa edilen Ses Tiyatrosu; Ses Opereti olarak geçirdiği yıllardan sonra 1962 yılında Dormen Tiyatrosu tarafından restore edilmiş, on yıl boyunca bu topluluk tarafından kullanılmıştı. 1972’den sonra sinemaya dönüştü ve git gide harabe halini aldı. Ferhan Şensoy, 1989’da devraldığı bu emaneti, Türkiye’de eşi menendi bulunmayan bir tiyatro olarak 32 yıldır ayakta tutuyor.