Size bir neşter ve bir çiçek vererek günümüzü anlamanızı sağlayan dehaya sahip…” Böyle demiş yazar Roberto Saviano, Ece Temelkuran’ın yeni kitabı Kalpsiz Bir Dünyaya İnat: HepBeraber için. Evet, neşter ve çiçek aynı anda bu kitapta. Yaralar ortada, travmalar ortada. Hepimiz karamsarız, “Çıkış yok”a inanmaya az kaldı. Ece Temelkuran’ın kitabı bu aşamada bir tür ‘köprüden önce son çıkış’ olarak okunabilir. Sevgiyi, onuru, inancı, korkularla arkadaş olmayı, dikkati, gücü ve birlikteliği hatırlatan; hakikatten kopmadan daha iyi bir dünyanın nasıl mümkün olacağına dair öneriler sunan bir kitap. Kötü haberlerin, gamlı baykuşluğun reytinginin bunca yüksek olduğu bir zaman diliminde iyinin sözcüsü olmayı göze alıyor. Eh, iyi haberler de yok değil. Dört yıldır Zagreb’de yaşayan Temelkuran ile Zoom üzerinden konuştuğumuz gün; onun Roger Waters, Yanis Varoufakis, Brian Eno ile birlikte Let’s Talk It Over konuşmasına katılacağı haberi geldi. 14 Aralık’ta YouTube’dan izleyebilirsiniz.
Şimdiden geleceğin yasını tutuyoruz
Gelecek olumlu çağrışımları olan bir sözcüktü. “Güzel günler görecektik.” Lakin bugünün ruh halinde güzel günler geride kaldı ve herkes gelecekten korkuyor. “HepBeraber”de ise olumlu, umutlu bir dil var. Siz bu kitabı kime yazdınız? Gençlere… Şimdiden geleceğin yasını tutuyoruz. Ve bu yasın en büyük yükü de gençlere, şimdi yirmilerinde olan insanlara kalıyor. Sadece Türkiye’de değil bütün dünyada böyle. İklim krizi, ekonomik kriz, pandemi ve tabii ki siyasal krizden ötürü çok kızgınlar bize, hissediyorum. Hem “Sizin kuşağınız daha deneyimli, bize bir şey söyleyin” diyorlar hem de kızgınlar. Ben bu kuşak krizini ortadan kaldıracak, aynı zamanda dünyadaki bütün protestoları bir araya getirecek sözcükler bulmak istiyorum. Artık dünyadaki sisteme verdiğimiz rızayı geri çekiyoruz. Bu nedenle de bir iktidar boşluğu oluştu. Bütün bu protesto duygularını nasıl birleştirebiliriz, dolayısıyla yeni bir sistemi nasıl kurabiliriz üzerine düşünürken yazdım “HepBeraber”i. “Ne olacak bu memleketin hali?” üzerine konuşurken ekonomiyle, sosyolojiyle, psikolojiyle haşır neşiriz. Ama analizlerde duygular çok geride kalıyor. Oysa siz duyguyu çok öncelikli bir yere koymuşsunuz. Türkiye’de 20 yıl önce yaşamaya başladığımız, Batı dünyasında beş-altı yıldır geçerli olan bir şey var. Dünyayı ve politikayı artık duygular yönetiyor. Hakikat ötesi dünyada artık gerçekler kimseyi ikna etmiyor. Sağ popülist dalga yükselirken yaptığı en önemli şey, insanların duygularını manipüle etmekti. Bütün seçimleri, bütün referandumları böyle kazandılar. Öte yandan ilericiler ya da politik spektrumun solunda olanlar bu duygu politikasını ciddiye almadılar. Yirminci yüzyıldan kalma bir anlayışla, gerçekleri yeterince anlattıkları veya sağ popülist liderlerin söylediği yalanları teker teker ortaya çıkarttıkları takdirde bu işin üstesinden gelebileceklerini sandılar. Bu ne Türkiye’de çalıştı ne de başka yerlerde. Ben bu kitapla diyorum ki, buyrun size bir duygu politikası lügatı. Artık bu konuyu yok sayamayız. Kitlelerin duygularla hareket ettiğini ve seçimlerini böyle yaptığını yok sayamayız. Bundan çok hoşlanıyor muyum? Hayır. Ama yok saymanın siyaseten ve de ahlaken bir hata olduğunu düşünüyorum. Mesela helalleşme meselesi bence önemli. Türkiye şu anda buna hazır mı, emin değilim. Ama ancak birleştirici ve sevgiyle yapılan bir duygu politikası sağ popülizmin yarattığı o derin kutuplaşmanın ötesine geçebilir. Yeni bir dil kurabilir. Neden umut değil de duygu politikası? Umut politikasının artık çalışacağını düşünmüyorum. Özellikle bu son dönemde. Buna ben radikal sevgi politikası diyorum, öyle de deniyor zaten. Radikal sevgi politikasını uygulayacak ilericilere bir lügat vermek istedim. Bunun üzerine bir politika kurabilir, bu çılgın zamanlardan çıkabilirsin.Türkiye sandığımız kadar orijinal değil
Burada ‘radikal sevgi’nin fazla romantik bulunması gibi bir açmaz var. Romantik misiniz siz? Keşke. Öyle bir lüksüm olmadı hiçbir zaman. Şimdi radikal sevgi deyince akla uçurtmalar, gökkuşakları ve kelebekler gelebilir. Oysa bu ahlaki bir pozisyon. Eğer romantik bulan sert solcular varsa öncelikle araştırmalarını öneririm. Çünkü radikal sevgi aslında sosyalizmin ahlaki temelidir. Faşizm ve sosyalizmin insana bakışındaki temel fark şu: Faşizm insanı; özellikle bireyi güçsüz, kirli ve anlamsız bulur. Ta ki o birey bir kitlenin içinde eriyip daha yüksek bir amaç için tek tipleşene kadar. Oysa sosyalizm der ki, insan kıymetlidir ve bu yüzden biz insanın iyiliği fikri üzerine bir ideoloji kuruyoruz. Kısacası, romantik sevgi politikası değil, radikal sevgi politikası. Kitabı daha evrensel bir kapsayıcılıkla yazdınız ama burada bize özel bir çıkış yolu arayışıyla okunacağı muhakkak. Coğrafi olarak dışarıda olmak dışarıdan bir bakış sağlıyor mu? Şu kadarını söyleyeyim ki, “ancak Türkiye’de olur” denen hiçbir şey sadece Türkiye’de olmuyor. Türkiye sandığımız kadar orijinal değil o anlamda.“Türkçe terörize edilmiş bir dil”
Kitabın İngilizcesinin ve Türkçesinin başlıkları neden farklı? Türkçesinden sonra İngilizcesini değiştirdik. Yapmak istediğim oydu çünkü; Marx’ın kalpsiz bir dünya hikayesine atıf… Bu konuları İngilizce yazmak daha kolay. Sanıyorum İngilizcede daha soğukkanlıyım. Türkçede söylediğim sözlerin tarihsel bagajı var; bir de Türkçe çok terörize edilmiş bir dil. Özellikle son yıllarda çok hissediyordum bunu. Bazı sözcükleri kullandığında hemen belli bir siyasal kampa yapıştırılıyorsun, aslında orada olmayan kodları sinsi bir merakla çözmeye çalışırken senin ne dediğinle hiç ilgilenmiyorlar. Türkçe yazarken sürekli saldırı nereden gelir diye düşündüğümü hissettim. Benim gibi kendi dilinden başka dilde yazanların yeni bir janr oluşturacağını düşünüyorum. Çünkü hepimiz kendi dilimizin duygu coğrafyasını başka bir dilde canlandırmaya çalışıyoruz. Bu kitabın burada, Türkiye’de nasıl karşılanmasını bekliyorsunuz? İnsanlara iyi gelsin istiyorum. İyi hissettirmekten bahsetmiyorum. Onları iyileştirsin, daha iyi insanlar yapsın ve politikayı daha iyi bir politika haline getirsin istiyorum. Eğer sözcüklerim sahiplenilirse beraber daha güzel şeyler yapabiliriz.Affetmeye ihtiyacım var
Kitabı tamamladığınız bir yılda epey çok şey oldu. Arada bir bırakıp yani lanet olsun dediğiniz olmadı mı? Arada arkadaşlarımla mail’leştiğimde “Sor bakalım yazdıklarıma inanıyor muyum?” dediğim zamanlar oldu. Ben bu kitapları ‘gerçekten’ yazıyorum. “En sonunda şunu söyleyeceğim ve bu kitabı böyle bağlayacağım” diye başlamıyorum. Yazmak benim için derinden düşünme süreci. Kendi kendime sorduğum “Ben bunlara inanıyor muyum?” sorusu hakikatle cevap vermemi sağlıyor. Bir ara şöyle bir duyguya kapıldım: Yapılacak hiçbir şey kalmadı, bitti bu iş. Benim hayatta kalmak için bu hatalı, hastalıklı fikri tedavi etmem gerekiyordu. Okurlardan aldığınız tepkilerden bu karşılığı bulduğunu görüyor musunuz? How To Lose A Counrty’yi konuşurken insanların dişleri kamaştıran bir korkuyla dinlediklerini fark ettim. Halbuki “Her şey çok kötü olacak” deyince bunun çok alıcısı var. “Bakın buradan çıkabiliriz” dediğinde ilk tepki şu: “Ya bunlar romantik şeyler”. Bunun, neoliberalizmin insan üzerindeki en büyük hasarı olduğunu düşünüyorum. Bizi sarkastik ve öz güvensiz yaptı. Radikal sevgi deyince beliren o alaycı gülümseme var ya, bence bize şunu söylemeli: Dönüp kendine bak bakalım, ne yaptı bu sistem sana? Hiçbir şeye inanmıyorsun artık. Bunu eleştirmek için söylemiyorum. Diyorum ki, bunu beraber tedavi edelim. Bu kitabı yazmanızın nedeni bu mu? Son sözde özgür olmak için yazdığınızı söylemişsiniz. Nedir sizi özgürleştiren? Kendimi, başkalarını, dünyayı, insanı affetmek. Buraya geldiğimde 44 yaşındaydım. 20 yıllık emeğimi 13 saniye süren bir telefon konuşmasında sıfır yaptılar ve kimsenin bana merhaba demeye cesaret edemediği bir zamandan geçtim Türkiye’de. Korkunun insanları nasıl bozduğunu ve yeniden biçimlendirdiğini de çıplak gözle seyrettim. Dolayısıyla faşizm insan üzerinde nasıl hasar yaratır çok iyi biliyorum. E, benim de affetmeye ihtiyacım var. Helalleşme gündeme geldiğinde en sert tartışma affetmek üzerinden yaşandı. Kolay mı affetmek? Çok zor. Helalleşme, İslami kültüre referansı olduğu için biraz kafaları karıştırdı. Barışmak değil, uzlaşmak değil, yüzleşmek değil, hepsini içeriyor. Yalnız affetmek için bizim kültürümüzde olmayan bir tür günah çıkarma da gerekiyor. İnsanın kendisiyle, suçuyla yüzleşmesi şart. Yoksa “Ne yaparsan yap ben seni affettim” değil. Başlangıç noktası konuşmak ve karşılıklı hikayeyi birleştirmek. İlahi adalet diye bir şey yok dünyada. Hayata barış içinde devam edebilmek var. Bunun için de bazı yaslar tutulacak, bazı taşlar eteklerden dökülecek. Bazı utançlar çekilecek, bazı insanlar da zorla utandırılacak. İçinden geçtiğimiz demokrasi krizinin en önemli ahlaki özelliği utancın kaybı. Artık kimse kimseyi utandıramıyor. Sonunda bu utanç kaybı politik bir araca, hatta kültürel kimliğe dönüştü. Buradan dönüp helalleşmeye bakınca, önce utanmayı öğretmek gerekiyor.- Kalpsiz Bir Dünyaya İnat: HepBeraber / Ece Temelkuran / Everest / Deneme / 184 sayfa