06 Mayıs 2024, Pazartesi Gazete Oksijen
15.09.2023 04:30

‘Benim ihtiraslarım var’

Mustafa Kemal Sofya’da askeri ataşe iken, Corinne Lütfü’ye Fransızca olarak yazdığı mektuplardan birinde “J’ai des ambitions” diye bir paragrafa başlıyor. Yani “Benim ihtiraslarım var,” sonra şöyle devam ediyor: “Hem de en büyüklerinden. Fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük meblağlar elde etmek gibi maddi emellerin tatmini ile ilgili değillerdir. Ben bu ihtiraslarımın gerçekleşmesini vatanıma büyük faydaları dokunacak, bana da layıkıyla yerine getirilmiş bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün hayatımın prensibi bu olmuştur. Ona (bu büyük fikre) çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da onu muhafaza etmekten geri kalmayacağım.”

12 Ocak 1914 tarihinde 33 yaşındaki Mustafa Kemal’in Fransızca olarak yazdığı mektubun bir bölümünün çevirisi böyle. 1923 yılında kurulacak olan Cumhuriyet’in ilk manifestosu sanki. Mustafa Kemal hakkındaki bütün ciddi belgelere bakın; tarihin en büyük kargaşa dönemlerinden birinde yaşadığı hâlde; hayatı boyunca temiz kalmış bir insan olduğunu göreceksiniz: Ne yolsuzluk, ne suistimal, ne katliama karışma, ne de isabetsiz kararlarla askeri kırdırma… Hiçbiri yoktur.

(Şimdi bana birçok itiraz mesajının yağacağını biliyorum ama lütfen karşı propaganda metinlerini, dedikoduları değil ciddi belgeleri okuyun.)

Bugün Cumhuriyet’e karşı Osmanlı’yı savunduğunu sananlara sormak isterdim: Hanginiz Devlet-i Aliyye’yi korumak için dokuz cephede savaştınız, hanginiz Libya’da gözünü, ölümün kol gezdiği savaş meydanlarında sağlığını kaybetti? Hanginiz böbrek sancılarıyla, kırık kaburga kemiğiyle ordu yönetti? Hanginiz Osmanlı ordularını yenilgiden kurtarmak için Harbiye Nezareti’ne rapor üstüne rapor yazdı, sonradan ne kadar doğru olduğu ortaya çıkacak tespitlerine kulak verilmediği için kendini paraladı. Hanginiz Veliaht Vahdeddin’in yaveri olarak gittiği Berlin’de Kayzer Wilhelm’e Osmanlı ordusunu savundu?
Ve son can alıcı sorum şu: Dünyada hangi millet, kendisini var etmek için canını ortaya koymuş ve dünyanın saygısını kazanmış kurucu liderine bu kadar saygısızlık eder?

(Tekrar tekrar yazdığım gibi, Gazi ile onun vefatından sonra icat edilmiş ‘Kemalizmler’ aynı şey değildir. Ben, onun maskesi altına gizlenerek halka karşı suç işleyenleri değil; bizzat onun şahsiyetini savunuyorum.)

Subay ve centilmen

 Tarihsel kişiliklerin başına gelen en kötü şey; vefatlarından sonra, onlar adına davrandığını söyleyen ama taban tabana zıt hareketlerde bulunan grupların ortaya çıkmasıdır. Büyük bir trajedidir bu. Büyük insanların sağlıklarında izin vermedikleri ve onları temsil etmeyen düşünceler, yanlış bir biçimde onlara mal edilir. Ne yazık ki bu olay tarihin en büyük kişiliklerinden birisi olan Mustafa Kemal Atatürk’ün de başına gelmiştir.

Mustafa Kemal her şeyden önce dünyada artık kaybolmuş bulunan “subay ve centilmen” figürünün en son örneklerinden biridir. Büyük bir askeri deha olmasına rağmen; kibarlığı, centilmenliği elden bırakmayan, hayatının her anını soylu ve mert davranışlara adayan büyük bir şahsiyettir. Askerlik yapan herkes, o ortamda sık sık küfür edildiğini, hatta asker dövüldüğünü bilir. Ama Mustafa Kemal küfür etmeyen bir subaydır. Yaşamına tanıklık etmiş olan yakın çevresi, kızdığı zaman onun ağzından çıkan en kötü sözün; “Şaşarım senin akl-ı perişanına” olduğunu aktarır. Ne kadar masum değil mi: Sadece “Şaşarım senin akl-ı perişanına!” Hepsi bu kadar.

Reşit Galip olayı

Ülkenin en kudretli insanı olduğu sırada, Çankaya sofrasında içkiyi fazla kaçırarak saygısızlık eden genç milletvekili Reşit Galip’e söyledikleri, onun nezaketine müthiş bir örnektir.

O sıralarda Atatürk’ün bir hocası, Maarif Vekilidir (Milli Eğitim Bakanı). Genç milletvekili Reşit Galip de o zatın bu görevi yürütemediğini söylemektedir. Atatürk sabırla “Reşit Galip bey, o zat beni yetiştirmiştir. Galiba biraz rahatsızlandınız. Kalkıp bir parça nefes alsanız!” dediğinde Reşit Galip yumruğunu masaya indirerek “Burası milletin sofrasıdır, kalkmıyorum” demiştir.

Bugünün liderleri böyle bir davranış karşısında ne yapar? Hep beraber düşünelim, sonra da Atatürk’ün ne yaptığına bakalım. Bugün “diktatör” olduğu öne sürülen “tek adam”, bu terbiyesizlik karşısında sinirden mosmor kesilir ama kendisine hâkim olarak ayağa kalkar “O halde masadan kalkmak bize düşer!” diyerek salondan çıkar. Ertesi gün Reşit Galip, yaptığına bin pişman olarak memleketine gider.

Birkaç ay sonra Atatürk, Reşit Galip’in ne yaptığını sorar. Mahcup bir biçimde gittiğini söylerler. “Çağırın” der. Huzuruna geldiğinde ise bu tatsız olayı hiç hatırlatmadan onu güler yüzle karşılar ve ne yapar biliyor musunuz: Reşit Galip’i Maarif Vekilliğine getirir. Çünkü o, böyle bir insandır. Anlattıklarımın inanılmaz geldiğinin farkındayım ama noktası noktasına doğrudur. İnanmayan kaynaklara baksın.

Barış dehası

Atatürk’ü askeri deha olarak selamlamak için onun, kazandığı zaferlerle iki kez Britanya hükümetini devirdiğini anmak yeterlidir. Ama onun daha da önemli yönü, bir “barış dehası” olması. Bakın 1937 yılında Amerikalı bir gazeteciye verdiği röportajda ne söylüyor: “Bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla insan, mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, bütün cihan milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendi milletinin saadetine ne kadar kıymet veriyorsa bütün dünya milletlerinin saadetine hâdim olmağa (hizmet etmeye) elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Bütün akil adamlar takdir ederler ki, bu vadide çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü dünya milletlerinin saadetine çalışmak, diğer bir yolda kendi huzur ve saadetini temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında sükun ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan mahrumdur.”

Dünyada faşizmin kol gezdiği 1937 yılında bu sözleri söyleyebilmiş bir lider gösterin, bütün iddialarımdan vazgeçmeye hazırım. Ama kimse gösteremez. Bu yüzden diyorum ki “İnsanlık tarihinin en büyük birkaç evladından birisidir Atatürk.”