Bu adaletsiz dünyada göçler kolay kolay son bulmayacağı için, Avrupa ülkelerinin giderek ırkçı demokrasilere dönüşme olasılığı çok yüksek. Ben buna democ-racism adını veriyorum yani ırkçı demokrasi Rönesans’tan, insan hakları bildirgesinden ve onca demokrasi denemesinden sonra tekrar ırkçılığa, savaşa, şiddete dönük politikalar ağırlık kazanıyor. Buna nasıl karşı konulabilir? Elimizde ne var? Elbette edebiyat
Humanitats Festivali kadar önemli ve değerli bir organizasyonun bana açılış toplantısında konuşma fırsatı sunması benim için büyük bir onur. Festival yöneticilerine ve emeği geçen herkese teşekkür ederim.
Kültür ve sanatın bizatihi bir barış eylemi olduğuna inanan bir insan olarak bu tarz uluslararası toplantıların önemli olduğunu düşünüyorum. Elbette dünyada devam eden kanlı savaşlar ve paylaşım kavgaları, sadece kültür ve sanatla çözülemez. Ama bu tip faaliyetler politikacılar için üzerinde yürüyecekleri bir dostluk halısı oluşturur. Türkiye ve Yunanistan dışişleri bakanları rahmetli arkadaşım İsmail Cem ve George Papandreou iki ülke arasındaki dostluk girişimleri için halı metaforunu kullanmış ve bu konuda çok çaba harcamış olan Mikis Theodorakis ve bana teşekkür etmişlerdi.
Hayatını barış ve kültüre adamış bir insan olarak, Türk-Kürt, Türk-Yunan, Türk-Ermeni, Türk-Yahudi gibi geçmişin tortuları ve ön yargılarıyla sorun oluşturan konularda, dostluk girişimlerine mutlaka sanat boyutundan başlamak gerektiğini öğrendim. Çünkü deyim yerindeyse sanat kalpleri yumuşatıyor ve karşı taraftakinin de ‘insan’ olduğunu hatırlatıyor. Hükümetlerin savaşa hazırlanmak için karşı tarafı dehumanize etme girişimlerinin önüne büyük bir engel koyuyor.
Konu açılmışken 90’lı yıllarda UNESCO İyi Niyet Elçisi olarak katıldığım önemli bir barış toplantısından söz etmek isterim… 1993 yılında Granada’daki efsanevi Alhambra sarayında Simon Peres ve Yasser Arafat’ı buluşturmuştuk. İki liderin kararlı biçimde barış istemesinden, hatta bunun daha ötesine geçip ortak sulama projeleri gibi konuları konuşmaya başlamalarından çok etkilenmiştik. Toplantının sonunda Ortadoğu barışıyla ilgili umutlarımız artmıştı. Ama her barış girişiminin başına gelen trajik kadere uygun biçimde, bu barışın sonunu, Isak Rabin’e kurşun sıkan fanatik bir el ve arkasındaki güçler getirdi.
14’üncü yüzyılın büyük Arap düşünürü İbn Haldun, dünyayı yedi bölgeye ayırmış ve burada oluşan kavimlerin görünüşü, kültürü ve adetlerinde iklimin son derece önemli bir rol oynadığını ifade ederek, yer değiştiren ve başka kültürleri tanıyan kavimlerin zamanla kendilerinin de değişebileceğini söyleyerek, yedi yüz yıl önce ‘mutlak ırkçılık’ karşıtı bir felsefe oluşturmuştu.
Bugün dünyayı İbn Haldun gibi yedi değil, iki büyük bölge yani – sınırları belirsiz ve öznel olsa bile- Batı ve Doğu olarak algılamak alışkanlığı var ve nedense bu iki bölgeyi birbiriyle uzlaşamaz, anlaşamaz, hatta Huntington’un vurguladığı gibi ‘çatışmaları kaçınılmaz’ ayrı dünyalar olarak kabul ediyoruz.
Aslında değişik dünyaları birbirine anlatmanın en etkili yolu edebiyat olduğu için bu konudaki diyalog eksikliğinin bizi bu yanlış düşüncelere sürüklemesi, yani İbn Haldun’dan geriye düşürmesi kaçınılmaz.
Toplumların birbirini tanımasının gizemli dili olarak edebiyatı işaret ediyor olmam kimseye şaşırtıcı gelmemeli. Çünkü ülkelerin başka diyarlar hakkında fikir edinmesinin çeşitli katmanları mevcut. Bunların nicelik bakımından en yaygın ama niteliksel olarak en düşük katında turistik düzey geliyor. Her yıl yüz milyonlarca turist değişik ülkelere gidiyor, kendi turistik gettolarında yaşıyor ve o halkın kültürü hakkında hiçbir fikir edinemeden geri dönüyorlar. Bu düzeyin bir kültür alışverişi yaratamayacağı ortada.
Turistik düzeyden daha derinde gazetecilik düzeyi geliyor. Gücü çok büyük olan ve aslında kültürleri birbirine anlatma olanaklarına sahip medya kurumları da ne yazık ki bu olanağı, klişelere esir düşerek kullanmıyor, tam tersine ülkelerin birbirleri hakkındaki ön yargılarını pekiştirme gibi zararlı bir işlevi üstleniyor. Milliyetçilik ideolojisinin ve ırk üstünlüğü yanılgısının öne çıkardığı nefret söylemleri en çok medya aracığıyla körükleniyor. Edward Said’in haklı olarak ‘cehalet çatışması’ (clashes of ignorance) dediği olgu da buradan kaynaklanıyor işte. Büyük medya, karşı tarafın insan olmadığı yönünde (Vietnamlılar maymundur, komünistlerin kuyruğu vardır, Irak’ta kitle imha silahları bulunur, Gazzeliler hayvanımsı insandır vs.) beyin yıkamalarla toplumları savaşa hazır, en azından itiraz edemez hale getiriyor.
Oysa gerçek edebiyat, büyük ölçüde bu tuzaklara düşmeden, insanları din, milliyet, üniforma, bayrak gibi simgelerden ayırarak ‘sadece insan’ olarak görebilmeyi ve anlatabilmeyi başarıyor.
Bu konuda hayranlık duyduğum örneklerden birisi Puşkin’in ‘Erzurum Yolculuğu’ kitabıdır. Osmanlılara karşı çarpışan ve Doğu Anadolu’da toprak kazanan Rus ordusuyla birlikte seyahat eden büyük şairin hiçbir cümlesinde militer ya da dost-düşman kavramları arkasına gizlenmiş bir ön yargı bulamazsınız. Mensup olduğu Ruslarla, ‘düşman’ olarak karşılarına çıkan Türkleri aynı temiz yürekle anlatır. Bir başka örnek de Osmanlı-Sırp Harbi sırasında, Çarlık Rusya’sında yürütülmekte olan; ‘süngüsüne bebek takmaktan zevk alan Türk’ imgesine karşı sesini yükselten ve bu nedenle ağır milliyetçi eleştirileri göğüslemek zorunda kalan Tolstoy’dur. Büyük yazar, kamuoyu tarafından parçalanmak pahasına, savaş makinesinin müthiş bir keskinlikle dönen propaganda çarklarının karşısına çıkma cesaretini gösterebilmiştir. Dünya edebiyatı, böyle sayısız örnekle doludur ve bu namuslu yazarları okumak insana, büyük bir mutlulukla ‘İyi ki edebiyat var!’ dedirtir.
Oysa gerçek edebiyat, büyük ölçüde bu tuzaklara düşmeden, insanları din, milliyet, üniforma, bayrak gibi simgelerden ayırarak ‘sadece insan’ olarak görebilmeyi ve anlatabilmeyi başarıyor
Zamanımızdaki kadar aşırı örneklere rastlanmasa bile, kendi döneminde Goethe bu bilgisizliğe karşı bir ‘Dünya Edebiyatı’ (Weltliteratur) anlayışı geliştirmiş, bilindiği gibi hayran olduğu Fars şairlerinden çeviriler yaparak ve onların tarzında şiir yazarak, büyük bir entelektüel devrim başlatmıştı. Kelimeyi, Farsça orijinalindeki gibi kullanarak yazdığı Hikmetname’lerden birinde, büyük bir alçakgönüllülük göstererek şöyle der: “İtiraf edelim ki Doğu’nun şairleri/ Daha büyüktür biz Batılı şairlerden.’’
Ne yazık ki Goethe kadar saygı duyulan bir ismin çabaları bile Batı dünyasını, Doğu dünyasına yeteri kadar yakınlaştırmaya yetmedi. Batı; Aristoteles yorumcusu İbn Rüşd (Avorreas), Fars şairleri ve Galland’ın çevirileri ile tanıtılan Binbir Gece Masalları dışında Doğu edebiyatı konusunda çok fazla bilgi sahibi olmadan yaşadı. (Binbir Gece Masalları’nın ve Doğu gizeminin tanıtımında J.L. Borges’in katkıları da göz ardı edilmemeli ebette.)
Buna karşılık, dünyanın dönüş yönü gereğince rüzgarların genellikle Batı’dan Doğu’ya esmesi gibi Doğu, sürekli olarak Batı edebiyatının etkisi altında kaldı. Roman alanında iyice belirginleşen bu durum, ilk bakışta Doğu’nun aleyhine gibi görünüyor ama Doğu’dan beslenemeyen Batı da eksildi. Kendi merkezi çevresinde dönüp durması; kaçınılmaz olarak, çeşitli akarsuların döküldüğü bir deniz gibi zenginleşememesi sonucunu ortaya çıkardı.
Kısacası Goethe’nin o harika rüyasının gerçekleşememiş olması, yalnız edebiyata değil, dünya barışına da büyük darbeler indirdi ve ne yazık ki bu durum devam ediyor. Oysa barış kültürünün oluşmasındaki en büyük görev, toplumların derin ruhunu birbirine anlatma imkanına sahip olan edebiyata düşebilirdi. Eminim ki; Goethe’nin ‘Dünya Edebiyatı’ rüyası gerçekleşebilseydi, yeryüzü daha güzel bir yer olurdu.
Democ-racism
Çağımızın en yakıcı sorunlarından birisi de göç. Akdeniz’i bir mezarlık haline getiren ciddi bir insanlık trajedisi yaşanıyor. Bu durum, giderek kutuplaşan dünyada çok ciddi bir sorun yaratıyor ve yaratmaya devam edecek. Belki edebiyatın öngörüsü olarak kabul edilebilecek bir örnek vermek istiyorum. 1975 yılında Stockholm’de sürgün yaşamındayken yazdığım ‘Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm’ romanımda bir kahramanın ağzından şu cümle yer alıyor: ‘Bu durum böyle sürerse ilerde yoksul insanlar Asya’dan, Afrika’dan sallara, botlara binip Avrupa kıyılarına gelecekler ve buna kimse engel olamayacak.’ Tevazuyla belirtmek isterim ki bu durum sadece düşünceyle değil sezgi ile anlaşılabilir. Avrupa Birliği ülkelerinde asimetrik şekilde göçmen karşıtı politikalar benimseniyor çünkü sık sık seçimlerle denetlenen yönetimlerden bunu halk talep ediyor.
Almanya’da “Almanya Almanlarındır” diyen göçmen karşıtı AFD’nin giderek yükselmesi, bir eyalette seçim kazanması ve iktidara ortak olacak noktaya gelmesi, Fransa’da Le Pen olgusu, İtalya, Polonya, Macaristan gibi ülkelerde göçmen karşıtı sert iktidarlar, İsveç’te aşırı sağcı partinin gösterdiği başarı dünya için alarm zilleri çaldırmakta. Bu adaletsiz dünyada göçler kolay kolay son bulmayacağı için, Avrupa ülkelerinin giderek ırkçı demokrasilere dönüşme olasılığı çok yüksek. Ben buna democ-racism adını veriyorum yani ırkçı demokrasi. Tabii böyle bir rejimin ne kadar demokratik olduğu da ayrı bir soru?
Batı’nın yüzyıllar boyunca sömürdüğü, doğal kaynaklarına ve iş gücüne el koymak için korkunç zulümlerle inlettiği ve geri bıraktırdığı ülkelerden kaçan milyonlarca göçmene karşı uygar ve zengin Batı en ağır yaptırımları uyguluyor, zavallı insanların çoluk çocuk azgın denizlerde boğulmasına göz yumuyor, sınırlarını kapatıyor ve bu tarihsel oluşumdaki rolünü hiç hesaba katmıyor. Bugün bile dünya jandarmalığı yapan ABD’nin yarattığı savaşlar ve iç savaşlar yüzünden milyonlarca insan ölmekte.
Ülkesi harplerle perişan olmuş, şehirleri bombalarla yıkılmış, ekmeğe, suya, ilaca muhtaç milyonlarca çaresiz insan göçmekten başka ne yapabilir? Kuşlar ve balıklar gibi onlar da daha uygun yaşam koşullarına ulaşmak için göçüyorlar. Bu göçlerde, o ülkeleri yıkan, mahveden Batı’nın hiç mi suçu yok da bir bedel ödemeden sınırlarını kapatıyor.
Türkiye’de on milyon civarında göçmen olduğu tahmin ediliyor, sadece İstanbul’da 2.5 milyon göçmenin yaşadığı saptandı. Türk halkında da özellikle Suriyeli, Afgan ve Afrikalı göçmenlere karşı protestolar yükselmekte. Zaman zaman çatışma halini alan bu protestolarda ölenler, yaralananlar bile oldu.
Kısacası Rönesans’tan, aydınlanma hareketinden, insan hakları bildirgesinden ve onca demokrasi denemesinden sonra tekrar ırkçılığa, savaşa, şiddete dönük politikalar ağırlık kazanmaya başladı.
Buna karşı ne yapılabilir, nasıl karşı konulabilir? Elimizde ne var?
Sanırım bunun cevabını hepimiz biliyoruz. Kültür insanları, empati duygusuna sahip yazarlar, şairler olarak elimizde, bir terzinin elindeki kumaş gibi şekil verebildiğimiz dilimiz, notalarımız, fırçalarımız, kalemlerimiz var ve bu araçlarla milyonlarca insana seslenme olanağına sahibiz.
Kitaplarımız, konuşmalarımız, resimlerimiz ve müziğimizle değişik kökenlerden gelen halkları birbirine anlatmaya, göçmen dediklerimizin de acıkan, korkan, daha iyi bir yaşam için acı çeken, çocuklarını seven insanlar olduklarını göstermeye çalışabiliriz. Angaje bir sanat tutumundan değil, sanatın özünde varolan, insanın insanca yaşama ilkesinden söz ediyorum.
Beni dinlemek için bu vakti ayırdığınız için şeref duydum. Hepinizi derin bir saygıyla selamlıyorum.
Dénia Festival de les Humanitats, Dénia’yı eleştirel düşüncenin merkez üssüne dönüştürmek için geri dönüyor. Dénia Festival de les Humanitats, 2022 sonbaharındaki başarılı ilk baskısı ve ilkbaharda yapılan bir toplantının ardından 26 - 28 Ekim 2023 tarihleri arasında 12 tartışma oturumu ve ulusal ve uluslararası sahnedeki en iyi konuşmacılarla geri dönüyor. Multidisipliner toplantı böylece ekonomi, sinir bilimi, tıp, antropoloji, felsefe, tarih, hümanizm, etik ve kültür gibi alanlardaki en büyük akademisyenlerin buluşma noktası olacak.