19 Mart 2024, Salı
17.03.2023 04:30

Dil, gönül demektir

Deprem, sel, ihmal, yolsuzluk, çıkarcılık, kötü yönetim, vicdan yoksunluğu, devlet kibri, bilim düşmanlığı bir karabasan gibi çöktü üstümüze.
Bu durumda ne yazılabilir, hangi konuda kalem oynatılabilir?
Yazılacak olan her kelime yaşanan felaketin büyüklüğü yanında aciz kalacaktır.
Adorno, çok tartışılan bir makalesinde ‘Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır’ demişti. Ama o, acı çeken kitlenin sanat nesnesi haline getirilmesinden, istismar edilmesinden söz ediyordu. Yoksa acılar elbette anlatılacak.
Erich Maria Remarque, ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ romanını yazmasaydı, belki de o savaşın insan ruhunda yarattığı yıkımı hayal bile edemeyecektik.

***

Beyin düşünür, yürek kavrar.
Son zamanlarda, bilim insanları kalbin de kendi belleği ve bir çeşit düşünce biçimi olduğunu öne sürüyor. ‘Kalp kırılması’ diye bir şeyin gerçekliğini kanıtlıyorlar.
‘Ben bu derdi çeke çeke ölürüm’ türküsünün bilimsel açıklaması bu.
Halkın sezgiyle söylediğini bilim deneyle açığa çıkarıyor.
700 yıl önce Yunus Emre ‘Bir tek gönül yıktın ise/ Bu kıldığın namaz değil’ diye dâhilere yakışır bir yalınlıkla, büyük bir gerçeği anlatıyordu.
Einstein dediği gibi: ‘Sezgi bilgiden daha önemlidir.’

***

Laf lafı açıyor ama yürek demişken, hele de felaketler konusunda (haber vermek dışında) söz tükenmişken, kendi alanıma dönmem fena olmaz galiba.
Kalp, yürek, gönül.
İşte size üç benzer kelime. Bazı nüansları gözardı ederseniz sanki biri ötekinin yerine kullanılabilirmiş gibi duruyor. Çünkü üçü de insanların kan pompalayan organını anlatmak için kullanılıyorlar.
Ama gelin bir de bunları tersine çevirmeyi deneyelim; kalpsiz, yüreksiz ve gönülsüz diyelim.
Göreceğiz ki bu üç kelime birbiriyle hiç ilgisi olmayan apayrı anlamlara bürünmekte. Türkçe bilen herkesin kabul edeceği gibi kalpsiz=acımasız, yüreksiz=korkak, gönülsüz=isteksiz demektir.
Bu örneği, Türkçeyi sadece Orta Asya kökenli kelimelerle sınırlı tutmak ve var olan birçok kelimeyi kullanımdan sürüp atmak isteyenlere karşı verdim.
İlk gençlik çağlarımdan beri, öztürkçecilik akımının doğru bir yaklaşım olmadığını düşünürüm.
Yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi, her kelime zaman içinde başka anlamlara bürünüyor; atasözlerinde, şiirlerde, gündelik konuşmalarda kullanıla kullanıla anlam kaymalarına uğruyor ve bir lisanın tadı, tuzu, baharatı gibi olmazsa olmaz bir niteliğe bürünüyor.
Daha edebiyatı yeni yeni öğrenir, müthiş bir okuma ihtiyacıyla sarsılır ve sanki bir okyanusu içmek istercesine her bilgiyi edinmeye çalışırken “öztürkçe meselesi” karşımıza çıkmıştı. Bu akımı çok güçlü bir biçimde savunan edebiyatçılar vardı ama benim aklım bu teze yatmıyordu bir türlü.
Çünkü kelime atmak bir lisanı fakirleştirmekten başka bir sonuç doğuramaz.
O dönemlerde “mesela” kelimesi dışlanmıştı. Yerine “örneğin” denilmesi isteniyordu. Ne var ki “örneğin”, ‘mesela’nın dilimizde tuttuğu yeri karşılayamıyordu.
Eğer bu kuralı bağnaz bir biçimde uygularsanız meşhur Laz fıkrasındaki “Mesela dedik” finalini, “Örneğin dedik”e çevirmeniz gerekirdi ki bu da mizahı, fıkrayı ve sıcaklığını öldüren takır tukur bir söyleyiş biçimiydi.
Bir süre sonra “mesela örneğin” diyerek iki eş anlamlıyı birden kullanan insanlar belirdi. Bu kişiler “fikir ve düşünce” demekten de kaygı duymuyor, kelimelerin eski ve yeni karşılıklarını art arda kullanıyorlardı ki böyle bir şey kabul edilemezdi elbette.
Aynı talihsizlik “kelime”nin de başına geldi. Bu kavramın karşılığı olarak önce “tilcik” dememiz istendi, bu tutmayınca “sözcük” karşılığı bulundu. Ama dille ve yazıyla uğraşan bir insan için bu karşılığın da tutması ihtimali yoktu. Ortada, yüzyıllardır kullanılan “kelime” gibi tumturaklı bir kelime varken, niçin sözün küçüğü anlamında “sözcük” demeye zorlanacaktık ki.
Yaşlı bir Anadolu efendisinin “Hele otur iki kelam edelim” deyişini edebiyattan çıkaracak mıydık?
Pir Sultan Abdal’ın “Mecliste arif ol kelamı dinle” dizesini unutacak mıydık?
İşin garibi dilde ırkçılık anlamına gelebilecek olan bu davranış sol hareketlerin savunmasıydı. Türkiye’ye özgü tuhaflıklardan biriydi bu durum. Irkçılar siyasal anlamda Türk ırkını yüceltmeyi ama edebi bakımdan, konuşulan Türkçe’yi korumayı savunurken, enternasyonalist solcular dil alanında Çağatay Türkçesi‘ne dönmek gerektiğini ve Orta Asya’da kök bulmayan her kelimeyi dışlamayı benimsiyorlardı.
Diyalektik materyalizme “eytişimsel özdekçilik” demek gibi, dünya kültürüne ters önerilerde bulunuyorlardı.
Bugün bile yazılarıma bazı öztürkçeci okurlardan itirazlar gelir ve niye kelimelerin Türkçesini kullanmadığımı sorarlar.
Cevabı gayet basit: Yazdığım dili yoksullaştırmak istemiyorum da ondan. Bir yazar metinlerinde ne kadar çok kelime kullanırsa o kadar değerli sayılır. Fransız edebiyatında Victor Hugo’nun kullandığı kelime sayısına hiçbir yazar erişememiştir.
Peki; Hugo’nun kullandığı her kelime “özfransızca” mıdır? Elbette hayır! Fransız dili Latince, Yunanca başta olmak üzere birçok lisandan aldığı yüzbinlerce kelimeyle zenginleşmiştir. İngilizce için de aynı durum söz konusudur.
Bazı soyut kavramlar, içinde doğup büyüdüğü kültüre göre anlam kazandığı için entelektüel lisanda orijinal haliyle kullanılabilir. Mesela birçok dilde “zamanın ruhu” denmez de “zeitgeist” (zaytgayst) denir. Çünkü bu kavramın Alman dilindeki genişliği, başka dile çevrildiği zaman kaybolur.
Şimdi bazı okurların aklına “Güneş Dil Teorisi” ve benim bu konuda ne düşündüğüm takılabilir. Hemen söyleyeyim ki bu teori, bir ulus-devlet yaratma döneminin aşırı gitmiş bir zorlamasıydı. Bunun böyle olduğu bizzat Atatürk’ün “Güneş Dil Teorisi”nden vazgeçmiş olmasıyla sabittir.
Atatürk dile çok önem veren, Osmanlı’nın son döneminde zirveye yükselmiş olan dili ustaca kullanan (o devrin tabiriyle) bir münevverdi.
Dilin ahengine, tadına tuzuna dikkat ederdi. Hatta “muhakkak” kelimesini ses olarak yetersiz bulup, “muhakkaka” olarak değiştirdiği ve vurguyu artırdığı bilinir.
Gençlik dönemimin tartışmaları içinde bulduğum çıkar yol; hangi kökenden gelirse gelsin her güzel kelimeyi kullanmak, zengin bir kelime haznesine sahip olmak ve aynı metin içinde bir kavramın eskisine ve yenisine yer vermekten çekinmemekti.
Bu bakımdan şimdi medeniyet de derim uygarlık da.
Fakir de derim yoksul da.
Yazdığım cümleye ahenk olarak hangisi yakışıyorsa, hangisi istediğim nüansı duyurabiliyorsa onu seçmekte sakınca görmem. (Bakın burada “mahzur” da diyebilirdim ama sakınca demenin bir mahzurunu görmedim.)
Kendi elimizle kendi dilimizi yoksullaştırma çabasını hiçbir zaman anlayamadım demiştim. (Burada da “çaba” kelimesi iyi gitti ama hemen sonraki cümlede “gayret” demem gerekirse hiç çekinmeden kullanırım.)
Bugün ne yazık ki Türkçe çok yoksullaştı. Sadece sokakta konuşulan iki yüz kelimelik dilden söz etmiyorum, gazetelerde de sınırlı sayıda kelime kullanılıyor. Dolayısıyla genç kuşaklar, kısır bir dille, sınırlı bir kelime haznesiyle yetişiyor.
Mesela “kıskançlık” sözünü düşünelim. Eğer “gıpta, haset, çekememezlik, özenmek, imrenmek vs” gibi kelimeleri kullanmazsanız, bu duygunun nüanslarını nasıl anlatacaksınız?
Kaba kelimesini, “hoyrat, nobran, nadan” gibi farklılıklarla süslemezseniz nasıl güzel bir metin yazacaksınız?
Dili bu derece yoksullaştırmanın sonucu; “muhatap” kelimesini ekran altyazılarında ve haber sitelerinde “muattap” diye yazan bir nesil yetiştirmektir ki “biz o nesle aşina değiliz.”
Yoksa “Biz o kuşağa tanış değiliz” mi demeliydim?