Eskiden “Gözümle gördüğüme inanırım’’ denirdi, şimdi ona da inanmama dönemi. Çünkü “Deep Fake”, insanların yüzünü kullanarak onlara istediği her şeyi söyletiyor, film yıldızlarının ve siyasetçilerin yer aldığı sahte porno videoları üretiyor. Bu kaygan zeminde gerçeğe ulaşabilmek çok zor. Bilgiye değil, doğru bilgiye nasıl ulaşılabileceğini öğrenmek gerekiyor. Bu yüzden ‘Acaba’ sorusu tarihin her döneminden daha fazla önem kazanmış durumda
Bilgi deyince, daha doğrusu bilgilenmek deyince aklımıza ne geliyor? Araştırarak ve gözlemleyerek gerçeği öğrenmek gibi bir şey, değil mi? Genelde hep olumlu bir kavram olarak düşünürüz bilgiyi. Bu bizim eskiden kalma alışkanlığımız. Elbette sahtekârlığın, sömürmenin, öldürmenin de bilgileri hep vardı; olumsuz yönde de kullanılabilen bir güçtü bilgi. Ama daha yaygın biçimde, bilginin artmasını faydalı kabul ederdik. Kuşaklar boyunca oluşmuş bu kanaat hâlâ devam ediyor.
Oysa son on yıllardaki gelişmelerle, bilgi, çok açık biçimde kapitalist sistem içindeki önemli metalardan birine dönüştü. Özellikle iletişim alanında ve veri işleme konusunda artan hız, bu sonucu ortaya çıkardı. Artık daha hızlı yaşıyoruz, daha hızlı işlemler yapıyoruz, bilgilere daha hızlı ulaşıyor, daha hızlı kazanıyor, daha hızlı kaybediyoruz. İletişimin kolaylaşması ve bilgiye ulaşma yollarının açılması meselesini düşünmeye çalışalım. (Bilgiyi hem information hem de knowledge anlamında kullanıyorum.)
Nazım Hikmet, Orhan Selim müstear ismiyle yazdığı yazısında, bir yazarın “Kitaplar yol kenarlarında tezgâhlarda satılıyor” diye yakınmasına yanıt veriyordu. “Keşke öyle olsa” diye düşünüyordu Nâzım. “Keşke herkes edebiyata öylesine ilgi duysa, kitaplara, bilgilere öyle kolay ulaşılsa.” Bilgiye ulaşmak insanlık tarihi boyunca çok zahmetli bir uğraştı. 1930’lar Türkiye’sinde ve dünyasında da öyle. Nâzım, kitapların daha kolay basılmasını, radyoların, ses kayıtlarının yaygınlaşmasını olumlu bir gelişme olarak görüyordu. Sadece ayrıcalıklı bir kesimin değil, herkesin araştırma, düşünme, öğrenme olanaklarına kavuşmasını istiyordu. Tabii, Nazım gibi bir büyük yaratıcı bile 2000’ler dünyasındaki internet olgusunu hayal edemezdi.
Bilgiye ulaşmak, artık önceki dönemlerde hayal bile edilemeyecek kadar kolay hale geldi. Aslına bakarsan, teknolojik gelişme açısından Nâzım’ın çok sevineceği olanaklar ortaya çıktı, ama ne yazık ki, “Keşke öyle olsa” derken kastettiği durum belirmedi. Çünkü “bilgi”, insanlığın önceki kuşaklarında olduğundan farklı bir niteliğe bürünmeye başladı.
Alvin Toffler de bilgiye ulaşmanın kolaylaşmasını ve bilgiyi işleme hızının yükselmesini, toplumsal yapıları değiştirecek kadar etkili bir gelişme olarak görüyordu. Epeyce konuşmuştuk, kitaplarını tartışmıştık kendisiyle. Hatta bir kitabının çevirisine önsöz yazmıştım. Tarihteki dönüşümleri ve insanların hayatını belirleyen “güç” kavramı üzerine çalışıyordu. Bin yıllardır, “Güc”ün üç temel ögesi olduğunu anlatıyordu:
İlk dönem toprak, ikinci dönem fabrika, şimdi ise bilgi devrimi diyordu.
Her türlü iktidar bu üç bileşenden oluşuyor. Daha doğrusu, bu üç bileşen, insanın fiziksel, düşünsel ve ahlaksal her türlü etkisini oluşturuyor. Ve bu üç güç kaynağı birbirine dönüşebiliyor. En eski dönemlerde, fiziksel güç diğerlerinden daha belirleyiciydi; kolayca paraya ve bilgiye dönüşüyordu. Sonraki dönemde, sermaye en baskın güç kaynağı haline geldi. Fizik gücü ve bilgi, paranın egemenliğine girdi. Ve Toffler’in birkaç on yıl öncesinden gördüğü gibi, içine girdiğimiz dönemde, bilgi diğerlerinden daha belirleyici bir güç kaynağı oldu.
Toffler, bu gelişmeyi bir fırsat olarak görüyordu. Umutlanıyordu. Çünkü fizik gücü ve sermayeye göre bilginin daha demokratik bir güç kaynağı olduğunu düşünüyordu. Sermayenin ulaşılmazlığına, kişiye büyük miraslar kalmasına bağlı olmadan, fiziksel güç ve cinsiyet ayrımı gibi fırsatçılıklara da gerek kalmadan, insanların çeşitli olanaklara daha adil biçimde ulaşacaklarına inanıyordu
Bilgi artık bilmiyor
Eskiden yaygın biçimde bilimsel, kültürel, düşünsel alandaki bir kavram olarak kullanılan bilgi, artık çok yüksek oranda, bir “piyasa” kavramına dönüşmüş durumda. Bilgi, çoğu durumda, kâr ve iktidar amacıyla yürütülen çalışmalarda işlenecek veriye karşılık geliyor. Bilgiye çok kolay ulaşılmaya başlanması, eskiden beri olumladığımız anlamda bir bilgilenme durumu yaratmadı. Her dakika, her saniye, her türlü bilgi sağanak halinde yağıyor, adeta insanın üstüne boca ediliyor. Profesyonel alanda çok hızlı aygıtlar ve hızlı işlemciler aracılığıyla işleniyor bilgiler. Ama günlük hayatımızda karşımıza çıkan bilgileri bir düşünün. Politikayla, kültür sanatla, bilimsel gelişmelerle, magazin dünyasıyla, edebiyatla, o kadar çok konuyla ilgili birçok bilgi, müthiş bir hızla önümüzden geçip gidiyor. Aslında bu duruma “Bilgiye kolay ulaşmak” demek doğru değil. Gerçekte olan şey şu; biz bilgiye maruz kalıyoruz. Korkunç bir bilgi enflasyonu içinde yaşıyoruz.
Her türlü enflasyon ortamında olduğu gibi, bu bilgi enflasyonu içinde de bilginin değeri düşüyor. Nelerin önemli, değerli olduğu, hangi bilgilerin fazlalık olduğu, yanılsamalar yarattığı, hangi bilginin ne işe yarayacağı, hangilerinin doğru, yanlış, yalan olduğu, bunların hepsi karışıyor, müthiş bir karmaşa oluşuyor.
Bilgi Çağı denen bu dönemin kendine özgü büyük tehlikeleri var. Galiba bunlar üzerinde, henüz yeterince durulmadı. Veya o tür düşünceler pek karşılık bulmadı. İnsanın sindirebileceğinden, işleyebileceğinden fazla bilgiye maruz kalması ne tür sorunlar yaratabilir? İnsan beyni bir işlemci değil. Bu bilgi enflasyonu ortamı, “bilgiye kolay ulaşma” açısından getirdiği faydadan çok daha fazla zararlar getiriyor. İnsan özelliklerini, kişiliklerini, alışkanlıklarını değiştiriyor.
Örneğin, son zamanlarda çok yaygın biçimde bir “cahillik” ithamı dikkat çekiyor. İnsanlar sürekli çevrelerindeki kişileri cahil diye eleştiriyor. Topluma ikide bir “cahil” diyen düşünürleri seviyor, onları entelektüel dünyadaki kendi temsilcileri kabul ediyorlar. Herkes; karşı olduğu siyasal partiye oy vermeyi, yanlış bulduğu düşünceleri savunmayı, ticarette başarısız olmayı, işyerinde terfi edememeyi, apartmanda rahatsızlık vermeyi, trafikte mantıksız davranmayı, bambaşka sorunlardan kaynaklı her türlü durumu “cahillik” ile açıklıyor. Psikolojik gerçekler, güvensizlik üreten koşullar, kültürel yozlaşmalar, hiçbir şey üzerinde durmaya gerek yok; hepsini aynı kefeye koyup kabaca “cahillik” demek yetiyor, bu “hız” ortamında yaşayanlara.
Çünkü önünden bunca bilgi akarken, bir göz atmayla bunca bilgiyi görebilecek durumdayken, insan kendisinin yeterli bilgiye ulaştığını sanıyor. Durup yoğunlaşma, derinlemesine düşünme, analiz etme özellikleri köreliyor, yüzeysel biçimde değinip geçme tarzları yaygınlaşıyor. Çok önemli buldukları ve kendilerini yeterince bilgili gördükleri önemli bir konuda, oturup düşüncelerini toparlamasını istesen, çoğu insanın söyleyecekleri üç beş sayfa boyutunu aşmaz. Ayrıca, çeşitli alanlardaki böyle azar azar bilgiler arasında da bir ilişkilendirme pek yapamazlar; birbirinden kopuk, bazen çelişkili düşünceleri savunurlar. Ama bu kadarlık bir “birikimi”, diğer insanlara “cahil” demek için yeterli görürler.
İnternetteki haberlerin altına yazılan yorumlarda, sosyal medyada ve günlük hayattaki sohbetlerde hep karşımıza çıkan bir “kanaat fışkırtma” denebilecek durum var. İnsanların görüşlerini gözden geçirmek, doğru bildiklerinden şüphe etmek veya yeni bir düşünceye ulaşmaya çalışmak gibi eğilimleri azalıyor, bir kanaate sahip olmak ve onu kesin ifadelerle savunmak yaygınlaşıyor. İnsan, bilgilerini kesin kabul ediyorsa, görüşlerini değişmez biçimde katılaştırmışsa, artık düşünmüyor demektir. “Acaba”sı olmayan insanlarda düşünmek diye bir süreç yoktur.
Gündelik dile de yansıyor bu durum. “Düşünüyorum” gibi, “galiba”, “belki” gibi sözcükler çok daha az kullanılıyor artık. Örneğin, “Bir fikrim var” gibi sözler ise eskisinden çok daha yaygın kullanılıyor. Bu dediklerim yapılmış bir çalışmaya dayanmıyor, sadece gözlem. Belki böyle bir çalışma yapılabilir. Örneğin 2000’li yıllardan sonraki ve birkaç on yıl öncesindeki romanların, köşe yazarlarının, televizyonda konuşanların kullandığı kelimeler karşılaştırılabilir. Ben, insanların düşünme süreçlerinden uzaklaşıp düşünceye sahip olmak eğilimine yöneldiklerini gözlüyorum. “Bir düşüncem var” türü ifadeler de bunu yansıtıyor. Düşünmek, bilgileri inceleyip ilişkilendirerek yürütülen bir zihinsel etkinlik değilmiş de “Bu da benim fikrim” denecek türde bir kişisel özellikmiş gibi. Sahip olunacak, katı ve değişmez halde saklanacak bir şey.
Düzenli olarak köşe yazdığım süre boyunca deneyimlediğim iletişim hızındaki değişim konusundan söz edeyim. 90’lı yıllarda, okur mektupları klasik biçimde gelirdi; zarfa konmuş kâğıt biçiminde postalanırdı. O zamanlar, yazdığın bir yazıyla ilgili geri dönüşleri üç-dört günden önce alamazdın. Hatta o dönemden kısa bir süre öncesinde ise gazeteler ve dergiler ülkenin birçok yerine bir iki gün gecikmeyle ulaşırdı.
Zaten her köşe yazarına her gün mektup da gelmezdi. Ben şanslıydım o konuda, her birini yılına ve ayına göre dosyaladığım mektuplar sürekli geliyordu. Onlardan hep beslendim, çok şey öğrendim. Ama yine de hepimiz, her köşe yazısından sonraki en azından ilk günler, dipsiz kuyuya atılan taşın yankısını duyamamak duygusunu yaşardık.
2000’li yıllardan itibaren ise okur mektupları e-posta yoluyla, genellikle Word dosyası biçiminde gelmeye başladı. Bu müthiş bir şeydi bizim için. Akşamüstü yazıp gazeteye teslim ettiğimiz sözlerimize, 5-10 saat sonra karşılıklar gelmeye başlıyordu. Artık dipsiz bir kuyuya taş atmıyorduk, dostlarla adeta diyalog kuruyorduk. Gerçi gelen mektupların sayısı sürekli çoğaldığı için pek yanıt yazamıyordum ama günlük yazılarım onlara ulaşıyordu ve daha bir sonraki yazıya başlamadan onların düşüncelerini okuma fırsatı buluyordum.
Tarihlerine göre bu sefer elektronik ortamda arşivliyordum hepsini. Zarf içinde gelmiyordu ama bunlar da sonuçta birer mektuptu. Çoğunda, yazmak için bir uğraş harcandığı, üzerinde çalışıldığı anlaşılıyordu.
Bu güzel gelişmeden 5-10 yıl sonra, gelen okur mektuplarının sayısı iyice artmaya başladı ama ne yazık ki yazarken gösterilen özenin düştüğü açıkça görülüyordu. Onlar benim için her zaman çok değerli oldular; eleştirmen ve yazar dostlarımın görüşlerinden daha öncelikli, daha önemliydiler gözümde. Aslında nitelikli mektupların, üzerinde düşünülecek değerde olanların sayısı azalmıyordu, hatta çoğalıyordu, ama toplam gelen e-postaların sayısı öyle büyük bir hızla artıyordu ki içindeki nitelikli olanların oranı düşüyordu.
Bundan sonraki aşama ise, okur yorumlarının e-postaya bile gerek kalmadan, hemen ekrandaki metnin altına yazılmaya başlanması oldu. Aynı zamanda yaygınlaşan sosyal medya da okur eğilimini bu yönde tamamen dönüştürdü.
Yazının yayınlandığı sayfada yorum yapmak ve sosyal medya iletişimi yaygınlaşınca, zaten e-posta gönderme alışkanlığı azaldı. Metnin altındaki kutucuğa hızlıca üç beş kelime yazmak yerine e-posta yazmaya devam eden insanlar arasında, gözlediğim kadarıyla, gerçek anlamda düşünmeye eğilimli olanlar çoğunlukta. Sosyal medyada açıkladığımız bir düşünceye veya yayın organı sitesinde çıkan yazıya yapılan yorumlar, gün geçtikçe daha yüzeysel, bir özen göstermeden geçerken değinmek haline geliyor.
Bu dönüşümün görünen yönüyle gerçek durumu arasında ciddi fark var bence. İnternet ortamında, altına çok fazla yorum yapılan bir yazıya bakıyorsun, seksen tane, yüz tane yorum oluyor. On binlerce kişinin okuduğu bir yazıya yönelik okur tepkisi onlarmış gibi görünüyor. Oysa yorum yazmayanların sayısı yazanların belki iki yüz katı. Fakat sadece yorum yazanlar ortalıkta görünüyor. Ne yazık ki, her alanda özensiz hareket edenlerin sesi daha çok çıkıyor. Bu şekilde zaman geçtikçe, “normal okur öyle olur” gibi bir kabul oluşuyor. Özellikle bu ortamda okuma alışkanlığı edinen yeni kuşaktan gençlerde “normal okur” niteliğiyle ilgili yanılgılar oluşuyor.
Bu konunun merkezinde aslında hız meselesi var. Bütün bunlar hayatın hızı yükselince ortaya çıkan durumlar. Daha hızlı yaşamak, hayatın daha yavaş akmasına göre sadece niceliksel bir fark ortaya çıkarmıyor; toplumsal hayatın, iletişimin, düşünce üretiminin, politik tepkilerin, genel olarak hayatın başka türlü yaşanmasına neden oluyor. “Hızlı” ve “yavaş” gibi sözcükler, açıktır ki göreceli kavramları ifade ediyor. Neye göre hızlı? Neye göre yavaş? Bu gibi özelliklerle ilgili hazır bir “iyi” veya “kötü” diye değerlendirmemiz olamaz. “Hız mı iyidir, yavaşlık mı?” gibi bir soru yanıtlanamaz. Neyin hızı, hangi hız?
Son on yıllarda giderek artan iletişim hızı, bilgiye ulaşmak açısından iyi ama maruz kaldığımız bu hız ve Post-Truth (Gerçek sonrası diye şık bir ad koymuşlar ama aslında yalan haber demek) dönemi, Cambridge Analitica, Deep Fake gibi yanıltmaca, yönlendirme teknolojileri toplumsal ve bireysel hepimizi tehdit ediyor.
Eskiden “Gözümle gördüğüme inanırım’’ denirdi, şimdi ona da inanmama dönemi. Çünkü “Deep Fake”, insanların yüzünü kullanarak onlara istediği her şeyi söyletiyor, film yıldızlarının ve siyasetçilerin yer aldığı sahte porno videoları üretiyor. Bu kaygan zeminde gerçeğe ulaşabilmek çok zor. Bilgiye değil, doğru bilgiye nasıl ulaşılabileceğini öğrenmek gerekiyor. Bu yüzden “Acaba’’ sorusu tarihin her döneminden daha fazla önem kazanmış durumda.