Bir zamanların yaramaz ama gururlu çocuğu Netflix, yüz küsur yaşındaki film sektörünü sallıyor. Onu oyun bahçesine sokmak istemeyen festivallere inat hem sanatçılara destek oluyor hem de izleyicinin hayatını kolaylaştırıyor. Sinemayı tek başına kurtarabilir mi bilinmez ama ölümünün habercisi değil, orası kesin
Salgının ilk günlerinden itibaren her önüne gelen bir “yeni normal”dir tutturuyor. Evlere kapandığımız ilk günden itibaren “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diye başladı insanlar konuşmaya. COVID-19’un aşıdan sonra da ekonomik ve sosyolojik etkilerinin devam edeceği açık ama uygarlığımızın temellerini sarsacak bir değişim beklemek de abartılı olur. Geçmişte İspanyol Gribi bitince dünya ne bir ütopyaya dönmüş ne de kıyamet kopmuş—tarih kendi akışında devam etmiş. Sadece bazı süreçler (kişisel hijyenin gelişmesi, ekonomik çalkantı ve ona bağlı Avrupa’daki politik karmaşa) hızlanmış. Yine öyle oldu. Çok konuşulan evden çalışma, iş-boş zaman dengesi, dijitalleşme gibi trendler salgınla başlamadı, salgın yalnızca onların yaygınlaşma hızını artırdı. Pek çok sektöre yansıyan bu dönüşüm, belki de en çok eğlence sektörünü etkiledi. Zaten muazzam olan büyüme ivmesini pandemi döneminde iyice hızlandıran şirketlerden biri şüphesiz ki Netflix. Platform, seyircinin televizyon ve film izleme alışkanlıklarını girdiği her pazarda alaşağı etti. Salgında içeri tıkılan herkes soluğu Netflix’te aldı, şirketin piyasa değeri rekor kırdı, üçüncü çeyrekte biraz tökezlese de kârını katladı, paraya para demedi.
Doğal bir kıskançlıktan fazlası
İşin ilginç tarafı bu başarıyı, ABD ve İngiltere merkezli ciddi sinemaseverler başta olmak üzere belli çevreler bir türlü hazmedemedi. Bu çekememezlik kötü zamanlarda işi iyi giden her şirkete (veya kişiye) karşı oluşan doğal (ve iğrenç) kıskançlıktan da öte bir tavır. Bu tavırdan dolayı Netflix zaten yıllardır hak ettiği prestiji bir türlü yakalayamıyor. Şirketin küresel anlamda yaşadığı en büyük sorun, orijinal filmlerinin “sinema filmi” olarak kabul edilip edilmemesiyle ilgiliydi. 2018’de Cannes’ın nevi şahsına münhasır ve festivalin kendisi gibi biraz fazla Fransız olan başkanı Thierry Fremaux, Netflix’in orijinal filmlerini sinemalarda göstermeye yanaşmamasına ifrit oldu, platformun filmlerini festivalin yarışma kısmına almadı. Bu karara rest çeken Netflix, festivalin yarışma dışı bölümlerinde gösterilecek filmlerini de geri çekti. Daha bu olaydan bir yıl önce festivalde Bong Joon-ho’nun “Okja” ve Noah Baumbach’ın “The Meyerowitz Stories”i filmleri gösterilmiş olan Netflix, dünyanın en önemli sinema festivali tarafından parya ilan edilmiş oldu. Asıl ilginç taraf, bu anlaşmazlıkta Netflix’e destek çıkanlar olsa da özellikle sinefiller ve pek çok Cannes müdavimi festivalin yanında saf tuttu. Netflix’in geleneksel sinema anlayışını öldürdüğünü savunan bu çevreler, ayrıca şirketin iş modeliyle yapım-dağıtım tekeli yarattığını da iddia etti. Zira 1948 tarihli ABD federal hükümetinin Paramount şirketine karşı açtığı ve eski stüdyo sisteminin de ölümünü iyice hızlandıran davayla bu tamamen yasaklanmıştı. Bunun yanında Cannes gibi bir sinema mabedinde “televizyon filmi” göstermek eski köye yeni adet gibi algılandı (hoş bunun da aslında eski örnekleri var ama neyse).
Netflix de hatasız değil
İş sadece Cannes’da kalmadı, geçen yıl benzer bir tartışma bu sefer Oscarlar sırasında yaşandı. Malumlarınız bu ödüllere aday olabilmek için filmlerin en azından bir hafta ve günde üç kez olmak kaydıyla, Los Angeles’taki sinemalarda gösterilmesi gerekiyor. Netflix de bu kriteri tutturabilmek için Oscar’larda ses getirmesini beklediği bazı filmlerini iki yıldır minimum süre zarfı içinde sadece birkaç salonda gösteriyordu. Amerikan film akademisinin yönetmenler branşının başındaki Steven Spielberg, Netflix’in Oscar’a aday olabilmek için böyle bir uygulamaya gitmesini eleştirdi. Yönetmenle aynı fikirde olan pek çok kişi, ek olarak şirketin dağıtım ağının genişliği, Oscarlar için harcadığı miktar ve Amerikan film endüstrisinin 1970’lerin ortasından beri gelen vizyon politikasını (basitleştirmek gerekirse “üç ay sinema, sonra ev”) es geçmesi gibi konuları da yerdi. Şahsen bu konuda ben iki arada bir deredeyim, senteze ulaşamadım. Küçük-büyük her film sinemada izlenmeli. Sadece görüntü ve sesin yarattığı ambiansı geçtim, filmi sinemada izlemek müşterek, umumi bir tecrübedir. Tıka basa dolu bir salonda aynı perdeye kanalize olmuş yüzlerce insanla aynı şeyi izlemenin vereceği zevk tabii ki çok farklı. Bunun yanında Netflix’in bazı başka faulleri de yok değil. Mesela içeriklerini daha hızlı izleme seçeneği sunması, koleksiyonunun gitgide azalıp daha çok orijinal yapımlara yer vermesi, kafasına göre filmleri kesip biçmesi, sansürlemesi, formatını bozması gibi sorunları da var. (Hoş bu ülkemizdeki tüm streaming platformları için geçerli—geçen gün BluTV’de “The Wolf of Wall Street”i izledim, kırpılmıştı).
Netflix olmasa Irishman çekilemezdi
Fakat salgın günlerinde bu tartışmalar insana gereksiz geliyor. Öyle ki geçen Mart ayından beri sinemalar pek çok yerde kapalı—deneme için açılan salonlara kimse gitmiyor, dev gibi filmlerin yaptığı hasılatlar cüziden de öte komik. Ülkemizde birkaç aylığına açılan salonlara kimse gitmedi. Bunun dışında zaten sinema salonlarının salgın sonrasında bile ülkemizde akinetleri ne olacak, o da belli değil (ki bunun en büyük sorumlusu da her anlamda kalitesiz salonların kendisi). Böyle bir durumda da Netflix’in sunduğu hizmetin önemi katbekat artıyor. Sinemalar açık olsa bile salonlarda izleyemeyeceğimiz pek çok yapım parmağımızın altında. New York’ta, Los Angeles’ta, Paris’te, Londra’da sinema açısından kıçı sıcakta olanların anlayamayacağı bir “ulaşım demokrasisi” sağlıyor Netflix. MUBI ve Amazon Video gibi, ülkemizde sunduğu içerik ABD’dekinin çok daha küçük bir kısmı olsa da, o iki platformla birlikte şahsen benim hayatımı çok kolaylaştırdı, iyileştirdi (torrent, korsan gibi taraklarda pek bezim olmaz). Bundan da öte Netflix’in sinema sanatına yaptığı katkılar yadsınamaz. Cannes’ın çirkin ördek yavrusu gibi dışladığı Netflix olmasaydı, Orson Welles’in 40 yılı aşkın bir süredir depolarda çürüyen son şaheseri “The Other Side of The Wind” restore edilemeyecek, gösterime girmeyecekti. Aynı şekilde Netflix olmasa, zamanımızın en büyük yönetmeni Martin Scorsese’nin üç buçuk saatlik destanı “The Irishman” hâlâ sadece bir senaryo olarak kalacaktı. Aynı şekilde platformda geçen hafta gösterime giren David Fincher’ın yeni filmi “Mank” için yönetmen 2000’li yılların başından beri finansman arıyordu—Netflix parayı bastırdığı gibi yapım sırasında yaratıcı anlamda yönetmene hiç dokunmadı bile (sonrasında Fincher şirketle beş filmlik bir anlaşma imzaladı). Alfonso Cuaron, Coen Kardeşler, Noah Baumbach gibi sinemacılara da başka stüdyolardan göremeyecekleri imkan ve özgürlüğü veren yine Netflix oldu.
Orijinal yapımlar vasatı aşamıyor
Bu anlamda şirketin gerçekten takdire şayan bir tarafı var. Büyük ustalara muazzam boş bir alan bırakıyor, işlerine karışmıyor. Bu sebeptendir ki ortaya çıkan filmler de Hollywood kisvesinde neredeyse deneysel bir havaya bürünüyor. Fakat burada da bir ikilem mevcut. Şirketin ortalama yönetmenlerin çektiği orijinal yapımları da genel olarak sadece vasatı tutturmakla yetiniyor. İşte 100 küsur yaşındaki film sektörünü sallayan, bir zamanların yaramaz ama gururlu çocuğu (zira hiç fakir değildi) Netflix, böyle bir çelişkiler yumağı. Sinemanın ölümünün habercisi değil, orası kesin. Ama bir kurtarıcı olarak da görmemiz zor. Siyah beyazlarla dolu bir endüstrinin gri renkteki afacan şirketi. Gelecek ne getirir, onu şimdilik bilemiyoruz ama Netflix’i her anlamda izlemeye devam edeceğimiz de kesin.