Mehmet Oğuzhan Çelik
Daha önce Gayriresmî Futbol Tarihi, Ruh-u Revan: Şemseddin Sami ve Ali Sami'nin Romanı kitaplarıyla tanıdığımız araştırmacı yazar Mehmet Şenol’un Siyaset, Kulüp, Stadyum, İstanbul Futbol Kültürünün Değişimi 1900-2023 isimli kitabı Remzi Kitabevi etiketiyle okuyucularıyla buluştu. Öncelikle şöyle başlamalıyım, bir futbolsever olarak geçtiğimiz sezonun aşırı gergin havası içinde okuduğum bu kitap, içinde taşıdığı büyük emekle hem büyük bir okuyucu doygunluğu yaşattı hem de aslında yüz yıldır futbolda aynı şeyleri yaşadığımızı hatırlattı. Türkiye’de futbolun ortaya çıkış hikayesi ile açılan sayfalar arasında, “stadyum” kavramıyla birlikte oyunun ilk ticari ve politik ilişkilerinin oluşumuna tanıklık ediyoruz.
Takımların kuruluş süreçleri, stadyumların etkileyici hikayeleri, cumhuriyet dönemi ve 20. yüzyılın ikinci yarısı derken günümüze dek ulaşan İstanbul futbolu tarihi, ülke futbolunda sanki yeni oluşmuş gibi görülen sorunların ne kadar köklü olduğunu ve yüzyıldır pek de bir şeyin değişmediğini gözler önüne seriyor.
Kitap özellikle futbol kulüplerinin gelip geçen iktidarlarla ilişkilerini, ekonomik değişimlerin futbolun gelişiminde ne kadar büyük farklılıklar yaratığını ve aynı zamanda bir stadyum yapabilmek için her bir kulübün ne kadar zorlu süreçlerden geçtiğini tarihsel bir kolajla görme imkânı sağlıyor. Tüm bu başlıklar ışığında Mehmet Şenol ile yeni kitabını ve İstanbul kulüplerinin tarihini konuştuk.
Böyle bir kitap yazmak için sizi tetikleyen ilk unsur ne oldu? Örneğin şöyle bir belge buldum ve hikâyenin peşine düştüm gibi özel bir hikayesi var mı kitabın yoksa tamamen kişisel merakınızın bir ürünü olarak mı ortaya çıktı?
Evet, doğrusu başka bir araştırmaya ilişkin kütüphanede çalışırken 82 yıl öncesine ait bir haberin satır arasında fark ettiğim minik bir detayın peşinden gitmeye başlamamla bu kitabı yazma fikri ortaya çıktı desem yanlış olmaz. Tam 82 yıl önce, Mecidiye Köyü’nde Galatasaraylı birkaç üye, nihayet statlarının temelini atmak için, kendilerine "içindeki taşlarla birlikte" verilen, o zaman Güvercinlik olarak bilinen arazide bir araya geldiklerinde birkaç gün öncesinden çok güzel bir vazo satın almışlar, özenle geleceğe bir mektup yazıp içine koymuşlar ve güzelce paket yapıp atılacak temelin en dibine yerleştirmişlerdi. Bildiğiniz gibi, 2011’de o dev kepçeler bu şehrin en önemli hafıza mekânlarından biri olan Ali Sami Yen Stadı'nı yerine “residence”lar yapmak için acımasızca yıkarken o nadide vazo da içindeki mektup da yıkıntılar arasında un ufak oldu. Araştırdıkça, keşfettikçe, yepyeni belgelere ulaştıkça, artık sayıları ne yazık ki çok azalmış o günleri hatırlayanları dinledikçe sadece o vazo ve mektupla değil, beni hayrete düşüren yüzlerce ayrıntıyla karşılaştım. Ve iki yılın sonunda bu kitaba dönüştü.
Kitabı hazırlarken nasıl bir arşiv çalışması yürüttünüz? Ali Sami Yen’in kişisel arşivi oldukça yardımcı olmuş çalışmanıza, değil mi? Hazırlık sürecindeki kişisel deneyimizden bahseder misiniz?
Sadece Ali Sami Bey’in arşivinde değil, kütüphanelerde, gazete arşivlerinde, özellikle futbola ilişkin en eski belge ve fotoğrafları bünyesinde barındıran Galatasaray Beyoğlu Arşivi’nde ve benim gibi koleksiyonerlerin sahaflardan, müzayedelerden ve kişilerden edindikleri özel arşivlerde oldukça zengin malzemelere ulaştım. Bir örnek vereyim, bilindiği gibi, Ali Sami Bey 1951 yılında vefa etmişti. Ömrünün son döneminde, 1950 yılında, kulüpte hiç görev yapmadığı halde aylarca uğraşıp Galatasaray’ın bitmeyen stadının neden bitemediğini, geçmişte yapılan hataları araştırmış, mimarlarla konuşmuş, kullanılamayan Mecidiyeköy Stadı’nda tetkikler yapmış ve çok ayrıntılı bir rapor hazırlamış. Raporu tozlu bir arşivde bulduğumda çok şaşırmıştım. 10 ay sonra o stada kendi adının verileceğini bilmeden aylarca orasının tamamlanması için çalıştığını keşfetmek benim için çok hüzünlüydü.
“İstanbul kulüplerinin siyasete bağımlı olmalarından başka hiçbir seçenekleri yoktu”
Türkiye’de ilk stadın yapımı için Union Club isimli takımı kuran heyetin 2. Abdülhamit’ten Kuşdili Çayırı arazisini bağışlamasını istediğini ortaya çıkarmışsınız. Bu bağlamda, günümüzde siyaset ve futbolun çok iç içe geçtiğinden şikâyet edilmesini nasıl değerlendirirsiniz? Çünkü hikâye neredeyse en başında böyle bir iktidar ilişkisi ile başlamış?
Evet, siyaset ve hatta ticaret başından beri futbolun hep merkezinde; Sadece futbol oynamanın o idealist keyfinin yaşandığı ilk yılları bir kenara bırakırsanız, İstanbul’da futbolun halktan gördüğü ilgiyi ilk fark edenler, şehirde hem ticaret yapan hem de tatil günlerinde futbol oynayan İngiliz tüccarlar. Stat kurmak onların fikri ve bu fikri siyasetçileri yanlarına alarak ve elbette bu ticarete onları da ortak ederek uygulamaya geçiriyorlar. Moda’da oturan meşhur Vitol (Whittall) ailesinin 2. Meşrutiyet’in ilk coşkulu günlerinde Cemil Paşa (Topuzlu)’yı Sultan’a göndererek kurdukları Osmanlı İttihat Kulübü’ne bugünkü Fenerbahçe Stadı’nın yaklaşık olarak bulunduğu yeri kiralamayı başarmaları ve o dönem için çok yüksek bir miktar olan 3000 altın tutarında yatırım yaparak çayırı tahta perdeler çevirerek bilet gişesi koymaları, iptidai de olsa ahşap tribünler yapmaları tüccarlar ve siyasetçilerin ilk spor yatırımı sayılabilir. O ilk yatırımı, yani üç bin altını kimlerin verdiği biraz tartışmalı. Cemil Paşa anılarında kendisiyle birlikte Arif Hikmet Paşa’nın da 250 altın verdiğini söyler ve şöyle der: “Türkler’den bizden başka kimlerin para verdiğini hatırlamıyorum. Yalnız İngilizler, mevcut parayı 3.000 altına iblağ ettiler.” Siyaset anlaşıldığı gibi başından beri futbolun tam içinde. Bu, o günlerden sonra da hiç değişmedi. İstanbul kulüplerinin henüz gelişememiş kulüp yapılarını düşündüğümüzde siyasete kesinlikle bağımlı olmalarından başka hiçbir seçenekleri yoktu. Kitabı okuyanlar fark edeceklerdir; bugün kulüp taraftarlarının “biz kendi stadımızı kendimiz yaptık, biz vergilerimizi ödüyoruz, siz ödemediniz” gibi giriştikleri saçma rekabetin hiçbir temeli yok. Tarih, hediye edilen, inşa edilen, Ankara para göndermediğinde on yıllarca statlarının inşaatı duran kulüplerimizin inanılmaz detaylar içeren ilişkileriyle dolu. Bugün kulüplerin gelirleri elbette geçmişle karşılaştırılamayacak kadar yükselmiş durumda, ama siyaset büyük maddi gücüyle kulüpleri hala yönlendirebiliyor. Bankalar Birliği anlaşması en somut örnek. Futbolun siyasetten bağımsızlaşması, hele adeta 40’lı yılların tek parti dönemine çok benzer bir şekilde yaşadığımız bu dönemde bana hiç mümkün gibi gelmiyor. Çünkü futbol, gerek Anadolu’daki, gerek büyük taraftar kitlelerine sahip İstanbul’daki kulüpler düşünüldüğünde, siyasetçiler için çok önemli bir mevzi. Asla bırakmak istemezler. Doğrusu bu kulüplerin de işine geliyor; 3 büyük kulüp de hiçbir zaman borçtan dolayı batmayacaklarını, batırılmayacaklarını, vazgeçilmez olduklarını çok iyi biliyorlar. Taraftarlar sadece çekişerek birbirilerini yoruyorlar; aslında kulüpler nezdinde her şey doğal seyrinde gidiyor gibi görünüyor.
“Fenerbahçe Stadı dışında diğer kulüplerin tarihi statları artık yok”
Stadyumlara gelirsek, kitapta bahsettiğiniz tüm İstanbul kulüpleri stadyumlarını elde edebilmek için türlü badirelerden geçmiş. Taksim Stadı, Şeref Stadı, İttihad Stadı, Galatasaray’ın Mecidiye Köyü macerası derken, cumhuriyetin yüzüncü yılından dönüp maziye baktığımızda, maalesef köklü bir stadyumu kalmamış gibi İstanbul’un. Bu stadyumların tarihine baktığınızda keşke şu stadyum yok olmasaydı da futbol tarihinde yerini somut olarak koruyabilseydi dediğiniz bir stadyum var mı?
Fenerbahçe Stadı dışında diğer kulüplerin tarihi statları artık yok. Evet, futbolun büyük ticari gelirler kazandıran bir sektör haline gelmesi statların fiziki yapılarını da değiştirmek zorundaydı ama bence en azından Dolmabahçe Stadı bir mimari şaheser yapıt olarak o eski haliyle kalabilirdi. Mecidiyeköy’deki Ali Sami Yen Stadı da ne yazık ki semtin ticari merkez haline gelmesiyle tamamen rant kavgasının kurbanı oldu. Kulüpler tarihlerinden bir şekilde bu rant kaygısı yüzünden koparılmışlar. Beşiktaş örneğin, yıllarca devletin kendisine vaat ettiği Fulya Stadı projesinin yapılması için beklemiş. Onlar yine şanslı sayılabilir; Fulya Stadı bir türlü olmayınca, Galatasaray ve Fenerbahçe kendi statlarını çok zahmetli bir süreç yaşayarak da olsa elbette devletin yardımıyla 90’larda yola koymayı başarınca, semtlerine çok yakın olan Dolmabahçe Stadı’nı kiralamayı başarabilmişler. Galatasaray’ın daha 1933 yılında başlayan yazışmalarına ulaştım, orası Güvercinlik adı verilen yermiş, on yılların emeği, hayalleri oradaydı demek bu. Ama bir çırpıda yok edilebildi. Bugün orada yükselen rezidanslar, AVM’ler zaten orada bir stat yapılmasına neden yıllarca izin verilmediğini açıkça gösteriyor. Düşünün, sadece Ali Sami Yen Stadı değil, daha da eski olan Likör Fabrikası’nın kentin tarihini yansıtan o müthiş mimarisi de bu arada o niyetin betonuna kurban gitti. Galatasaray da bugün vızır vızır işleyen bir otoyolun, dev gökdelenlerin arasında doğru dürüst bir yürüme yolunun hala olmadığı bir yere taraftarlarını alıştırmaya çalışıyor.
Kitapta ilk zamanlar stadyum konusundaki itibarın seyirci sayısıyla doğru orantılı olduğunu görüyoruz. Fakat zaman ilerledikçe ve dünyadaki ekonomik düzen değiştikçe yüksek kapasiteli stadyumlar yerine ekonomik anlamda daha seçkin bir kitleyi ağırlayacak stadyum modelleri benimsenmeye başladı. İstanbul da bu değişime ayak uydurdu diyebilir miyiz? Değişen stadyum ve taraftar kültürüne bakışınızı öğrenebilir miyim?
Evet, statların tarihine baktığımızda bütün mücadelenin stada daha çok seyirci sokmak için yapıldığını görüyoruz. Bir örnek vereyim. Dolmabahçe Stadı, ilk başlangıçta 15 bin kişilik bir semt stadı olarak planlanmıştı. 1947 yılında, zaten tam bitirilemeden açıldıktan sonra, kentleşmenin, İstanbul’a göçün ve büyüyen futbol kültürünün de etkisiyle sürekli kapasitesi büyütüldü. Öyle ki, bir ara Ankara’daki siyasetçiler deniz tarafındaki o tarihi giriş kapısının olduğu tribünü de 3 kata çıkarmayı planladılar. Eğer başarabilselerdi, kapasitesi 70 bine çıkacaktı! Galatasaray da Fenerbahçe de hep daha çok seyirci-daha çok hasılat için statlarını büyütmek istiyorlardı. Ama bugün daha çok seyirci yerine daha çok hasılat hedefi geçerli. Daha az seyirci kapasitesiyle localarla, ek hizmetlerle vs. çok daha büyük hasılatlara ulaşılabiliyor. Dolayısıyla sezon içinde belki birkaç maç dışında daha çok kapasiteye ihtiyaç kalmıyor. Aslında bu şehrin futbol kültürünü de değiştiriyor. Stadyumlar, yerini sanal stadyumlara, sosyal medyaya, space odalarına bırakıyor. Oralarda yeni bir alt kültür gelişiyor. Bir katkısı oluyor mu? Zenginleştiriyor mu? Doğrusu bu konunda çekingenim. Gündemler çok hızlı değişiyor; yeni çağda her gün değil artık saatte bir yeni gündeme gereksinim var ve bu sanal ortamlar/stadyumlar futboldan başka her şeyi, o geçici gündemleri başarıyla üretiyor doğrusu…
“Yusuf Ziya Bey Türk futbol tarihinin tahmin edilemeyecek kadar bir önemli figürü”
Kitaptaki kırılma noktalarından biri de Yusuf Ziya Bey (Öniş). Namıdiğer “İsviçreli Ziya”, hem futbol kulüplerinin ticari kazanç sağlamaları konusunda bakış açılarını genişletmiş hem de futbolun kurumsallaşması adına neredeyse tek başına çok önemli işlere imza atmış. Kendisi niçin bu kadar öne çıkan bir isim oldu futbolda ve siz bu anlamda onun tarihsel konumunu nasıl değerlendirirsiniz?
Yusuf Ziya Bey Türk futbol tarihinin tahmin edilemeyecek kadar önemli bir figürü. 2020’de çıkan Gayriresmi Futbol Tarihi isimli kitabımda, onun 1920’ler ve 30’lardaki konumuna, icraatlarına ve tarihteki büyük önemine işaret etmiştim. Yusuf Ziya Bey, bugünkü Türkiye Futbol Federasyonu’nun ilk nüvesi sayılabilecek Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın “futbol” kolunun başındaydı ve İstanbul futbolunu uzun yıllar yönetti. Aslında bunun yanında Galatasaray’ı da yönetti, başkan oldu, yöneticilik yaptı, gücü ve etkisiyle yönlendirici oldu. Ama aynı zamanda doğal olarak rakibi de çok fazlaydı. Gerek Fenerbahçe kulübünden tepki alıyordu, gerekse de kendi kulübü Galatasaray içinde tepkiyle karşılaşıyordu ki bu sonuçta kulübün bölünmesine kadar ulaştı. Şehirde kısa, yaklaşık 20 yıllık bir ömrü olan ama futbolun kitleselleşmesinde çok büyük bir rol oynayan Taksim Stadı’nın kulüpler için ticari bir kaynak olmasını o sağlamıştı. Aslında bakarsanız, işgal döneminde bu statta yapılan onlarca futbol maçı, biletli girişleri olan, oynayan kulüplerin toplanan hasılattan pay aldıkları maçlardı. Stadı işleten müstecirler de anılarında bunu açıkça yazar. İşgal sonrasında da bu stadın başlattığı ve kulüplere para kazandıran ticari refah dönemi devam etti ve Yusuf Ziya Bey bunda da çok büyük bir rol oynadı. Stadı işletenler kulüpler oldu. O dönemde yaşanan bu ticari hisse kavgalarının tümü kitapta yer alıyor. Ve evet, Yusuf Ziya Bey, aynı zamanda siyasi bir kişilikti; İş Bankası İstanbul Müdürü ve yeni kurulan Denizbank umum müdürü olarak, hem de Atatürk’ün sağlığında çok yakından ilgilendiği, hatta adını bizzat koyduğu tek kulüp olan Güneş’in perde arkasındaki gerçek başkanı olarak Celal Bayar-İsmet İnönü arasındaki büyük çekişmenin hem futbolda hem de banka özelinde tam merkezinde yer alıyordu; ama bu kısmı apayrı bir hikaye, başka bir kitap konusu.
Siyaset, Kulüp, Stadyum, İstanbul Futbol Kültürünün Değişimi 1900-2023/ Mehmet Şenol / Remzi Kitabevi / Tarih- Araştırma / 512 Sayfa