08 Eylül 2024, Pazar Gazete Oksijen
Haber Giriş: 29.06.2024 13:26 | Son Güncelleme: 29.06.2024 14:36

Sezgin Kaymaz: Okurları fantastik olan değil, gerçek olan şaşırtıp hayrete düşürür

Sezgin Kaymaz: Okurları fantastik olan değil, gerçek olan şaşırtıp hayrete düşürür

Edebiyatımızın en üretken kalemlerinden Sezgin Kaymaz’ın; koma halinin, manyak doktorların, mafyacıların, polisçilik oynayan polislerin, lubunyaların, haris rantiyelerin ve tabii her zaman olduğu gibi garibanların arasından havalandırdığı sevinç kuşlarını okuduğumuz Sevinç Kuşları serisinin ilk kitabı Deccal’in Hatırı, 10 yıl sonra yeni baskısıyla okurun karşısında

Ebru D. Dedeoğlu /  [email protected]

Büyülü gerçekçilik akımının ya da fantastik edebiyatın önemli temsilcilerinden Sezgin Kaymaz’ın Sevinç Kuşları serisinin ilk kitabı Deccal’in Hatırı tekrar baskısıyla gündemde. İlk baskısı 2014’te, yeni baskısı geçtiğimiz aylarda İletişim Yayınları’ndan yayımlandı. Sezgin Kaymaz, tekinsizliğin, şiddetin, "kötülüğün", olağanüstünün ve gündeliğin içinden sevinç kuşlarını havalandıran en önemli yazarlarımızdan. Kaymaz ile buluştuk ve Deccal’in Hatırı üzerinden, önyargılarımızı, toplumun işe yaramayan kavramlarını, kısıtlanan ruhlarımızı, kaybettiğimiz sevinç kuşlarını ve sokak hayvanları diyerek ötekileştirdiğimiz dostlarımızı konuştuk. Unutmadan söyleyelim, Sezgin Kaymaz, eşi Hülya ile, 14 nüfus evlâd-ı hayvanatla beraber yaşıyor.

Sevinç kuşları, koma halinin, manyak doktorların, mafyacıların, polisçilik oynayan polislerin, lubunyaların, haris rantiyelerin ve tabii her zaman olduğu gibi, garibanların arasından havalanıyor ve bizlere diyor ki “Senin marjinal dediğin kim, marjinal değil dediğin kim?" Ve çaktırmadan, tekrar tekrar cevaplar aynı soruyu: "Marjinal dediğin, senin gibi olmayandır, yani sen hariç herkes."


Sevinç Kuşları serisinin ilk romanı Deccal’in Hatırı, o çarpıcı Deccal ağanın, mafyanın, Ankara'nın, Doktor Veysel ve Doktor Naim'in, komiser Hayri ile Celil amirimin; bebek İrfan ile Seher'in, Berna'nın, Teoman Kemani ve ailesinin, Zila'nın romanı. Ama her şeyden bağımsız aşkın romanı. Aşkı kimse bu kadar güzel anlatmamıştı. Klasik Sezgin Kaymaz romanlarından biraz farklı. Daha gerçekçi bir roman. Ne dersiniz bu yorumuma?
Aşkı tefsir etmeye aşktan başkasının gücü yetmez. Meğerki sen Sevinç Kuşları’nı baştan sona bir aşk romanı olarak görüyorsun, o hâlde bu gene aşkın marifetidir, benim değil. Ama iltifatın hoşuma gitti, bizde yalan yok.

Kitabın ilk baskısı 2014, aradan on yıl geçti. Tekinsizlik, şiddet, kötülük, ötekileştirme katlanarak daha da büyüyor. Romanı bugün yazsanız şiddetin dozu daha artar mıydı? Neleri değiştirirdiniz?
Genellikle karşılaştığım bir şeydir; bir roman yazdığımda, "Yok canım, o kadar da değil artık!" tepkisi alırım. Ama enteresan olan şu ki fantastik denen, büyülü gerçeklik denen akıl havsala dışı olaylar ve kişilerden dolayı almam bu tepkiyi, apaçık, kabak gibi gerçek olay ve kişilerden dolayı alırım. Yani okurları fantastik olan değil, gerçek olan şaşırtıp hayrete düşürür.
Ve sonra aradan zaman geçer, bir şeyler olur, hep beraber şahit oluruz, "Vallaha az bile yazmışsın." tepkisi almaya başlarım. Bu hiç şaşmaz.

Sevinç Kuşları’nın ikinci kitabı Kısas…
İyi hatırlattın... Kısas’tan sonra çok acayip "Yok artık!" tepkisi almışlığım var. Bir de şimdi bak, Kısas’taki kötü herifler bayağı yumuş yıkanmış görünüyor o tarihte bu tepkiyi verenlere. Hepsi de "Az bile yazmışsın!" diyor. Ki bence de az yazmışım. İnsan altı yaşındaki bebeyi dedesi yaşındaki adamın koynuna gelin diye sokar mı yahu!

Deccal olmak, melek olmak. Ölü olmak, diri olmak. Hasta olmak, sağlıklı olmak. Erkek, kadın, eşcinsel belki de trans olmak. O kadar ayrı, o kadar başka mı? Yoksa hepsi hepimizin birer yüzü mü? Özünde tek ve biricik değil miyiz?
Tabii ki her biri bir diğerinden farklı ama hiçbiri diğerinden ayrı değil; birinin varlık değeri neyse onun tam zıddı olanın varlık değeri de o, ne bir eksik ne bir fazla.

"Bir deliye deli diyebilmek için hayatı onun gördüğü gözden görebilmek gerekir"

Romanda favori kahramanım Doktor Veysel! Deliliği reddeden Dr. Veysel neden psikiyatriye inanmıyor?
Veysel'in psikiyatriyi reddettiği falan yok aslında, o sadece psikiyatriyi ciddiye almıyor. "Bir deliye deli diyebilmek için hayatı onun gördüğü gözden görebilmek gerekir." diye düşünen bir adam o. Böyle düşünmesi pek de garip değil. "Kimin deli kimin akıllı olduğuna ben karar veririm, çünkü ben bunun okulunu okudum. Bak, psikiyatrist lisansım var," diyen bir adamı, Veysel gibi marjinalliğin gözüne vurmuş bir deli dahinin ciddiye alması da pek mümkün değil zaten.

Romanda toplumun kabul ettiği tüm kavramlar şaşırtmalı olarak okuyucuya sunuluyor. Diğer yandan da sorgulatıyor. Bu minvalde normal nedir? Anormal nedir? Akıl nedir? Akıllı insan nedir? Yaratıcı insanlar tüm kategorilerin dışında ayrık otu gibi görülürken siz neredesiniz?
Normal, bir insanın kendi anlağında doğru kabul ettiği, anormal de aynı insanın gene aynı anlağında yanlış kabul ettiğidir. Eksi kutup artı kutbu götüreceğine göre, normal veya anormal diye bir şey yok demektir bu, bu kavramlar hükümsüzdür, mutlak bulanda sakattır, her biri doğmadan ölmüş birer önyargıdan ibarettir. İster falanca coğrafyadan filanca coğrafyaya enlemesine, ister o tarihten bu tarihe derinlemesine bakalım hayata, her devrin, her coğrafyanın farklı normallerinin ve anormallerinin el salladığını görürüz. Kabuller ve retler, doğrular ve yanlışlar, yasaklar ve serbestler, mubahlar ve mekruhlar demden deme değişir, çünkü hepsinin icatçısı olan insan değişmiştir. Akılsa çok başka bir şeydir. Anlayışla, irfanla, ferasetle, hoşgörüyle, empatiyle bezenmesi, tahkim edilmesi gerekir aklın. O yüzden de kendini bu saydığım erdemlerle var eden her insan akıllı, bunlardan uzak duran her insan ahmaktır. Yaratıcı insan daha da başka bir şeydir. Şeydir o, ciddi söylüyorum. Çünkü tüm kategorileri reddeder, tüm tasniflerden uzak durur. Bu da gayet iyi bir şeydir.

“Herkesin içinde kimselerin veremeyeceği adaleti arayan bir Deccal olsa gerek”

Kötülük ve kötücül olmak. Bu kapitalist çağda hepimizin içinde bir deccal varken vicdanımızın sesi giderek azalıyor mu?
İçimizdeki kötülüğü ve kötücüllüğü romandaki Deccal karakterine izafe edersek ona büyük haksızlık etmiş oluruz. Buradaki Deccal başka bir Deccal, her türlü hinliği cinliği iğrençliği pisliği yapıp edip yolu bir türlü adaletle kesişmeyen, gözümüzün içine baka baka sırıtan, nispet yapan, nazire yapan, cak cak sakız çiğneyip balonunu suratımıza patlatan, sabrımızla kafa yapan uyanıklara kendi bildiği adaleti götürüyor o; mutlak kötüleri kendince hesaba çekiyor, çatacakları keyfi imansızların burnundan getiriyor. Bu Deccal, hepimizin içindeki göze göz dişe diş dileği aslında. Hadi samimi olalım, kaçımız bir yanağına tokat yiyince öbür yanağını çevirip "Hadi buraya da vur, senin canın sağ olsun." deriz? Ben demem meselâ. Peki kaçımız bir fenalığa şahit olup da, "Şu pezevenk ettiğini bulsa da içimin yağları erise," demeyiz? Ben derim meselâ. Çoğu insan der. Hadi iddiayı yükselteyim, herkes der. O hâlde herkesin içinde kimselerin veremeyeceği adaleti arayan bir Deccal olsa gerek.

“Bir yerde hak talebi varsa o yerde çiğnenen haklar var demektir”

 Tüm ötekileştirmelere ve yaşanan şiddete rağmen Sevinç Kuşları LGBTİ+’ın yanında mı hala? Tam da Onur Haftası’nda bu konuda ne söylemek istersiniz?
Sevinç Kuşları sadece eşcinsellerin değil, bütün marjinallerin yanında durur ve tufanın üstünde ferah ferah yüzüp içine kapağı atabilenleri esenliğe götüren bir Nuhun Gemisi formunda belirir. Romanın başından sonuna kadar tek bir soru sorar okuyana: "Senin marjinal dediğin kim, marjinal değil dediğin kim?" Ve çaktırmadan, tekrar tekrar cevaplar aynı soruyu: "Marjinal dediğin, senin gibi olmayandır, yani sen hariç herkes." Öyledir. Herkes herkesin marjinalidir, çünkü kimse kimseye benzemez, kimse kimse gibi olamaz. O hâlde senin gibi olmayanı ayıplamak, kınamak, yasaklamaya kalkmak ne? Ben bunu hiç anlayamam, anlayamadığım için de anlayabilenlerin gözünde marjinal olurum otomatikman. Tabii onlar da benim gözümde marjinal. LGBTİ+ bireyler de marjinal görünür topluma. Ki biz bu toplum denen nesnenin hakikâtte ne kadarı LGBTİ+ ne kadarı değil asla bilemeyiz. Yani ne kadarı kendini göstermeye çalıştığı gibi, ne kadarı sahte, ruhumuz duymaz. Çoğunlukla saklanır, gizlenir, öyle değilmiş gibi pozlanır insan, başkalarının istediği, aferinlediği, sırt sıvazladığı gibi olmaya bakar ki dalgasına taş değmesin, işleri rast gitsin. Aksi takdirde adın kötüye çıkar, bırak toplumu, annen baban bile dışlar seni. Hâl bu olunca "Ben buyum ulan!" deyip olduğu gibi görünmeyi göze almak cesaret ister. İşte Onur Haftası, "Beni bilebilirsiniz, ben neysem oyum, varım ve hakkımda ne düşündüğünüz umurumda bile değil, beni rahat bırakın," diyen cesur insanların hak talebi haftasıdır. Ki hepimiz biliriz, hak çiğnemek kimsenin hakkı olmadığı hâlde, bir yerde hak talebi varsa o yerde çiğnenen haklar var demektir. Niye böyle olsun? "Ben çok ahlâklıyım, acayip namusluyum, çabuk sen de benim gibi ol!" deyip olduğu gibi olmaya çalışan insanlara kötü gözle bakmak ahlâka namusa yakışıyor mu?

“An gelir, her şey kabul edilebilir görünmeye başlar gözüne.” Bu durum ancak tevekkülle mi mümkün? Tevekkülün yolu çok uzun, acılı ve meşakkatli değil mi? Herkes ulaşabilir mi ki?
Tipine, kılığına, boyuna posuna, oturuşuna kalkışına bakarak veya önceden kendisine enjekte edilmiş birtakım normlarla tartarak peşinen bir yargıya varmak ve bir insana bu yargı uyarınca davranmak davranan için de davranılan için de çok büyük eziyet, çok sistematik bir işkencedir. O önyargı yıkılmadan bu işkencenin sona ermesi de mümkün değildir malum. Bu yüzden, bana bu sözün kastı ve muradı tevekkülü değil de önyargılardan kurtulmayı nasihat etmekmiş gibi geliyor. Çünkü tevekkül çok pasif bir eylem, boyun bükmekten başka bir aksiyon yok içinde, çaresizce sabretmekten başka bir çaba istemez; önyargıları yıkmaksa tam tersine gayet agresif ve devrimci bir eylem; doğal olarak da kuvvet ister, ciğer ister, yürek ister.

Yoldan çıkmadan yol bulunur mu?
Yoldan çıkmak için öncelikle yola çıkmak gerekir. Bir yola koşulmuş olmalısın ki o yoldan çıkabilesin değil mi? Ve haklısın, herkes bir yola çıkmış olarak doğar. Bu yol, içinde harman olduğumuz coğrafyanın, kültürün, dinin, örfün, geleneğin göreneğin, peşin kabullerin dayattığı yoldur; akıl başa gelinceye kadar her doğanın başka bir yol yok zannettiği, varsa da hepsini yanlış bellediği, çünkü öyle tembihlendiği yoldur bu otomatikman koşulduğumuz yol. Bundan hepimiz çıkmak zorundayız. Çıkmazsak ilerleyemeyiz, ruh hacmimizi genişletemez, olgunlaşamaz, gelişemez, tamam olamayız; olsak olsak bizden öncekilerin kötü birer karbon kopyası oluruz. Kopernik uslu dursaydı da o yoldan çıkmamış olsaydı bugün biz hâlâ "Güneş dünyanın etrafında döner kardeşim. Tersini söyleyen şerefsizdir," diyor olurduk meselâ.

“Dertsiz dua soğuktur, dertli dua gönülden, gönül aşk ateşinden beslenir…” Mevlana’dan alıntınız beni benden aldı. Hayat şartları, ekonomi, maddi, manevi yaşadığımız koşullar, gitgide zorlaşırken ve gönül ateşimiz alev alev yanarken dualarımız kurtarıcımız olacak mı? Yoksa uyuşturacak mı?

Hah bak, burada bahsi edilen “soğuk dua” tevekkülle ilgili işte. El açıp yukarıdan bir şeyler yağmasını bekleyen pasif ve sonuna kadar edilgen bir kabullenişle ilgili. Rûmî'nin aynı sözünün devamında altını çizdiği aşk ateşinden beslenen dua ise son derecede aktif ve etken, "istiyorsan arar ve bulursun. Ara!" diyen, aksiyona davet eden bir dua. Böylesi elbette uyuşturmaz, bilakis zihin açar.

“Hayvanlar sokak bilmem nesi oldukları için öldürülmeyecek, insanoğlu onları öldürebileceği için öldürülecek”

 

Hayvan hakları ile ilgili yasa tasarısı gündemini koruyor. Yüzyıllardır insanın doğayla, sokak hayvanlarıyla bitmek bilmeyen kavgası var. Dünyanın sadece kendisine ait olduğunu düşünen kibirli insana ne söylemek istersiniz?
Nasıl ki bulvar hayvanı, kenar mahalle hayvanı, kapı hayvanı, balkon hayvanı diye bir yaratık türü yoksa, sokak hayvanı diye bir yaratık türü de yok. Bu hayvancağızlar, insanoğlu cıvıl cıvıl yaşam kaynayan yüz binlerce habitatın üstüne kâbus gibi çökmeden önce neyse gene o; kediyse kedi her biri, köpekse köpek. İşine yararsa kapına kaktığın kazığa bağla, köleleştir, işine yaramazsa gebert gitsin. Yok öyle yağma. Onlar sokak bilmem nesi oldukları için öldürülmeyecek, insanoğlu onları öldürebileceği için öldürülecek; tıpkı aynı insanoğlunun bir vakitler Yahudileri, şimdi de Yahudilerin Gazze'deki çocukları öldürebildiği için öldürdüğü gibi. O zaman onların gücü yetiyordu, bu zaman bunların gücü yetiyor. Şunu gözden kaçırdık biz, gücü yetenin güç yetirebildiğine keyfince zulmetmesinin yolu bir kere açılırsa cehennemin kapıları açılmış olur ve bir daha kimse kapatamaz. İşte aynen de öyle oldu vaziyet. Kavimler Göçü, fetihler, ilhaklar, işgaller, ırk savaşları, din savaşları, engizisyon, recm, dünya savaşları; gördün mü, kapanamıyor artık o kapı. Çünkü güçlü olanın güçsüz olana keyfince çökebilmesine he demişiz bir kere. Artık gücü eline geçiren çökecektir güçsüzün gırtlağına. Bugün konuştuğumuz da bu. Bu kez "Tür Savaşları" formunda. Dünyanın sadece kendine ait olduğunu düşünen kibirli insana şunu söylemek isterim: “Kardeşim, varlık düzlemi tek bir boyuttur. Farkılıklardan, benzerliklerden, çokluklardan, azlıklardan, bol bulunanlardan, az bulunanlardan oluşmuş, birbirine sımsıkı tutunmuş, duvar gibi tek bir boyut. Buradan mikroskobik bir harç zerresi bile çıkarmazsın aklın varsa. Şunu bilirsin çünkü, söktüğün, her zerre kendi bedeninden söküp attığın bir böbrek, bir karaciğer, bir göz, bir beyin hücresi etkisi yaratır o koca duvarda, kalan dokuyu sakatlar, âzâsı noksan hâle getirir.”

Aklı olan bunu yapar mı?
Aklı olan koltuk altı kimyasal koksun diye hababam fısfıs üretip ozon tabakasını deler de buzulları eritir, götü sandalye görsün, kilisesi kürsü görsün, camisi minber görsün, bahçesi çardak görsün diye yağmur ormanlarını kesip yok eder, rahat rahat yayılmak, binalar köprüler yollar dikmek uğruna 400 hayvan türünün, 700 bitki ailesinin aslını neslini torununa torbasına varıncaya kadar kurutur mu?

Akıl işi mi bu?
Duyduk ki şimdi de "sokak hayvanı" diye bir şey uydurmuş, kalan tek tük güzelliğin canına kastetmeye niyetlenmişsin.
Etme!
Sevinç Kuşları-1 - Deccal'in Hatırı / Sezgin Kaymaz / İletişim Yayınları / Roman / 428 Sayfa