08 Eylül 2024, Pazar Gazete Oksijen
Haber Giriş: 05.06.2024 13:10 | Son Güncelleme: 05.06.2024 13:16

Su Üçlemesi’nin yazarı Demet Cengiz: Türkiye’de ortalığı pisleten ve halının altına süpüren yargılanmaz

Demet Cengiz’in Su Üçlemesi serisinin ilk kitabı Adımı Deniz Koydular’ın ardından ikinci romanı İçimde Yanan Nehir de İnkılap Kitabevi’nden çıktı. Cengiz, ilk romanından kopup gelen karakterlerin bilinmeyen yönlerini, kilitli kapılar ardında kalmış sırlarını ve çarpıcı hayat hikayelerini anlatıyor
Su Üçlemesi’nin yazarı Demet Cengiz: Türkiye’de ortalığı pisleten ve halının altına süpüren yargılanmaz

Esin Hamamcı

Yazar ve gazeteci Demet Cengiz, edebiyatı toplumsal sorunları görünür kılmak için araç olarak kullanan bir kalem. Özellikle son zamanlarda çocuk istismarı, kadın cinayeti gibi konularda ülkece ve dünyaca yaşadıklarımız düşünülürse birbirinden acı hikâye, haksızlıklara uğramış insanlar ve yaralarla karşılaşıyoruz. Yazar Su Üçlemesi’nde tam da bu noktaya parmak basıyor. Üçlemenin ilk kitabı Adımı Deniz Koydular’da Deniz’in ikizi Yeter, ilk aşkı ve kocası Nile ve rahmetli annesinin kuması Leyla çıkmıştı karşımıza. Deniz, acılarla ve birbirinden travmatik olaylarla dolu hayatını anlattığı kitabında bu üçlünün hikâyesine üstünkörü değinmişti.  Üçlemenin ikinci romanı İçimde Yanan Nehir’de ise Demet Cengiz bu karakterlerin bilinmeyen yönlerini su yüzüne çıkarıyor. Yeni kitabı üzerine Demet Cengiz’le konuştuk.

İçimde Yanan Nehir için sizi yazmaya iten motivasyon neydi? Hikâyesi nasıl başladı?

İçimde Yanan Nehir, Su Üçlemesi’nin ikinci romanı…   İlk roman Adımı Deniz Koydular idi. Bu roman gerçek bir yaşam öyküsünden esinlenerek kurgulandı. Hırpalanmış çocuklar ile parçalanmış kadınlar var odağında. Motivasyon deyince durup düşünüyorum. Bir motivasyonum yoktu. Bende kanayan başkalarının yaralarıydı. Bende kanayan başkalarının yaraları! Öyle çok acı, öyle çok haksızlık, öyle çok duyulmamış ses, görülmemiş yüz, tutulmamış el var ki… Öyle çok susturulmuş çığlık. Hayata sıfırdan başlayanlar var. Sıfıra ulaşmak için on canlık sınavı geçmek zorunda kalanlar var. Anneli öksüzler, babalı yetimler var. Cehenneme doğup orayı dünya zanneden çocuklar var. Bazı ödüller cezadır, bazı cezalar ise ödül. Fazla görmekle, fazla duymakla, fazla hissetmekle ödüllendirilmiş bir cezalıyım ben. Bütün bunları anlatmayacaksam ne anlatacağım ben? Hikâye böyle başladı.

“Bu kitap, öyküsünü susanlar için yazılmıştır”, diyorsunuz. “Susanlar” kimler? Kimlerin öyküsü?

Adımı Deniz Koydular romanı Deniz ve James’in öykülerini anlatıyordu. Deniz mahallesinden çıkan, tüm trajediye rağmen kaderi değişen biriydi. Öyküyü de anlatmıştı. O romanda geri planda kalan iki karakter vardı: Deniz’in ikizi Yeter ve Nile. Yeter mahallede kalanlardan biri. Kaderi değişmeyenlerden… Hikâyeyi anlatanın, anlatmayana haksızlık yapması hep bâkiydi. Susanların hikâyeleri bilinmedi. Bu üçlemenin bir amacı da aynı olayları farklı bakış açılarından görmek, göstermek… Meşhur bir Nasreddin Hoca fıkrası vardır. İki kişi anlaşmazlığı çözemeyince Hoca’ya gelirler. Hoca önce birinci adamı dinler ve ona hak verir. Daha sonra diğer adamı dinler ona da hak verir. Eşi dayanamaz hocaya itiraz eder: “Ama sen de herkese hak verdin!” Hoca eşine bakar ve “Sen de haklısın” der. Ne kadar yorucudur öyle herkese hak vermek bir bilseler.

“Geçmişle bağı onarmak mümkün mü bilmiyorum”

İçimde Yanan Nehir’de geçmiş, karakterlerin peşini bırakmıyor. Geçmişle olan bağımızı onarmaya çalışan bir tarafından söz edebilir miyiz?

Geçmiş geçmez ki. Hiç hatırlamadığını düşünenler bile bir an bir şarkı duyar, bir koku alır, bir yemeği tadar, bir sözü söyler ve hoop geçmişe ışınlanır. Geçmişle bağı onarmak mümkün mü bilmiyorum ama geçmişin kabulü şart gibi geliyor bana.  Nasıl bir insan için görünmek, varlığının kabulü önemliyse geçmiş de öyle. Belki de ancak direkt ve dikkatle geçmişe baktıktan sonra onu katlayıp yüksek bir rafa kaldırabiliyoruz. Ama bugünkü duygu ve davranışlarımızı şekillendiren geçmişten ve hatta anılarımızda yer almayan en eski geçmişten söz ediyorsak o öylece kendi korunaklı kutusunda hep duracak sanıyorum. Ama yaşadığımız travmalara bakış açılarımızı değiştirmek, sanırım bu terapinin konusu, amacı. Ben sonuca, yani öykü kurgusundaki giriş, gelişme, sonuç olan sonuca baktığımda bazen tüm güçlüğüne rağmen bir deneyimden güçlenerek çıkmış insanlar görüyorum. Bazen bir üfürükte devrilenler, bir fırtınadan sağlam çıkanlar görüyorum. Öyle çok değişken var ki genel geçer laflar etmek anlamsız. Beni öldürmeyen şey güçlendirebilir ama bir başkasını öldürebilir. Beni bugün öldürmeyen yarın öldürebilir. Her gün aynı insan mıyız biz?

“Kolu kıran değil elbiseyi sıyırıp kırığı gösteren kötü öyle mi?”

Türkiye’de üzeri örtülen, görmezden gelinen cinsel istismar, şiddet, yoksulluk gibi konulara değiniyorsunuz. Bu çözüm arayan başlıklara ve yaşadığımız döneme baktığımızda nasıl bir manzaradan söz edersiniz?

Pek parlak bir manzaradan söz etmiyoruz. Türkiye’de ortalığı pisleten ve pisliği halının altına süpüren yargılanmaz. Açıp pisliği gösteren yargılanır. Açıp gösteren kötülenir. Hele de bu aile içi vahşetlerde! İşkence yaparlar, bu dert değildir ama işkenceyi anlatan derttir. Yoksulluğun, mobingin, şiddetin, cinsel saldırının üstü örtülür. Babasının, ağabeyinin, amcasının cinsel istismarına uğrayan çocuklara “Sus” denir. Altı yaşında evlendirilen çocuğun başına gelenleri gördük. Kendi kardeşleri deli olduğunu, ruh sağlığı bozuk olduğu için yalanlar söylediğini açıkladılar. Oysa! Oysa ses kayıtlarından oluşan deliller vardı dava dosyasında. Kol kırılır yen içinde kalır lafı bizim başımızın belası. Kolları kırmazsanız yenin yani elbisenin içinde saklamaya gerek olmaz. Kolu kıran değil elbiseyi sıyırıp kırığı gösteren kötü öyle mi?

Bu romanları yazmaya başladığımda sorunun, göründüğünden büyük olduğunu tahmin ediyordum ancak sorun benim tahmin ettiğimden de büyükmüş. Hepimizin tahminlerini toplasak, ondan da büyük galiba… Geçen ay Tele1’e uğradım. Orada 19 aydır kayıp kızlarını arayan bir aileyle karşılaştım. Pavyon güzellemeleri yapılan, pavyon romantizmi pompalanan günlerdeyiz. Kadın ve hatta çocuk sömürüsünün beşiğidir pavyonlar. Şiddetin, istismarın yuvasıdır pavyon! Neyin romantizmi bu?

“Edebiyat yumuşak bir güçtür”

Sizce bu konulara edebiyat aracılığıyla nasıl ışık tutabilir, çözüm önerisi sunabiliriz?

Edebiyat yumuşak bir güçtür. Yumuşak bir mücadele ve direniş alanı… Bu yumuşak gücün içinde çok sert ve zorlayıcı öyküleri anlatmak mümkün. Çok sert ve zorlayıcı öyküleri anlamak mümkün. Rakamları çok sevmem ben. Rakamlar uçar gider ama söz öyle mi? Sözcükler kancalarla tutunurlar insana. Öyküler kancalarını takarlar insana. Geçen yıl Türkiye’de kaç kadın öldürüldü? Size bunu sorsam aklınıza bir rakam gelmez. Bana sorsanız benim de gelmez. Kaç kadın tecavüze uğradı? Çok! Rakamların ne önemi var? Bir kişi az mı? Yetersiz mi? Yaşadığımız çağda herkes birbirini yanlış anlama gayretinde olduğu için söyleyeyim: Ne kadar çok sayıda o kadar kötü tabii ki ama bir kişi bile olsa çok ve kötü değil mi? Ama Şule Çet dersem… Münevver Karabulut dersem… Emine Bulut dersem öyküleri hemen yakamıza yapışır. Bir öykü çok sıfırlı bir rakamdan çok daha etkileyici, dönüştürücü olabiliyor. Ve edebiyat güncelin sızılarını geleceğe de aktarır.

İçimde Yanan Nehir, Su Üçlemesi serisinin ikinci kitabı. Serinin devam kitabı gelecek mi?

Evet, Su Üçlemesi’nin üçüncü romanı olacak. Göl kelimesi geçecek adında. Deniz, Nehir, Göl… Suyun üç formu… Su üçlemesi çünkü kadın da su da yaşamın kaynağı. Göl, Leyla’nın öyküsünü anlatacak. Hazırlıkların yarısı tamam gibi… Sanırım sonbaharda yazmaya başlarım. Yazacak, konuşacak, okuyacak çok öykü var. Kelimelerde birbirimize tutunmaya devam edeceğiz yoksa… Yoksa dünya çok ıssız bir gezegen olur.

İçimde Yanan Nehir / Demet Cengiz / İnkılap Kitabevi / Roman / 160 Sayfa