Ebru D. Dedeoğlu / [email protected]
Renkli, zeki, tutkulu...
Daha sayabilirim...
O halde sayayım. Yazar, rehber, flanör, gezgin, turist, sürgün, mülteci, gazeteci...
Bir yerde durmak zorundayım...
Ama şunu da ekleyeyim izninizle, aşk yorgunu...
Şair, yazar, gazeteci, fotoğraf sanatçısı, küratör ve rehber Cüneyt Ayral'ı tanımayan yoktur...
Hayatının kapılarını bize açan Cüneyt Ayral’ı İstanbul’a gelmişken yakaladım ve Oğlak Yayınları’dan yayımlanan kitapları üzerinden Fransa’daki hayatını, sıfırdan kurduğu iç giyim krallığını, batışını ve hayatının kadınlarını konuştuk. Macera dolu geçen yetmiş yıllık hayatında, yalnız olmayı tercih eden ve aşka aşık Ayral, “Yalnızlık her zaman benim için çok büyük bir lüks olmuştur,” diyor ve geçmişe doğru bir yolculuk yapıyor.
Çok renkli, tutkulu, hayat iştahı yüksek olan birinin çerçevesini nasıl belirlemeyelim ki tüm tanımlamaları içinde barındırsın? Yazar, rehber, flanör, gezgin, turist, sürgün, mülteci, göçmen, malumatfuruş, haneberduş, meraklı, aşk yorgunu, kalp kırgını, gazeteci, maceracı, kaşif ve devam ediyor... Cüneyt Ayral kimdir? Hepsi mi hiçbiri mi?
Cüneyt Ayral aslında çok kendi halinde, çok fazla ortada görünmeyi sevmeyen, tutkuları olan, rahmetli İlhan Berk’in deyimiyle aşka aşık bir adamdır.
İçe dönük müsünüz?
Herkes beni dışa dönük bilse de içe dönük bir kimliğim var. Kendimi içimde yaşarım. Dışarıya çok göstermem gerçek Cüneyt’i. Paris’te yaşıyor olmamın nedeni bu. Tahminlerin aksine, tanınan birisi olmayı sevmiyorum. Yazar ve şair olarak bilinmeyi seviyorum. Bu durum egomu okşuyor. Kitaplarım dışında çok fazla ortalıkta olmayı sevmiyorum açıkçası.
“İş adamı kimliğim çok merak ediliyor”
Kalıpların dışında, yaratıcı düşünebilme becerinizi nasıl anlıyorsunuz ve hangi deneyimlere ya da öğrenimlere bağlıyorsunuz?
İlk otobiyografi kitabım Yolculuk’u 50. yaşımda sipariş üstüne yazmıştım. Yolculuk, yüzde yetmiş beş doğru bir tanım çünkü esasında bir başarısızlık öyküsü. Biliyorsunuz iç giyim sektörünü Türkiye’de ilk kuranlardan biriyim ve iş adamı kimliğim çok merak ediliyor. Ben de onlara istediklerini az vererek daha çok kendi kimliğimi anlattım. Bazı şeyleri de uydurdum.
Çocukluğunuza, Yaşiner apartmanı günlerine gidelim, nasıl bir eve, nasıl bir aileye doğdunuz? Anneniz nasıl bir kadındı? Kitaplarda babanızdan hiç bahsetmemişsiniz, onunla nasıl bir ilişkiniz vardı?
Annem ve babamla ilişkilerim çok mükemmel değildi. Biz Sabetay bir aileyiz. Selanik, piyasada dönme diye bilinir. Babamlar, varlık vergisinde çok dayak yediklerinden Sabetaylığının ortalığa çıkmasından çok korkardı. Bu konu hiç konuşulmazdı. Çok başarılı bir iş adamı değildi. Annem ise başarılı bir kadındı ama lükse düşkündü. Evimizde misafir geleceği zaman çok zarif sofralar kurulurdu. Ancak biz bize isek akşam yemeğinde hep uyduruk bir şeyler olurdu. O tariflerin hepsi El Çabukluğu Marifet kitabımda. Yemek yapma ve yemek yeme deneyimimi de Sizin İçin Pişirdiler adlı kitabımda anlattım. Çocukluğumun geçtiği Nişantaşı Yaşiner Apartmanı aile apartmanıydı. Büyük bir aileydik. Oturduğumuz Küçük Bahçe Sokağı benim için evden daha önemliydi. Manav Nevruz vardı, Bakkal Abdurrahman Efendi hepsi arkadaşımdı. İçmeyi orada öğrendim. Mahalledeki insanlarla, esnafla güzel bir ilişkim vardı. Evden çok mahalleyle ilişki kurmuştum. Ablamla aynı odayı paylaşıyorduk, yalnız olmayı sevdiğimden durumdan çok memnun değildim. Yalnızlık her zaman benim için çok büyük bir lüks olmuştur.
Bir de krallığınız var, hem de iç giyim kralı... Kime Cüneyt Ayral desem bunu mutlaka hatırlıyor. İç giyim defileleri, ünlü yerli ve uluslararası mankenler, iç gıcıklayan resimler. Erotizm. Cinselliğin, hazların o tuhaf, hayal gücüne bambaşka lezzetler kazandıran labirentleri. 80 ve 90’ların Özal, trasformasyon, liberalleşme, kentli yeni sınıfların coşkulu tüketim atakları, haz ve fanteziler dünyası. Cüretkâr, kışkırtıcı, tahrik edici hamleler. O devasa “iç çamaşır” pazarında müthiş bir niş inşa ediyorsunuz. İç giyim işine nasıl girdiniz? Nasıl başardınız? Ne ödünler verdiniz?
1980 yılında sert sıkıyönetim kanunları yüzünden evlenmek zorunda kaldım. Sevgilim vardı, ilk karım İrem. Beraber yaşıyorduk, apartmandan şikâyet etmişler, kapıya asker geldi. “Birisiyle beraber yaşayamazsın” dediler. Yahu benim sevgilim bu. “Hayır, yaşayamazsın” dediler. Onun üstüne hemen evlendik. O dönemde reklam sektöründe metin yazarı olarak çalışıyordum. Her girdiğim yerden de atılıyordum.
Neden?
Huysuz bir adamım çünkü, geçimsiz bir adamım. Adamlar da haklı. Vakkorama açılıyordu, onun açılışında rahmetli Vitali Hakko beni işe almıştı. Yaşar Kemal’i davet edeceklerdi, ben Yaşar Kemal’e telefon ettim. Yani o da yazar ben de yazarım. Bir şey yok ortada.,,
“Vitali Hakko, Yaşar Kemal’i aradım diye beni işten attı”
Vitali çok kızdı. Sen kim oluyorsun Yaşar Kemal’i arıyorsun diye. Ben de ben 'Cüneyt Ayral’ım, kusura bakma 'dedim. Ve beni işten attı tabii. Sonra Mengü Ertel’in yanına girdim. İrem’le evlendik. Mengü de beni işten attı. Karım bir Amerikan bankasında çalışıyordu. Bana dedi ki, “Kendi işini yap. Beş sene seni desteklerim.” İrem harika bir kadındı. Hep görüşürüz, hâlâ. Öyle oldu. Türkiye’de ne iş yaparım diye düşündüm. Benim fetişlerim var. Sütyendi, dondu, bayılırım, dokunmayı da severim. O dönem Türkiye’de doğru dürüst sütyen yoktu. İrem İngilizce Cosmopolitan dergisi alırdı. Bir sayısında küçük bir reklam gördüm, Warner. Rengârenk sütyenler, bayıldım. Onlara teleks yazdım. Sizi Türkiye’de temsil etmek istiyorum dedim. Adam ilgileniriz diye cevap verdi. Örnek istedim. Derdim, sütyenler gelsin, karım giysin (gülüyor). Örnekler geldi, pırıl pırıl, rengârenk; yeşiller, kırmızılar, sarılar, bayıldık tabii. O arada beni askere aldılar. Gittim askere, on üçüncü gündü silahı attım çıktım. En son da, delidir ne yapsa yeridir diye rapor verdiler, bıraktım askerliği. İstanbul’a geldim. Warner’ın Avrupa başkanı geldi. Adam yıllık ne ciro bekliyorsun dedi. Dedim ne cirosu, ithalat yasak Türkiye’ye. Adam deliriyordu. İngiltere’ye, döndükten sonra, bir teleks geldi, tekrar görüşmek istediler. Ancak iç giyim hakkında hiçbir şey bilmiyorum, beni yetiştirmeniz lazım dedim ve macera böyle başladı.
“Türkiye’nin gidişatının böyle olacağını 27 yıl evvel söylemiştim”
O güne ve bugüne bakalım, ne kadar muhafazakarlaştık değil mi? Dergi kapaklarımız vardı, artık dergimiz yok neredeyse, ne dersiniz?
Türkiye’nin bu gidişatının böyle olacağını 27 yıl evvel Fransa’ya giderken söylemiştim. Kitaplarımdan bir tanesi AB ile Türkiye arasındaki ilişkileri anlatır. O konudaki yazılarımı da topladığım da bir kitabım var. Orada zaten yazıyor Türkiye’nin AB’ye filan girmeyeceği. Girsek Mi Girmesek Mi?’dir o kitabın adı. Girmeyeceğini anlattım orada. Türkiye’nin gidişatı iyi değil. Bir hareket başladı. Yeterli mi, hayır. Çok daha sert, çok daha net şeyler yapılması lazım bu memlekette. Yoksa Türkiye gümbür gümbür gidiyor maalesef, dışarıdan görüntüsü o. Ve bu beni çok üzüyor. Muhafazakarlık bizim dönemimizde de vardı. Ama bu kadar hırçın değildi. Ben biraz da işimi kaybetmiş olduğuma çok seviniyorum çünkü bugünlerde o iş olsaydı biri gelip çakacaktı o işin içine. Yani beni yaşatmayacaklardı burada, onu biliyorum. Onun için de iyi oldu, hiç olmazsa ben yazar kimliğimle Fransa’da saygı da görüyorum. Burada öyle bir şey yok. Burada ancak sutyenci, doncu olursanız basında yer alıyorsunuz. Yoksa kitaplarımla ilgili ilk siz konuşuyorsunuz işte.
İç çamaşırı ve erotizm sizin için ne ifade ediyor? Erotik nedir? Erotik ve baştan çıkarıcı denilince aklınıza gelen isimler, kitaplar, sanat eserleri, filmler, oyuncular vs. neler?
Bir kere iç giyim Türkçeye benim kattığım bir sözcüktür, iç çamaşırı demem çünkü çamaşır başka bir şeydir. Yani çamaşır dediğiniz zaman yatak örtüsü, gecelik onları söylersiniz. Türkçede bazı sözcükler yanlış kullanılıyor. Sütyen, don, jartiyer, bunlar iç giyimdir. Bana ne ifade ediyor? Bir kere ben çok ciddi bir fetişistim. Onu ifade ediyor. İyi bir koleksiyonerim. Çok ciddi bir iç giyim koleksiyonum var, şu anda satışta. Aklıma ilk gelen isimse Catherine Deneuve. En son Cafe de Flore’da karşılaştık birkaç fotoğrafını çekebildim. Hâlâ muhteşem bir kadın. Penelope Cruz, erotik bir kadın. Onun dışında eşlerim çok erotiktir. Hep öyle kadınlar seçtim.
“Paris’te geçmişim elli yılı aşar”
Walter Benjamin’in deyimiyle 19. yüzyılın başkenti Paris, Cüney Ayral'ın tüm bu maceraları arasında nerede? Şehirle nasıl bir ilişkiniz var?
Şehirle nefret ve aşk ilişkim var. İstanbul’la küsüştüm ben. İstanbullular İstanbul’a sahip çıkmadılar. Hayatımda yaptığım en önemli ve değer verdiğim iş, Konstantıniyye Haberleri gazetesidir. İstanbul Enstitüsü, Pera Müzesi web sayfalarından okuyabilirsiniz. Paris’te geçmişim elli yılı aşar. İlişkimiz çok uzun. Son zamanlarda Paris kimlik değiştirdiğinden bir nefret doğmaya başladı. Artık kitapçılar lüks giyim mağazaları oluyor. Kafeler saat 11.00’den itibaren restoran halini almaya başladı. Kapitalizmin esiri olmuş durumdalar.
Paris geçmişiyle barışık yaşar. Dünyanın en önemli coğrafyasında yaşarken İstanbul’a bu zulmü neden çektiriyoruz? Türkler geçmişe küskün ve kırgın mı? Yoksa yönetimlerin kurbanı mıyız?
Türk insanının ayarını bozdular, Türk, Kürt, Laz, Alevi diye ötekileştirdiler. Devamlı kavga gürültü var memlekette. Benim hiç aklım ermiyor. Fransa’da Fransız nüfusu yüzde 18. Yani en iyi doktorlar İranlı, Cezayirli. Böyle bir dertleri yok. Türkiye’de inanılmaz bir ayrışma, ötekileştirme var, akıl sır ermiyor.
“İstanbul da, Paris de dişi şehirlerdir. İkisi de bünyelerinde fahişelik barındırır. Alımlı, aşkı çağrıştıran ama ulaşılması ve uzlaşılması güç kadınlar gibidir. Sizinle sevişmesine sevişirler ama hiçbir zaman sizin olmazlar.” Paris Bambaşka kitabınızdan etkileyici satırlar. Sormak istiyorum kalabalıklar şehri İstanbul sizi üzerken, yalnızlar şehri Paris kucak mı açtı? Yoksa mesele bir kadın mıydı?
Aynen öyle. Paris bana kucak açtı. Paris beni koruyor, hâlâ koruyor. Fransızlar bana maaş veriyorlar. Ben Fransız değilim, hâlâ Türk vatandaşıyım.
“Olmaz dediğim birçok şey olmadı hayatımda” diyorsunuz. Neydi bunlar? Yaşamak sürprizlerle doluyken hâlâ olma şansı yok mu?
Benim bir şeye kavuşmak gibi bir derdim hiçbir zaman olmadı. Paris herkesin yalnız yaşadığı bir şehir. Tek başına olmakla yalnız olmak arasında fark vardır. Paris’te yalnız yaşıyorum ama tek başıma değilim. Çok insan tanıyorum. Kafelerin garsonlarından tutun, mahallenin manavına kadar bir sürü tanıştığım insan var. Galiba yalnızlığı çok seviyorum. Bana göre özgürlük duygusu. Size karışılmaması, sizi ellememeleri, istediğinizi istediğiniz anda yapabilme duygusu… Yani ben istiyorsam gecenin üçünde uyanıyorum, kalkıyorum çıkıyorum sokağa yürüyorum. Bu bir özgürlük.
Tüm kitaplarınızı okurken neşenin yanında hüzün, zekanın yanında da naif yönünüz satırlar arasına gömülmüştü. Aidiyet ve kimliklere karşı bir duruşunuz var mı? Gerçek özgürlük, köksüzlükten ve aidiyetsizlikten geçiyor olabilir mi?
Selanikli bir aileden geliyorum. Ciddi bir din eğitimi almadım. Ne Müslümanlığı öğrendim ne de Yahudiliği. Annem babam gezmeyi seven, sosyal insanlardı, biz evde otururduk. Önce Şişli 19 Mayıs İlkokulu’nu bitirdim. Ondan sonra bir sene Alman Lisesi’nde okuduktan sonra Ankara Atatürk Erkek Lisesi’nden mezun oldum. Aidiyet duygusu bende yok. Zaten eşlerimin de sevgililerimin de bende sevmedikleri şey o oldu gibi geliyor. Çünkü hep kendime ait oldum.
Aşktan bu kadar beslenirken yalnızlığı öykünmeniz bir paradoks değil mi?
İki kadına çok aşık oldum. Bir tanesi benden hala nefret ediyor, görüşmüyor. Çok şiir yazdım üstüne. En son Yolculuk kitabımda adını vererek bir mektup yazdım kendisine. Neden ayrıldığımızı bilmiyorum, en çok da onu merak ediyorum. İkinci karıma da çok aşık oldum. Hâlâ aklımın bir köşesinde durur. Benimle yaşamak çok zordur. Ben öyle, yalnız huysuz değil, ben benden nefret ediyorum zaman zaman. Kolay değilim. O kadar çok merakım, o kadar çok denemek istediğim şey var ki…
Mekanları mekân yapan insanlarıysa Paris’in ölümsüz edebiyat kahveleri ve onlarla bütünleşen yazarları anlatır mısınız? Ufak bir edebiyat kahve turu istesem sizden…
Paris’te önemli edebiyat kahveleri Cafe de Fleur ve Les Deux Magots’dur. Gerçi ikisinin de tadı kaçtı, Japon kahvecisi oldular. Artık sıraya girmek zorundasınız kahvede oturabilmek için. İnanılmaz pahalı. Cafe de Bonaparte var. Orada oturuyorum genellikle. Öğleden sonraları beni orada buluyor insanlar. Artık yazarların çok fazla kahve sohbetleri yok. Sartre Nobel Ödülü’nü yine bu kahvelerden birinde reddetmiş. Çok modacıyla tanıştım ben bu kahvelerde. Paris de değişiyor. Her yer lüks mağaza oluyor. Niye öyle oluyor? Çünkü Filipinliler geliyorlar, Araplar geliyorlar ve yalnızca alışveriş ediyorlar. Delirtiyor beni tabii.
El Çabukluğuyla Marifet ve Tembel Gurmeler İçin Sandviçler ve Salatalar. Yemek kitaplarını okumayı seven biri olarak bayıldım. Anneniz nasıl biriydi? Yemek yapma sevginiz annenizden mi geliyor?
Hayır, nenemden. Babaannemin Selanik’te yardımcısı olarak aileye girmiş. Babamı, halamı, kuzenlerimi, Mehmet ile Rıza’yı, ablamla beni büyüten nenemdir. Eşini Balkan Harbi’nde gözünün önünde süngüyle öldürmüşler. Onun üstüne de bir daha hiç evlenmemiş. Çok güzel yemek yapardı. Onun yaptığı paşa köftesi Deniz Gürsoy’un köfteler kitabında ismiyle beraber vardır. Yemek yapmanın keyfini ondan öğrendim. Onun dışında rahmetli Boris Usta, Adnan Menderes’in aşçısıydı, yanında çalışmış olmak büyük bir şanstı. İkinci eşim evde beni rahat bıraktı ve yemek yapmaya başladım. Türklerden paşa köftesini çok iyi yaparım. Bir de nenemin iç pilavlı tavuk dediği bir yemek vardır ama aslında o iç pilav değildir, o bir kızarmış pilavdır. Limonlu ve maydanozlu pilavdır, inanılmaz bir yemektir.