Everest İlk Roman Ödülü’nün 2023 yılı kazananı, Sisler Dağıldığında romanı ile Gülhan Davarcı oldu. Davarcı bu romanda, sevgi ile kontrol arasındaki ince çizgiyi anlatırken aileden öğrenilen baskıcı ve manipülatif sevgi biçimlerini sorgulamaya itiyor bizi: Sevgi adı altında psikolojik şiddet kurbanı mıyız?
Ebru D. Dedeoğlu
Gülhan Davarcı’nın Everest Yayınları’ndan çıkan ve 2023 Everest İlk Roman Ödülü’nü kazanan Sisler Dağıldığında, okuru baştan sona derin bir içsel hesaplaşmaya davet eden çarpıcı bir roman. Babasını kaybettikten sonra hayatında büyük bir boşluk oluşan İnci, geçmişin güvenli ama yanıltıcı hatıralarına sığınıyor. Ancak, Sedef’in hayatına aniden girişiyle birlikte bu sessizlik bozuluyor ve İnci, idealize ettiği babasına dair hatıralarının ardındaki gizli sırlarla yüzleşmek zorunda kalıyor. Davarcı bu romanda, sevgi ile kontrol arasındaki ince çizgiyi anlatırken aileden öğrenilen baskıcı ve manipülatif sevgi biçimlerini sorgulamaya itiyor bizi: İdol haline getirdiğimiz insanlar gerçekten düşündüğümüz gibi mi? Sevgi adı altında psikolojik şiddet kurbanı mıyız? Gerçeklerle yüzleşmek özgürlüğe giden yol mu? İnci’nin babasının gücüyle yüzleşip kendi kimliğini aradığı bu içsel yolculuk, her adımda sizi gerçeğin ve belleğin sınırlarını zorlayan bir hesaplaşmaya sürükleyecek. Psikolojik derinliği ve ustaca kurgusuyla Sisler Dağıldığında, ilk sayfasından itibaren sizi saracak, gerçeklerle yüzleştirirken elinizden bırakamayacağınız bir roman olacak. Tüm detayları Gülhan Davarcı ile konuştuk.
İnci'nin babasıyla ilişkisi, adeta kayıp ve boşluk hissi arasında sıkışmış bir kimlik arayışı. Ataerkil bir toplumda bir kız çocuğunun babasıyla olan bağları, onun benlik algısını nasıl şekillendiriyor? İnci'nin hikayesi için bir toplum eleştirisi diyebilir miyiz?
Kız ya da erkek çocuk olsun, benlik algısı genelde bakım veren tarafından belirleniyor. Aslında İnci’nin babası görünürde çok ideal bir ebeveyn, kızını taparcasına seven, kızının üzerine titreyen bir baba. Klişe “kötü baba” figüründen çok uzak. Fakat asıl tehlike de burada başlıyor. Çıplak şiddeti işaret etmek çok kolay. Ya görünmeyen şiddet? Psikolojik şiddet nasıl kanıtlanır? Toplum acaba kaç ilişki biçimini onaylarken aynı zamanda oradaki şiddeti de onaylıyor, bunun üzerine düşünmemiz gerek. Öğretmen-öğrenci, ebeveyn-çocuk, duygusal birliktelikler… Hepsi için bu soruyu soralım kendimize, ideal olduğu varsayılan ilişkilerin ne oranda şiddet barındırdığını düşünüyor muyuz hiç? Bu bağlamda İnci’nin hikayesini toplum eleştirisi olarak da değerlendirebiliriz.
Romanda İnci’nin babasıyla olan pürüzsüz anılarını ve bu anıların kişiliğini nasıl şekillendirdiğini okuyoruz. Ancak Sedef’in gelişiyle farkındalık ve yüzleşme süreci başlıyor. Sedef, İnci’nin kırılan kalbinin onarabilmesine yardımcı olabilecek mi?
İnci kırılan kalbini onarsın diye çağırıyor zaten Sedef’i. İnci çağırmasa Sedef gelmezdi. İnci’nin çağrısını, iyileşme niyeti olarak okuyabiliriz ki bu da umut vaat eden bir durum.
“Bilinçdışının kıvrımlarına sızdığımızda orada erdemle karşılaşmamız çok zor”
Tüm ilişkilerde vermek de almak mıdır? Yani fedakarlık feda ve kar ilişkisinden mi doğuyor?
Vermeyi yüceltecek değilim, insan almak için verir. Ne kadar çok veriyorsak alma ihtiyacımız o kadar yüksektir. Bilinçdışının kıvrımlarına sızdığımızda orada erdemle karşılaşmamız çok zordur.
Romanda babanın evdeki varlığı, sadece fiziksel bir güç değil, aynı zamanda psikolojik bir gölge. Ölü bir baba her zaman yaşayan babadan iyi iken İnci’nin gerçekleri haykıramaması ve sorularına cevap alamayışı nasıl bir baskı yaratır sizce? Ölü bir babaya kızmak ve hesaplaşamamak nasıl bir tahribat bırakır?
Çocukluğundan bu yana sorularına cevap alamamış, kendi gerçekliğinin bir parçasıyla hiç yüzleşmemiş biri İnci. Bu durumla yaşamayı öğrenmiş, o tahribat varlığının bir parçasına dönüşmüş. Her insan gibi o da yaralarıyla var, tabiri caizse o mühürle yaşamaya devam edecek. Ölü bir babayla hesaplaşma meselesine gelince, hesaplaşma öncelikle içseldir, bu yüzden öfkenin muhatabı ortada olmasa da sahici bir hesaplaşma mümkündür. İnci, önce Sedef’i çağırarak sonra da gerçeği kendine yüksek sesle itiraf ederek iyileşme sürecine girdi. Ama dediğim gibi benliği en baştan yaralı, o yara da kapanmayacak. Kapanmasına gerek yoktur belki de.
“İnkâr önemli bir psikolojik mekanizma”
İnci’nin baba ve sevgili gibi otoriter figürlerle ilişkisi, ataerkil bir düzenin devamı niteliğinde. Bu figürlerin kontrolünün çözülmeye başlaması, İnci’nin kişisel ve toplumsal anlamda özgürleşme sürecinde nasıl bir dönüm noktası oluşturuyor?
Sisler Dağıldığında aynı zamanda bir özgürleşme romanı olarak okunabilir elbette. İnkâr önemli bir psikolojik mekanizma. Çok erken yaşlarda, babasının söylediği yalanlardan korunmak için kendisine yalan söylemek zorunda kalmış biri İnci, diğer türlü gerçekler benliğini ezip geçerdi. Babasının ölümüyle birlikte sadece babasının yasını değil, bir kısmı kayıp olan geçmişinin de yasını tutuyor. İnci, romanın sonunda kendisine gerçekleri bildiğini itiraf ediyor. Bütün mesele, bu itirafı yüksek sesle yapabilmesiydi. Onu kovalayan geçmişini karşısına aldı ve o geçmişte kendisini bütünüyle gördü. Yüzleşme ne büyük bir özgürlük!
Manipülasyonun sevgi adı altında sunulması romanınızın önemli bir temasını oluşturuyor. Kadınların sıklıkla bu manipülasyonları fark etmeden kabullenmeleri ve bunu sevgi olarak yorumlamaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
İnsan ilişkilerini, insanlar arası iletişimi belirleyen ana şeylerden biri manipülasyon. İnsan varsa orada güç ilişkisi vardır. Dilin kendisi zaten en önemli manipülasyon araçlarından biri. Dilin içine girdiğimiz an, sürekli manipüle edilir ve manipüle ederiz. Bu, görece eşit ilişkilerde belli oranlarda normal, kabul edilebilir bir durumdur. Sorunuza gelince, filmler, şarkılar, söylenceler, mitoslar, masallar gibi öğeler aracılığıyla, toplumun sevgi konusundaki ortak kültürel anlayışı kadınları şiddete karşı savunmasız bırakırken, hatta çoğu zaman sevgi olarak sunulan şey manipülasyonun ta kendisiyken, kadınların bunu doğal algılamasından daha normal ne olabilir ki? Kadınlar da erkekleri manipüle eder ama bu noktada şuna dikkat çekmek isterim, erkeklerin manipülasyon hamlelerinin kadınların hayatı için daha yıkıcı olduğunu göz ardı etmemek gerek. Patriyarkanın verdiği güçle birleştiğinde, manipülasyon, erkeklerin elinde yıkıcı bir güce dönüşebiliyor.
“Duyguların yaşanış şeklini kültür belirliyor”
Peki, İnci sevgi havuzunda büyümüş bir çocuk mu yoksa babasının sessiz şiddetine maruz kalmış bir çocuk mu?
İkisini birbirinden ayırt etmek o kadar kolay değil diye düşünüyorum. Duyguların yaşanış şeklini kültür belirliyor ve kültürel düzlemde sevgiyle şiddetin iç içe geçmiş olduğunu görüyoruz. Ebeveyn–çocuk ilişkisi gibi tarafların eşit olmadığı, olamadığı, güçlünün inisiyatifinde olan ilişkilerde şiddetten arınmış bir ilişki biçimi zor, imkânsız değil ama zor. İnci’yle babasının ilişkisi özelinde konuşacak olursak, zaten en baştan itibaren hikayelerinin karanlık bir yanı mevcut. Bunun yanı sıra, bir de babanın “aşırı varlığı” söz konusu. Çok sevmenin, sımsıkı sarıp sarmalamanın ötekini boğan bir yanı vardır. Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar romanındaki Lennie karakterini hatırlayalım, çok hoşlandığı insanları boğarak öldürüyordu! Her duygu gibi sevgi de karanlığa çok yakın, duygular arasındaki sınırlar o kadar keskin değil. “Aşırı” seven, koruyan, kollayan ebeveynler çocuklarına alan açmıyor ve onları güçsüzleştiriyor. Ebeveynin “aşırı varlığı”, çocuğa karşı şiddet değil de nedir? Sağlıklı sevgi, öteki karşısında kendine hâkim olmayı, sevgiyle işgali ayıran ince çizgiyi aşmamayı gerektirir.
İnci’nin babasını kaybettikten sonra yaşadığı içsel hesaplaşma ve yalnızlık, bir yandan geçmişe saplanmış, diğer yandan da gelecekle ilgili belirsizliklerle boğuşan bir ruh hali. Bir kadının kendi geçmişiyle yüzleşmesi, geleceğini nasıl şekillendirir?
Bize yapılanlarla yüzleştiğimiz takdirde güçlü bir gelecek inşa edebiliriz. Her anlamda “bir daha asla” demek için canımız acısa da geçmişe bütün çıplaklığıyla bakmamız gerekiyor.
İnci karakteri üzerinden kadınların 'güçlü olma' beklentisi ile karşı karşıya kaldıkları zorlukları müthiş işlemişsiniz. Özellikle bu beklentinin kadınlar üzerinde yarattığı duygusal baskıyı nasıl yorumluyorsunuz? Her daim güçlü olmak zorunda mıyız? Yas tutma hakkımız yok mu?
Elbette zaman zaman naif zaman zaman güçlü olmak çok insanca ama patriyarkal düzende, aynı anda belli konularda naiflik, belli konularda dayanıklılık talep ediliyor kadınlardan, şizofrenik bir varoluş dayatması yani. Yas tutmaya gelince, toplumca yüzleşme ve yas tutma konusunda gidecek çok yolumuz var. İnkar, dediğim gibi çok güçlü bir psikolojik mekanizma. Diğer yandan, güçlü ol sloganları bu dönem o kadar popüler ki yas tutmaya kimsenin vakti de isteği de yok.
Sisler Dağıldığında / Gülhan Davarcı / Everest Yayınları / Roman / 168 Sayfa