Glasgow’daki COP26 iklim zirvesinde yüzlerce finans kuruluşu iklim değişikliğine yönelik çözümlerin finansmanı için trilyonlarca dolar vereceğini açıkladı. Ancak önümüzde hala büyük bir engel var: Dünya finans sistemi gelişmekte olan ülkelere finansman akışını önleyerek birçokları için adeta ölüm tuzağı kuruyor. Ekonomik kalkınma üç temel sermaye türüne yapılacak yatırımlara bağlıdır: İnsan (sağlık ve eğitim), altyapı (enerji, dijital, ulaşım ve şehircilik) ve işletmeler. Yoksul ülkelerde bu üç türün her biri için kişi başına düşen sermaye miktarı daha azdır; dolayısıyla hepsine dengeli yatırım yaparak hızlı büyüme potansiyelleri de vardır. Küresel tahvil piyasaları ve bankacılık sistemleri de sürdürülebilir kalkınmanın yüksek büyümeye dayalı “telafi” aşaması için yeterli finansmanı sağlamak durumunda ama henüz bu yönde bir emare yok. Fonların küresel tahvil piyasalarından ve bankalardan gelişmekte olan ülkelere akışı görece düşük seviyede, borç alanlar için maliyetli ve istikrarsız olmayı sürdürüyor. Gelişmekte olan ülkeler, zengin ülkelere kıyasla yılda yüzde 5 ila 10 arası daha yüksek borç faizi ödüyor.
Yoksulluk cezalandırılıyor
Gelişmekte olan ülkeler borç vermek için yüksek riskli bir grup olarak görülüyor. Tahvil derecelendirme kuruluşları mekanik bir formül uygulayarak sırf yoksul oldukları için bu ülkelere daha düşük puan veriyor ama risk algısı abartılı. Bir hükümet kamu yatırımlarının finansmanı için tahvil ihraç ettiğinde vadesi gelen tahvilleri, en azından bir bölümünü, yeniden finanse etme becerisine güvenir. Ancak bunun için uzun vadeli borç projeksiyonu ile hükümet gelirleri arasında makul bir ilişki olması gerekir. Hükümet bir anda vadesi gelen borçları yeniden finanse edemez hale gelirse, temerrüde düşme ihtimali yüksektir. Ama bunun sebebi kötü niyet veya uzun vadeli ödeme aczi değil, elinde nakit bulunmamasıdır. Çok sayıda gelişmekte olan ülke hükümeti bunu yaşıyor. Uluslararası borç verenler (veya derecelendirme kuruluşları) çoğu zaman keyfi sebeplere dayanak falanca ülkenin kredi vermeye değer olmadığı kanaatine ulaşıyor. Bu algı yüzünden ilgili hükümete verilecek yeni borçlar “ani kesintilere” uğruyor. Yeniden finansman imkanı kalmayan hükümet mecburen temerrüde düşerek öngörülen korkuları “haklı çıkarıyor”. Ardından acil finansman için çoğu zaman yüzünü IMF’ye dönüyor. Birçok örnekte hükümetin küresel mali itibarını geri kazanması yıllar, hatta on yıllar alıyor. Kendi para cinsinden uluslararası borç alan zengin ülke hükümetlerinde ani kesinti riski yok çünkü kendi merkez bankaları son bir borç veren seçeneği olarak hazır bulunuyor. ABD hükümetine borç vermenin güvenli sayılmasının önemli bir nedeni, Fed’in açık piyasada Hazine tahvilleri satın alabiliyor olması. Böylelikle aslında hükümet vadesi gelen borçlarını çevirebiliyor. Euro bölgesi ülkeleri için de aynı şey geçerli; burada da Avrupa Merkez Bankası (ECB) borç veren olma konusunda son bir seçenek işlevi görüyor. ECB 2008 mali krizinin hemen ardından kısa süreliğine bu rolü oynayamaz hale gelince, aralarında Yunanistan, İrlanda ve Portekiz’in de bulunduğu bazı Euro bölgesi ülkelerinin uluslararası sermaye piyasalarına erişimi geçici olarak kesilmişti. Euro bölgesinin sonunu getirmeye yaklaşan bu deneyimin ve yıkımın ardından, ECB son borç veren olma rolünü benimsedi, büyük miktarda Euro bölgesi tahvilleri satın alarak durumdan etkilenen ülkelerin borçlanma şartlarını hafifletti. Dolayısıyla zengin ülkeler genellikle kendi para birimleri cinsinden, düşük maliyetli ve nakde çevirememe riski az olacak şekilde borçlanıyor. Alt ve alt-orta gelirli ülkeler ise dolar ve euro başta olmak üzere dövizle borçlanıyor, müthiş yüksek faiz oranları ödüyor ve ani kesintilere maruz kalıyor. Önde gelen kredi derecelendirme kuruluşları Fitch, Moody’s ve S&P Global çoğu zengin ve orta-üst gelirli ülkeyi yatırım yapılabilir olarak puanlarken, neredeyse bütün alt-orta gelirli ve tüm alt gelirli ülkeleri yatırım altı kategoride derecelendiriyor.