Ali Atıcı’ya göre “Artık Hatay boşaldı, şehirde kimse kalmadı.” 63 yaşındaki Atıcı deprem gecesinden beri Antakya’nın Defne ilçesindeki Akdeniz Koordinasyon Merkezi’nde ailesiyle beraber bir çadırda yaşıyor. Daha doğrusu, ailesinden geri kalanıyla. 6 Şubat sabahında, gelinini ve dört aylık torununu kaybetmiş. Ayrıca kardeşinin eşini ve iki yeğenini de... “Gitmek çare değil ki. Başka illerde, mesela Mersin’de kiralar fırladı. Yemek 10 liraysa 50 lira yapmışlar. Fırsatçıları bulup cezasını versin devlet.” Depremin 8’inci gününden itibaren Antakya’da yoğun bir afet sonrası çalışması vardı.
Sayılamayacak kadar çok kurum, şirket, STK, siyasi parti çeşitli yardımlar dağıtıyor, pek çok enkazın başında ekipler bir canlı kişiye ulaşma umudunun peşinde “sessizlik” istiyordu. Ama Antakyalılar zaten belli ki bir süredir sessizliği kabul etmişti. Neredeyse bir hafta boyunca isyan eden, öfkelenen, yüksek sesle çağrılar yapan insanlar artık yorulmuş gibi, suskundu. Zaten gitmeyi göze alabilen, en azından bir süre Antakya’da olmadan hayatını sürdürebilen pek çok kişinin gittiğini öğrendik. Felaketin olduğu, büyük acılar yaşanan bir yerden uzaklaşma isteği kadar, şehirde artık iş olanaklarının neredeyse sıfıra inmesi de bunda etken.
“Ben memleketimi terk etmem”
Kalanlar da vardı tabii ki. “Ben memleketimi terk etmem, burası yeniden kurulurken ben de burada olurum” diyenler de var. Ama başka yerde kısa vadeli de olsa bir hayat kurma şansı olmayanlar, enkaz altındaki yakınının canlı ya da cansız çıkarılmasını beklediği için duranlar, evinin yağmalanma ihtimaline karşı nöbet tutmak isteyenler de çok sayıda. Onlar, istese de gidemeyenler arasında. Bir de, afetin vurduğu insanlara yardım etmek için geldikleri kentten ayrılmak istemeyenler var. Aynı merkezdeki Betül Engez (25) İstanbul’dan Antakya’ya gelen gönüllülerden. Sohbet sırasında bir yandan üniversitesinde ders seçimi yapıyor. Ankara’da ekonomi ve medya eğitimi öğrencisi. Depremin ertesi günü yola çıktığını anlatıyor: “İlk birkaç gün arama kurtarmaya yoğunlaştık. Yaklaşık 10 kişiyi enkazdan çıkardık. Birkaç gün herhangi bir devlet görevlisi görmedik; AFAD, Kızılay, polis, hiç kimse yoktu.”
“Herkesin dinlenmeye ihtiyacı var”
Gönüllülükle geçen 10 güne, bir yılda yaşayacağı kadar şey sığdığını söylüyor. Aynı durum, yine gönüllü olarak beraber hareket ettikleri tıp fakültesi öğrencileri için de geçerli. İlk geldiklerinde sadece acil pansuman yapabilen, şikayetle gelenlere birtakım ilaçlar tavsiye etmekle yetinen gençlerin, şimdi kırıklara alçı yapmaktan anestezili dikişe kadar her şeye yetişebildiğini anlatıyor: “Gönüllüler dönmek istemiyor. Biz 45 kişi geldik, peşimizden 60 kişi geldi. Biz 15 kadarını geri gönderdik, herkesin dinlenmeye ihtiyacı var.”
Antakya’nın kalanları arasında en çok göze çarpanlar tabii ki kurtarma çalışması için gelenler, kamu görevlileri ve çok sayıda kolluk kuvveti. Özellikle geçen hafta sonu artan yağma-hırsızlık şikayetlerinin ardından, pazartesiden itibaren Antakya’da her köşede polis, jandarma, özel harekat üniformasından geçilmiyor.
“Burası artık benim sevmiş olduğum şehir değil”
Asi Nehri kıyısındaki Dostluk 2 Parkı, HAYTAP’tan Türk Tabipleri Birliği’ne, AFAD’dan TİP’e kadar pek çok yardım koordinasyon merkezinin bulunduğu bir bölge. Burada konuştuğumuz ve ismi bizde saklı bir gönüllü, Hatay’a 3.5 yıl önce taşındığını ve şehri çok sevdiğini söylüyor. Daima öne çıkan çok kültürlülüğün yanı sıra insanların birbirine karışmadığı bir yer olduğu için Antakya’da yeni bir hayat kurduğunu anlatıyor. Ama 6 Şubat sabahı bu da yerle bir oldu: “Burası artık benim sevmiş olduğum şehir değil. Ne kadar daha dururum, bilmiyorum.”
“Tuvaletsizlik ve çadırsızlık salgını var”
Dr. Onur Naci Karahancı depremin ilk iki günü Adıyaman’daydı, sonra Antakya’ya geldi. Aynı zamanda Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Üyesi olan Karahancı’ya göre, Antakya’da sürekli bahsedildiği gibi bir salgın yok ama tehlike her zaman mevcut
> Kliniğimize gastroenterit yani ishal başvurularında artış var. Ciddi değil ama yükseldi. Ayrıca başta vajinal akıntı olmak üzere kadınların şikayetleri de arttı. Bunun nedeni ped gibi, iç çamaşırı gibi çok basit şeylerin yokluğu.
> Salgın hastalık lafı dikkat çekmek için kullanılan ama aslında çok büyük tehlike ve panik yaratan bir kalıp. Koleradan bahsediyorlar, bu çok ciddidir ama ondan önce yayılması daha hızlı olabilecek başka hastalıklar var. Ama şunu söylemeliyim: Şu anda salgın yok, salgın tehlikesi var.
> Hangi salgın var derseniz, şu anda tuvaletsizlik salgını ve çadırsızlık var. Konan portatif tuvaletler kullanılamaz çünkü su deposu yok, akıtması yok. Çocuk psikiyatrlarımız da alanda. Onların ilk söylediği, çocuklar için güvenli konaklama alanları kurulması gerektiği. Çadır kentlerin konumlandırılması, aydınlatılması, sosyal alanı bilimsel kriterlere uygun olmalı. Bu sağlanırsa en büyük sağlık müdahalesini yapmış olursunuz.
> Bu 10 günde birçok travmayı yaşadık, çok şeyle karşılaştık. Bunlarla baş edebiliyoruz. 1999 depremi, Van Depremi… (Gözleri doluyor) Demek ki bizde de pil bitti artık. İnsanlık adına çalışılmadığını görmenin isyanı var içimde, bunu söyleyebilirim.
> Köylerde yaşayanlar görünmez halde, kimse gitmiyor. Oysa onlar o kadar ciddi bir sorunla karşı karşıya ki… Sadece insanlar değil, yanlarındaki hayvanların da yemine bile ulaşılamıyor.
> İlk günümüzde Adıyaman’a pek çok pratisyen hekim yönlendirdiler. Ama birçoğu valilik binasının konferans salonunda uyudu, hiçbir iş yapamadı. Bir sürü ortopedist geldi ama anestezist gelmediği için ameliyat yapılamadı. İçişleri Bakanlığı’na bağlı bir kurum olan AFAD, sağlığı organize etmeye çalıştı ama olmadı.
“Önce iyi davranacak sonra sömürecekler”
Mehmet Ali Tüver (35) depremlere eşi ve dört çocuğuyla uyurken yakalandığını anlatıyor. 10’uncu günde konuştuğumuz ayakkabı üreticisi ve müzisyen Tüver, üç gündür AFAD çadırında yattıklarını anlatıyor.
> Hatay’dan gitme konusunda kesin görüşlerim var. Asla gidilmemeli. Benim dört oğlum var; ikizler 3.5, diğerleri 8 ve 10 yaşında. Yaşlı, hasta bakıma muhtaç insanların gitmesine bir şey demem ama benim gibi taşı sıksa suyunu çıkaracak insanların gitmemesi lazım. 81 ilden insanlar bize yardım etmeye geldi. Onlar sana yardımcı olurken sen nasıl İstanbul’da sıcak yatağında uyuyabileceksin?
> Beni de çağırıyorlar sürekli İstanbul’a. “Neden gelmiyorsun, çok soğuk” diyorlar. Soğuksa soğuk, ne yapalım yani? Sonuçta burada bir yangın çıktı, onun bir közlerini görmek lazım. Kaçıp gitmekle olacak şeyler değil. Hani bizim vatanperverliğimiz? Hani o sosyal medyada mermiye kafa atanlar? Gidilmemesi gerek, insan toprağından kopar mı?
> Beni de çağırdılar pek çok ilden, insanlar sağ olsunlar kapılarını açtı. Ama bir kişi ne kadar sığıntı gibi yaşayabilir? Bugün gideceksin, başta iyi davranacaklar, sonra seni sömürecek, sen “depremzedeyim” dediğinde “Haydi kardeş başka kapıya” denecek, dilenci muamelesi göreceğiz.
> İlk günler bir eksiklik oldu. Deprem sabahı arabamızda uyandık ve yıkımı gördük. Etrafta bir tane devlet memuru yoktu, itfaiye yoktu, polis yoktu. Bütün süpermarketler yağmalandı. İkinci gün akşamında yavaş yavaş askeri görmeye başladık. Bir çardağın iki yanını plastik perdelerle sararak çadır gibi yaptık.
> İlk gelen AFAD tırlarına insanlar üşüştü. Yadırgamıyorum, insanlar kendi çoluğu çocuğu için endişelendi. Ama kocaman tırın 35 kişi tarafından komple boşaltıldığını da gördüm. O an insanın her şeye ihtiyacı varmış gibi geliyor, bir daha da tır gelmeyecek korkusu sarıyor. İlk üç gün çok zor geçti, dördüncü gün biraz rahatladık.
“Samandağ’a geldim çünkü başka kimse gelmiyordu”
Meral-Mercan Aslan çifti Samandağ’da beraber işlettikleri spor salonunun önündeler. “Öğrencilerimizin çoğu öldü” diyor Meral Aslan. Salonun içinde eliptik bisikletler, koşu bantları duruyor hâlâ. “Burası Samandağ’ın en tanınmış salonuydu. Ölenlerin hepsi gencecik çocuklar...” Scuba’nın kırık camlarının birinde, üyeleri motive etme amacıyla yazılmış bir cümle “Bugün acı çekebilirsin ama yarın çok daha güçlü olacaksın.” Ama şu an Samandağ’da da 6 Şubat depreminin yıktığı pek çok yerde de insanlar yarın daha güçlü olacağına inanmıyor. Konuşan vatandaşların pek çoğu “Buralar artık bitti” diyor. Mercan Aslan’a göre “Yaşayanlar bile zaten ölü, sadece bedenleri canlı.”
Ankara’dan gelip sıcak çorba dağıtıyor
Samandağ’ın Atatürk Mahallesi’nde tek katlı, mütevazı bir evin duvarında, bir kartona tükenmez kalemle
“Sıcak çorba” yazısının önünde Tuğba Gökçe (33) duruyor. Ankara’da bir şirkette yönetici asistanı olarak çalışırken, depremin ardından birkaç arkadaşıyla beraber atlayıp Hatay’a geldiklerini anlatıyor. İkinci günden beri Samandağ’da. Neden buraya geldiği sorusunu, insana ‘artık dokuzuncu günde de olmaz’ dedirten bir cümleyle cevaplıyor: “Çünkü kimse gelmiyordu.”
Samandağ pek çok kez en ağır
yıkımın olduğu ilçelerden biri olarak haberlere konu oldu. Ama kurtarma çalışmalarının, yardımların, ilginin
yoğunluğu bu yıkım görüntüsünün hak ettiğinin çok altında. Sıcak çorba yazısının altında Tuğba Gökçe ve etraftaki diğer kişilerle sohbet ettiğimiz yaklaşık yedi-sekiz dakikada gelip “Gıda var mı?” diye soranlar, bir şişe su isteyenler oldu. Ama orada ne yemek kalmıştı ne de su.
Samandağ’a gelmek zor
Samandağ afetle mücadele hiyerarşisinin alt sırasına itilmiş, yalnız bırakılmış bir görüntüde. Meral Aslan “Burası Alevi bölgesi olduğu için” diyor, eşi ise böyle söylemesinden rahatsız. 20 yaşına kadar İskenderun’da yaşamış, Hatay ve çevresini iyi tanıyan gazeteci Yenal Bilgici’ye göre Samandağ’ın coğrafi konumu da bir etken. “Buralara gelirken önce İskenderun’dan, sonra Antakya’dan geçmek gerek. Antakya’yı gören, daha ileri gidememiştir” diyor.