M. İrem Afşin / Şanlıurfa
Şanlıurfa Müzesi açık otoparkına kurulan, yaklaşık 2000 kişinin barınma imkanına ulaştığı çadır kampına ikinci gidişimiz. Adıyaman'da geçirdiğimiz günlerden sonra sık sık Urfalıların daha şanslı olduğunu düşünüyorum. Çalıştığım İngiliz haber TV kanalının ekibiyle alandan canlı yayın hazırlıklarımız sürerken, aniden yanımdan bir ses yükseliyor: Abla sen İngiliz misin, Türk mü?
Kafamı çevirince her şeye rağmen parlaması dinmemiş meraklı gözlerle karşılaşıyorum. İsmi, Beyaz. 13 yaşında. Hızlı hızlı "Ben seni yabancı sandım, çünkü İngilizce konuşuyorsun, ama baktım boynunda bizim gibi puşin vardır, sorayım dedim" diye açıklayıp gülümsüyor. O gülünce ben de onunla beraber günler sonra gülümsüyorum.
Size bir puşinin nelere kâdir olduğunu anlatmak isterdim, boynumdaki mor puşinin bölge insanında yarattığı yakınlık duygusu günlerce bana yardım etti. "Biraz konuşmak ister misin Beyaz?" diyorum, o çoktan anlatmaya başlamış bile. Deprem bölgesinde tanıştığım çocukların bazısı hiç konuşmak istemezken, bazıları da soluksuz anlatmak istiyor. Yaşadıkları travmanın boyutu öyle büyük ki, tek bildiğim onlar nasıl kendilerini rahat hissedeceklerse öyle davranmak en doğrusu.
Beyaz, Vian ve Rolat: Hepimiz öleceğiz sandık, ölmedik
Beyaz, kendi deyişiyle biraz İngilizce konuşuyor, biraz da anlıyor. İngilizce'yi okulda öğrendiğini ve hep ana dili İngilizce olan birisiyle konuşmak istediğini anlatıyor bir çırpıda. Ekip arkadaşlarımdan biri imdadıma yetişiyor, kısa bir sohbet ile Beyaz'ın yüzündeki gülümseme büyüyor.
O sırada sohbetimize kulak misafiri olan Beyaz'ın çadır arkadaşları yanımıza geliyor. Vian 10, Rolat ise 8 yaşında. Çadır kampında aileleriyle birlikte aynı çadırda kalıyorlar, orada tanışıp kaynaşmışlar. Hepsi hızlı hızlı, birbirinin ağzından laf kaparak konuşuyor. Deprem gecesini anlatırken yüzleri kararıyor ama, birbirlerine sürekli "Neyse ki yaşıyoruz" diye anımsatıyorlar.
"Biz hep çadırda mı kalacağız?"
"Çok korktuk kardeşlerimle, hepimiz öleceğiz sandım, ama ölmedik" diyor Beyaz. Yakın akrabalarından 3 kişi kayıp, babası enkaz başında bekliyor, 4 kardeşi ve annesiyle birlikte çadırda kaldıklarını, ilk günlerde pek yiyecek olmadığını, çadıra lamba ve sobanın bir gün önce geldiğini, artık ilk günlerdeki gibi üşümediğini, dağıtılan çorbanın annesinin çorbasına biraz benzediğini, bütün eşyalarının yıkılan evlerinde kaldığını anlatıyor. "Kitaplarımı, bir de yatağımı özledim" dedikten sonra bir an susup soruyor: Biz hep bu çadırda mı kalacağız, başka evimiz mi olacak, bir daha okulumu, arkadaşlarımı görebilecek miyim? Kim öldü, kim kaldı bilmiyorum bile...
Vian, Beyaz'ı bir telaş susturuyor: Gasteci abla nereden bilsin, daha kaç gün oldu geleli, önce ölmedik diye şükretsene... Vian'ın hikâyesinin Beyaz'dan farkı, babasının da akrabalarla birlikte enkaz altında olması. O ve 3 kardeşiyle annesinin çadır kente sadece akşamları geldiklerini, gündüz gidip enkazda beklediklerini anlatıyor. Son sorusu cevapsız, sesinin titremesiyle sanki havada asılı kalıyor: Babam çıkar değil mi, evimiz hiç kalmadı ama çıkar değil mi?
En küçükleri Rolat söze karışıyor: Benim dedemle teyzem, bir de teyzemin çocukları evlerinin altındaydı, ama bugün hepsini çıkardılar kurtarma abileri, sonra hastaneye götürmüşler, annem söyledi, demek ki senin babanı da çıkarırlar.
Rolat'ın babası deprem öncesinde kaybolmuş, ama o başka zamanmış, deprem gecesi çok yağmur yağarken karanlıkta annesi ve 3 kardeşiyle çıkmışlar, "çok yıkılmış" evlerinden, "Yer ayağımdan hep kaydı, hiç durmayacak sandım" diyor, o anı hatırlayınca bir anda büyüyen gözleriyle. Sonra tanımadığı abiler gelmiş, onları alıp çadır kampına getirmiş. "Sabah olunca annem akrabalarımızı beklemeye evin oraya gider, ben de kardeşlerime bakarım" diyor. Sadece 8 yaşında olduğuna inanmakta zorluk çeksem bile, özgüveni içimi rahatlatıyor.
Beyaz, olanca içtenliğiyle "Haydi fotoğraf çekelim, senin Instagram neyin var mı, benim var, bizim hikayemizi yazarsın değil mi, biz seni çok sevdik renkli abla, sen de bizi unutma!" diyor. Az konuşuyorum ki, sesim titremesin. Önce ailelerinden izin almam gerektiğini söylüyorum, koşa koşa gidip çadırdan annesiyle geri geliyor. Anne Berivan, diğer kızların ailelerine de söyleyeceğini, hikâyelerini gerçekten yazarsam fotoğrafın sorun olmayacağını belirtiyor. Herkesin tek derdi bu, herkes gerçekler anlatılsın istiyor.
Berivan, önce kalkıp geldiğimiz için teşekkür ediyor telaşla. "İngilizler o kadar uzaktan ne çabuk gelmiş" diye şaşırıyor. İşimizi yaptığımızı, aynı zamanda insanlık görevimiz olduğunu söylüyorum. 10 gün boyunca konuştuğum herkesin dilindeki o soruları sıralıyor Berivan, ben kızlarla kameraya gülümsemeye çalışırken soğuk havada o sorular da diğerlerinin yanında asılı kalıyor, çünkü cevapsız sorular bölgesindeyiz.
"Neden devlet geç geldi? Gazeteciler devletten önce geldi buldu bizi. Ne dersin, belki sen bilirsin, acaba yıkılan evlerdeki herkesi çıkarırlar mı, kız kardeşimle çocukları içerde kaldı..."